26 Şubat 2021 Cuma

Dinsizliğin ve Zulmün Paravanı: Matbaa


“Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alâk 1).

 

“Nûn!. Kaleme ve satır-satır yazdıklarına andolsun!” (Kalem 1).

 

Avrupa’nın, uygarlığını (medeniyet değil) ve sözde gelişmişliğini matbaa sâyesinde kurduğu koca bir yalan ve zırvalıktır. Avrupa yâni batı, o uygarlığı, ilk başta Amerika Kızılderililerini sömürerek ve öldürerek, daha sonra ise Afrika ve Uzak-doğudaki insanları sömürerek ve öldürerek kurmuştur. Bunu 16. yüzyıla kadar yap(a)mamasını nedeni, onu en başta dînin, sonra da Osmanlı ve Bâbürlüler’in engellemiş olmasıdır. Dînin o târihe kadar hâlen geçerliliği vardı. Doğu’nun zenginliği ile aklı başından giden ve daha sonra da Protestanlık etkisiyle “dînin tutmasından” uzaklaşan batı, sömürü, öldürme ve zulüm ile madden zenginleşti ve o zenginlikle zulüm-merkezli şerefsiz bir uygarlık-sistem kurdu. Hem kurduğu uygarlığın sebebi olarak hem de yaptıkları şerefsizlikleri perdelemek  ve gizlemek için; “uygarlığımızı matbaaya borçluyuz, çünkü bu uygarlığı matbaa sâyesinde kurduk” yalanını uydurdu. Bunu hâlen de savunmaktalar ve bir-çokları da buna kanmaktadır.

 

Matbaanın 1450’li yıllarda bulunmasına ve kullanılmasına rağmen önem kazanması daha sonra olmuştur. Çünkü matbaa, kitap basmaktan çok, batı’nın yaptığı katliamların ve hırsızlığın üstünü örtmek için önem kazanmıştır. Matbaa zulmün paravanı yapılmıştır ve hâlen de yapılmaktadır. Batı, ortaya çıkardığı uygarlığı (medeniyet değil) matbaaya bağlamakta ve güyâ ilim ile bu uygarlığı kurduğunu söylemektedir. Oysa batı uygarlığı, katliam ve soygunların bir sonucudur. Hırsızlığın sonucudur. Amerika’da yapılan katliam ve soygunlar, batı’nın bâtıl uygarlığını kurmak için gereken maddî gereksinimi karşılamıştır. Amerika’yı mahvederek kurulan bir uygarlıktır batı uygarlığı. Celaleddin Vatandaş, Amerikan’ın yaşadığı katliam ve zulüm hakkında şunları söyler.

 

“1492 yılında, Avrupalılar Amerika’ya ulaştıkları zaman bu koca kıtada milyonlarca insan yaşamaktaydı. Yaşayan insan sayısı ile ilgili tahminler en düşük 8 milyon, en yüksek ise 12 milyon olarak ifâde edilmektedir. Ancak bu nüfus 1650 yılı îtibârıyla 6 milyonun altına düşmüştür. Coğrafya profesörü William M. Denevan, konuyla ilgili olarak en çok atıf yapılan çalışmalardan birisi olan The Native Population of the Americas in 1492 adlı ünlü çalışmasında Amerika kıtasında 1492’de 53,9 milyon olan yerli nüfûsunun 1650’de 5,6 milyona düştüğünü ve nüfusta % 90'lık bir azalma görüldüğünü belirterek, ‘Amerika’nın keşfini dünyâ târihindeki belki de en büyük demografik felâket tâkip etmiştir’ tespitini yapmıştır. Rakamlar ne kadar tartışılırsa tartışılsın, tartışılamayacak şey, kıtada bir demografik katliamın yaşandığıdır. Bu sebepledir ki gerçekleşen katliam Papa’yı rahatsız etmiş ve Papa III. Paul 1537’de Sublimus Dei başlıklı bütün hristiyanlara hitâben yazdığı resmî mektupta, Amerikan yerlilerinin insan oldukları, Nûh Peygamber’in çocukları oldukları ve özgürlüklerinin veyâ mallarının ellerinden zorla alınamayacağını îlân etmek zorunda kalmıştır”.

 

Kâğıt ve baskı tekniği Uygurlarca da bilinmekte idi. Baskı tekniğini (matbaa) ilk kullananların Çinliler olduğu görüşü yanında, bir kısım araştırmacılar da matbaanın ilk önce Uygurlarda kullanıldığı görüşündedirler. Bununla berâber, daha IX. yüzyılda Çin ve Uygur ülkesinde varlığı görülen matbaanın batı’ya yayılmasında Uygurların büyük rôlü olmuştur. Avrupa, XIII. yüzyılda Moğollar aracılığı ile Uygur baskı tekniğinden haberdar oldu. Bu tekniği Uygurlardan öğrenen Moğollar, XIII.yüzyıl ortalarında matbaanın Almanya’da tanınmasında rôl oynadılar. Bundan iki yüzyıl sonra matbaa, Gutenberg eliyle Avrupa’da ortaya çıktı. Bu sebeple, Gutenberg matbaanın mûcidi değil, sâdece geliştiricisidir.

 

Kâğıt, ilk devirlerde kalın, parlak cilalı, son devirlerde ise ipekten ince bir şekilde yapılıyordu. Uygurlar, Avrupa’dan yüzyıllar önce kâğıdı biliyorlardı. Kâğıdı, önce Araplar VIII. yüzyılda ele geçirdikleri esirlerden öğrendiler. Semerkant’da kâğıt îmâlâthânesi kurdular. Kâğıt yapım tekniği, daha sonra Arapların fethiyle İspanya’ya ve dolayısıyla XI. yüzyılda Avrupa’ya yayıldı.

 

Osmanlıya matbaa geç gelmiş falan değildir. Zâten çok daha önce Çin’de îcât edilmişti. Aslında Avrupa’nın ve batı’nın neredeyse tüm îcatları taklittir. Daha önceleri yapılmış olanları değiştirip güncellemişlerdir sâdece. Soygundan ve yağmadan kazandıkları paralarla bunları yapmak zor olmamıştır. O kadar para olduğunda kim olsa yapardı. Bir-çoklarının zannettiği gibi, insanlar binlerce yıl hiç-bir şey yapmamış ve îcât etmemiş de Avrupa-batı bir-anda îcatlar yapmaya başlamış değildir.

 

Gutenberg’ten biraz sonra Osmanlı’ya da matbaa gelmişti. Fakat hem yeterli talebin olmaması hem de binlerce kâtibin işsiz kalacak olması matbaanın yaygınlaşmasını önlemiştir. Zâten Avrupa’da da matbaa o kadar etkili ve yaygın olmamıştır. Sanki tüm insanlar matbaa ile bir-anda allâme kesilmişler gibi konuşuluyor. İnsanlık târihinde “orantı olarak” en çok kitabın bulunduğu yıllar, el yazma eserlerin olduğu zamanlardır. Özellikle İslâm coğrafyasında her evde bir kütüphâne bulunuyordu. Öyle ki bâzı evlerin kütüphânesindeki kitapların sayısı, tüm Avrupa’daki kitapların sayısından fazlaydı. Yâni önemli olan kitap basmak değil, kitap okumaktır, kitabı matbaa ile basarak sayısını çoğaltmanın kendi başına bir değeri yoktur. Peki Avrupa’lı halka ne oldu da hiç kitap okumazlarken matbaanın ortaya çıkmasıyla ile bir-anda kitap kurdu oldular?. Gerçekten çok kitap okumaya mı başladılar?

 

Matbaa Osmanlıya ve müslümanlara ilk îcât edildiği zaman gelseydi ne olacaktı?. İnsanlar allâme mi kesilecekti?. Avrupa insanı allâme mi oldu ki Osmanlı ve müslüman insanı allâme olsun.

 

“Avrupa’yı Avrupa yapan şeylerden biri de pusuladır” denir. İyi ama pusula çok önceden de vardı, Çinliler bulmuştu ve müslümanlar kullanıyordu. Zâten Avrupa’ya da müslümanlar aracılığı ile girdi. Peki Amerika’ya niçin Çinliler ve Osmanlılar gitmedi de Avrupalılar gitti?. Bu bir tercih meselesidir. Amerika’ya târih boyunca bir-çok millet defâlarca gitti zâten. Fakat bir sebep yokken bir ülkeye kalıcı olarak gitmek demek, orayı sömürmek için gitmek demektir. Bunu her millet kabûl etmez ve böyle bir işe girişmez. Hem Amerika’ya ilk gidenler Avrupalılar değildi, hem de matbaayı ilk bulanlar Avrupalılar değildi. Peki modernizm niçin Avrupa’da ortaya çıktı?. Çünkü dîni-îmânı bir kenara bırakmayı ve dolayısı ile zâlimlik yapabilmeyi göze alanlar Avrupalılardı. Zîrâ Avrupa mevcut uygarlığını (medeniyet değil) hırsızlığa, talana, yolsuzluğa, köleliğe, sömürüye ve cinâyetlere borçludur. Yoksa Avrupa’nın kendi iç-dinamikleriyle bunu yapabilmesi için gerekli maddî gücü ortaya çıkarabilmesi mümkün değildir. Zâten bu, şu-anda da böyledir ki farklı formattaki sömürülerine devâm etmektedir.    

 

Matbaanın Osmanlı’ya ve müslümanlara geç gelmesi, modernizmin ve modernitenin ortaya çıkardığı sapkınlıkların Osmanlı ve müslüman coğrafyaya geç ulaşmasına sebep oldu. Böylece sapkın akımlar, düşünceler ve ideolojiler de geç gelmiş oldu. Bu durumun Osmanlı’ya tersinden yarârı oldu.

 

Evet; batı’yı güyâ “güçlü” yapan, bir-zaman önce merhâmeti terk etmesiydi. Çünkü dîni terk etmişti. Merhâmeti terk edince artık insanları sömürmesinin önünde bir engel kalmadı ve her-şeyi kolayca sömürebilecek ve bu sömürünün netîcesinde zenginleşebilecek hâle geldi. Bunu, özü merhâmet olan İslâm toplumuna mensup Osmanlı yapmadı. Yapamazdı çünkü. Vicdânı izin vermezdi her-şeyden önce. İç-içe yaşadığı vahiy ve medeniyet izin vermezdi ve vermedi. Batı merhâmeti terk etti ama Osmanlı terk etmedi. Terk edenler “zengin” olurken, Osmanlı doğal kaldı. İşte doğu ile batı arasındaki maddî fark aslında bu nedenle ortaya çıktı. Yoksa Osmanlı; “yok matbaayı geç kurmuş, yok teknolojiden uzak kalmış, yok bilmem ne”. Bunlar “fark”ın oluşmasındaki asıl neden değil. Osmanlı, yâni müslümanlar doğru olarak; yapmamaları gereken şeyi yapmadılar. Birilerinin canları pahasına sömürüyü ve “sınırsızlığı” seçmediler. Ama “batı” seçti. Batı, merhâmetten, yâni dinden uzaklaşarak koptu gitti. Böylelikle zenginliği yakaladı. Amerika’yla başlamıştı soygunculuğa ve sömürüye. Sonra da zengin olmayı “dînin engellediğini” göstermeye çalıştı, hâlen de çalışıyor. Biraz da vicdan azâbından dolayı rahatsız oluyor ve vicdânını baskılamak için “varlık yaması” kullanıyor. Bâzı hayvan karakterli olanlar da “keşke Osmanlı da sömürseymiş, biz de “zengin” olurduk” diyorlar. Avrupa’nın cins kafası Montaigne, “Denemeler” isimli eserinde bu zihniyeti şu şekilde destekler:

 

“Osmanlı ahmak bir millettir. Çünkü fethettiği ülkelerin ham-maddesini, insan-gücünü ve toprağını kullanmaz, tam-tersi yatırım yapar, yol yapar, köprü yapar, hasta-hâne yapar vs… Evet; Osmanlı, sömürgeci Avrupa kafasının gözünde bir ahmaktır. Çünkü sömürmez. Buna en başta inandığı dîni müsâde etmez, sonra insanlığı”..

 

Matbaa çok fazla kutsanmıştır. Oysa matbaa aracılığı ile bir-çok zırvalıkların hızla yayıldığını da unutmamak gerekir. Matbaayla birlikte “modern yozlaşmalar” da olmuştur. Karl Marx şöyle der: “Matbaanın, hattâ baskı makinelerinin olduğu bir çağda İlyada mümkün müdür?. Matbaanın doğuşuyla birlikte şarkı söylemenin, hikâye anlatmanın, hattâ derin-derin düşünmenin geçerliliğini yitirmesi kaçınılmaz değil midir?”.

 

İnsanlar târih boyunca konuşmalarını, “söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, matbaaya, telgrafa, telefona, televizyona, bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya göre” şeklinde değiştirmiştir. Çünkü araçlar konuşmanın yönünü ve yöntemini belirler. Matbaa, insanların artık matbaa ürünlerine göre düşünüp konuşmalarına, daha sonra da; telgrafa, daha sonra telefona, radyoya, televizyona, bilgisayara, internete, sosyâl medyaya vs. göre düşünüp konuşmasına neden olmuştur. Böylece herkes bir-örnekleşmiştir. Çünkü bir kültüre bir alfabeyi sokarsanız o kültürün bilme alışkanlıklarını, toplumsal ilişkilerini, topluluk, târih ve dinle ilgili kavramlarını değiştirmiş olursunuz. Bu kültüre matbaayı soktuğunuzda da aynı sonuçlarla karşılaşırsınız.

 

Açıkçası matbaanın müslümanlara ve doğu’lulara geç gelmesi doğal ve normâldir. Çünkü doğu kültürü, sözel bir kültürdür. Sözel kültüre uygun olmayan ve bu alanda başarılı olamayan batı’nın, yazılı kültürü yaygınlaştırmaktan başka çâresi yoktu.

 

Müslüman coğrafyanın “geri” kalmasının nedeni öyle dendiği gibi matbaanın geç gelmiş olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden çok-çok daha önce yahudiler getirmişti matbaayı. 1493 yılında önemli Yahudi din akademilerine (yeşiva) sâhip olan İstanbul’da ilk basımevini kuran David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler, başta meşhûr Yahudi şeriat kitabı Arba’a Turim olmak üzere pek-çok Yahudi klâsiğini basmışlardı. İslâm medeniyeti 1.000 yıl boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile kurmamıştır ki!. Kalem ve kılıçla kurdu, merhâmet ve vicdanla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın Avrupa’da bastığı kitapları isteseler alamazlar mıydı?. Tabî ki de alabilirlerdi. Alınıyordu da zâten. Batı’dan her-şeyi alıyorlardı, matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaklardı?. Hem, matbaası olanlara parasını verince; “al şu kitabı bas” dersin, o istediğiniz kadar basar getirir. Meselâ o zamanlar bu işte gelişmiş olan Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap gönderirsiniz, binlercesi basılıp geri gelir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Mesele o değil. Mesele, aynen şimdi olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi. Mesele, matbaanın yokluğu değil, matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim elde edip kendi iç-dinamiğine göre o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı idi. Çünkü ilim böyle gelişir ve yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam sayısının azlığı idi sorun. Hem yıllarca uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan dolayı böyle bir kadro oluşmadı. Olanlar da en son Çanakkale’de toprağa düştü.

 

Sorunu matbaanın geç gelişinde görenlere sormak lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?. Küçücük bir hâfıza kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap sığıyor. Elimizi attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın ürünlerinden çok, o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu sorun tüm dünyânın sorunudur. Bu konuda İlber Ortaylı şöyle der:

 

“Matbaanın gelmesi için bir sebep yok, gelmemesi için de bir sebep yok. Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan kendi malını beğenmeyip halı getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç duyarsan. Venedikliler basar, getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası, Venedik’te var. Bunlar Anadolu Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm hurûfat var orada. Arapça hurûfat bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18. asırda onun evveliyatı var teknik olarak oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz çünkü. Ben söyleyeyim, en çok okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı Veli meselâ. Elden-ele kopya edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar meselâ. Demek ki millet Nâima Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten aradığı yok. Burada matbaa olmaz. Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey yapamamış, durgunlaşmış ve öylece asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik eğitim müesseseleri, yeni bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman Karamanlı Rum bile İncil istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi basılıyor.

 

‘Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi’ deniyor. Evet, belki bâzı yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu fazla îzah etmez. ‘Efendim hattatlar karşı geldi’. Hayır, hattatlar karşı geldiği için de durmaz. Çünkü iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki bin tâne nüsha istenecekse bir eserden, hattatlar o işe kolay-kolay yetişemezler zâten. Patlar arz-talep mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin matbû olması 19. asırda bile yasaktı. İrâdelerde görülüyor toplatılması. Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de ondan. Vazgeçildi yasaktan”.

 

Eğer yazılmış olanın yaygınlaşması kişiyi okumaya sevk ediyorsa, niçin milyonlarca yayını elinin altında bulan insanlar okumuyorlar?. Matbaa ile ilgisi yok işin. Bu nedenle hayatlarında hiç kitap okumayanların, matbaayı savunmaları gibi bir absürdlük olamaz.

 

Aslında aslolan “sözlü kültür”dür. Vahiyler sözlü kültür ürünüdürler. Sözlü anlatılınca tam idrâk edilir. Vurgular, mimikler ve üslûb sözlü anlatımda çok etkili olur. Bir düşünce sözden yazıya geçtiğinde az da olsa anlam daralmasına uğrar ve etkisini yitirir. Matbaa bu etkiyi fazlalaştırmıştır. Görsel kültüre geçildiğindeyse işin boku çıkmıştır. Artık hiç-bir şey hiç-bir mesaj vermemeye hattâ verdiği mesaj asbsürd görülmeye başlar.

 

Artık yazılı kültür bitmek üzere ve görsel kültür başladı. Görsellik her yanı sardı. Şimdi bu mantıkla düşündüğümüzde; ilerlemek için sürekli olarak görsel şeyleri mi izlememiz gerekiyor?. Günde 7-8 saati internette, tablet, bilgisayar ve telefon başında geçirmek mi gerekiyor. Yapılması gereken bu mudur?. Bunu yapanların okumaya vakti yok. Kitap okuyamıyorlar uzun olduğu için, makâle tarzındaki yazılar da artık uzun geliyor. Bir-kaç cümlecik olanları zor okuyorlar. O yüzden kısa olan sosyâl medya paylaşımlarını ancak okuyabiliyorlar. Onda bile cümle sayısı fazlalaşınca sıkıntı basıyor.

 

Matbaa îcât edildiğinde kaç kişi okur-yazardı da matbaa ile herkes bol-bol okuma fırsatı buldu ki?. Peki matbaa ortaya çıkınca niçin eski âlimler, filozoflar ve bilim-adamları yeniden ortaya çıkmadı ve çok fazlalaşmadı?. Günümüzde elimizin altındaki cep telefonlarında binlerce kitap var. Bu kitaplara şöyle bir bakılmamasından bile anlaşılacağı gibi, aslen yazılı kültürün yayılması, kültürü-uygarlığı ortaya çıkarmaz, tam tersine azaltır. Uygarlığın olumlu yada olumsuz şekilde ortaya çıkması başka nedenlerden dolayıdır. Bunun delîli, insanlık târihinde, kitapların ve yazıların hiç olmadığı kadar artmasına rağmen, kitapların insanın gözünün içine-içine sokulmasına rağmen, yine de insanların zır câhil olmalarıdır. O kadar kitap, okumayı ve bilgilenmeyi sağlamamaktadır. Çünkü okunmamaktadır. Kitap okuma sorunu ezelî bir sorundur. Kur’ân o yüzden ilk âyetine “oku” diyerek başlar.

 

Niceliğin artması, niteliği mutlakâ zayıflatır. Olan şey budur. Matbaa da o sözlü kültürün ürettiği derinliği baltalamış ve yüzeysel hâle getirmiştir. İnsanlar matbaa ürünlerinin buna sebep olduğunu görmüşlerdi. Matbaa, ilmi ve bilgiyi değil, dinsizliği yaygınlaştırmıştır. Yazılı kültürün yayılması ilginçtir ki, târih boyunca ters tepmiş ve insanın mânevî derinliğini baltaladığı gibi, onu ahlâken ve dînen de aşağılara indirmiştir.

 

Şu da var ki, günümüzde her yer matbaa, hattâ insanların kendi kitaplarını kendileri basacak imkânları var. Fakat insanlar yine de kitaba ulaşmakta zorluk çekiyor. Çünkü kitaplar çok pahalı. O yüzden de kitaba değer verenler ve hızlı okuyucular e-kitap olarak okuyuculuk yapıyor daha çok. Yâni matbaa hikâyedir. E-kitaplar matbaayı bitirmiştir. Peki e-kitaplar bedâva da olmasına rağmen okuyan var mı?.

 

Sözlü kültürden sonra yazılı kültür oluştu. Bu da aslında görsel kültüre göre iyiydi. Yazılı kültür ile birlikte “işitsel kültür” diyeceğimiz radyolar çıktı ki bu, bir noktaya kadar iyiydi. Çünkü insanlar bir-araya gelip onu dinliyordu. Televizyon çıkınca bu kalabalık dağıldı ve her âile kendi televizyonunu izlemeye başladı. Görsel kültür başlamıştı. Diziler varken kimsenin roman okumasına gerek kalmamıştı. Ama görsel kültür gelişip fazlalaşınca ve daha sonra internet, tablet ve telefonlarla herkes bir kenara çekilince, millet gözünü ayırıp da yazıya bakmaya fırsat bulamamaktadır. Yâni matbaa da artık işe yaramamaktadır. Bir yazıda şunlar söylenir:

 

“İnternet öncesi analog kültürde câhilliğimizin farkındaydık. Okumadığımızı ve bu yüzden de eksik olduğumuzu biliyorduk. En azından bunun ezikliğini, utancını, pişmanlığını yaşıyorduk. Ama dijital kültürde bu özelliğimiz dumura uğradı. Evet, yine okumuyoruz. Ama ‘okumamızı gerektirecek bir durum da yok zâten’ bahanesine sığınıyoruz. Post-cehâlet döneminin sloganları: ‘Kitaplar demode, dergiler nostaljik, uzun yazılar sıkıcı. Bak geç, seyret yeter, tıkla öğren’ oldu”.

 

Batı, uygarlığını; yaptığı hırsızlıklara, cinâyetlere, yolsuzluklara, köleleştirmeye ve sömürüye borçludur. Fakat bunu gizlemek için “biz uygarlığımız matbaaya borçluyuz, matbaayı îcât ettik ve ilmen geliştik” diye milleti kandırmaya çalışıyorlar. Yaptıkları şey, matbaayı zulümlerine ve dinsizliklerine paravan yapmaktan başka bir şey değildir.

 

İslâm ülkelerine matbaanın geç gelmesini “yobazlık” olarak görenlere sormak istiyorum; son bir yılda kaç tâne kitap okudunuz?. Kitap bir matbaa ürünü ya, o bakımdan.. E-kitaplar çıktı, hâlâ “matbaa geç geldi” muhabbeti yapılıyor. Okuyan mı var sanki.

 

Söz dinlemeyen, sonra kitap da okumayan ve sürekli olarak öküzün trene baktığı gibi televizyona, bilgisayara, tablete ve cep telefonuna bakanlar, matbaayı önemsemeyenlerden daha yobazdırlar. Artık teknolojik yobazlıktan bahsetmek zamânıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder