“Hastalandığım zaman bana
şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).
Şâfî olan Allah, insanlar
hastalandığı zaman şifâ verendir. Allah’ın şifâ vermesi en başta, insanla
birlikte yarattığı bağışıklık sistemi ve sonra da yarattığı bitkisel, hayvansal
ve mâdenî şeylerle olur. Zâten “şifâ” anlamında “hastalığın tamâmen geçmesi”
ancak bu şekilde olur. Yoksa “tedâvi” anlamında sürekli olarak kimyâsal-modern
ilaçları kullanmak şifâ bulmak söz-konusu değildir yada bunun çok az istisnâları
vardır. Çünkü modern-kimyâsal ilaçlar doğal olmadığından dolayı zamanla doğal
olanı da bozarlar ve hastalığı arttırdıkları gibi yeni hastalıklara da dâvetiye
çıkarırlar. Zâten modern-tıp ve tedâvi yöntemi ile “kronik” tâbir edilen hiç-bir
hastalığa şifâ bulunamaması hattâ çoğu-zaman hastalıkların ilerleyişinin durdurulamaması
bir-yana, ilaçların yan-etkisinden ve bağışıklığı zayıflatmasından dolayı yeni
hastalıkların ortaya çıkması ve insanın hayâtının zindan olması da cabasıdır.
Muhteşem bir savunma ve
tedâvi-şifâ sistemimiz olan bağışıklık sisteminin zayıflaması ve çökmesine neden
olan bir başka şey ise, GDO’lu ve kimyâsal katkılı sûnî gıdâların hayâtımızı
kuşatması, kentlerde yaşayan insanların bu tür gıdâlarla beslenmek zorunda
olmasından başka bir de, aslında hiç de ihtiyâcımız olmayan absürd şeyleri yiyip-içmek
zorunda kalmasıdır. Bundan başka bir de; cep telefonu, bilgisayar, televizyon,
internet, çeşitli sinyâl yayıcı cihazlar ile gürültü ortam, kirlilik, stres,
oksijen yetersizliği, Güneş’ten yeterince yararlanamamak, D, E, C, B-12 gibi
vitaminlerin eksikliği gibi nedenlerle güçsüz düşen bağışıklığımız zayıflayıp çöküyor
ve de sonuçta her hastalığa açık hâle geliyor. Artık her hastalık bizi çok
fazla etkiliyor, risk oluşturuyor ve hattâ hayâtımızı kaybetmemize neden
oluyor.
Bağışıklığı olumsuz
etkileyen unsurlar bunlardan başka; stres, alkôl, uykusuzluk, radyasyon, hava
kirliliği, korku, endişe, üzüntü ve travma gibi etkenlerdir. Stres, tek-başına bağışıklık
sistemini baskılayarak enfeksiyonun üremesini kolaylaştıran en önemli risk
faktörlerindendir. Bağışıklık sitemini güçlendiren en önemli etkenlerden biri
dengeli beslenmedir. Yetersiz ve yanlış beslenme bağışıklık sistemini bozmakta,
fonksiyonlarını baskılamakta ve enfeksiyon riskini artırmaktadır. Alkôl,
sigara, uyuşturucu, kumar, gayr-meşrû faaliyetler gibi kötü alışkanlıklar da
bağışıklığı olumsuz etkiler ve zayıflayıp çökmesine neden olur. Bakteri, mikrop
ve virüsler ortaya çıkmak için insanların yaşlanmasını, bağışıklığın zayıf
düşmesini, beslenme eksikliklerini veyâ stres durumunu bekler.
Birileri bağışıklığın
güçlendirilmesini ve böylece hem genelde hastalıkların, hem de özelde
korona-virüsün bitip gitmesini yada etkisizleşmesini istemiyor gibidir. Zîrâ
hastalıklardan yada bağışıklık sisteminin zayıflığından ve çökmüş olmasından
beslenen bir-çok insan ve kurum vardır. O yüzden meselâ çok yararlı bir ürün
olan propolis için televizyonda şöyle denmişti: “Bağışıklığı güçlendiriyor ama
korona-virüse iyi gelmiyor ve korona-virüsü tedâvi etmiyor”. “Bağışıklık
sisteminin güçlenmesinin korona-virüse hiç-bir faydası yok” demeye getiriyor.
Oysa korona-virüsten etkilenenler ve hayatlarını kaybedenler, bağışıklık
sistemi zayıf olanlar yada bağışıklık sistemi çökmüş olanlardır.
Bağışıklık konusunda “genetik
yatkınlık” denilen bir şeyden de bahsedilir fakat aslında bu, “doğumdan
îtibâren bir hastalığa karşı yatkınlık yada duyarlılık” değildir. Genetik
denilen şey aslında “âilesel” demektir. Kişi, anne-babası gibi beslenmişse ve
onlar gibi bir hayat-tarzına sâhipse ve de zaman içinde yaşam-tarzından dolayı
genlerinde bir mutasyon oluşmuşsa, o da anne-babası gibi herhangi bir hastalığa
karşı duyarlı hâle gelebilir ve onda da anne-babası gibi yatkınlık oluşabilir.
Beslenme-tarzı ve yaşam-şekli, çocukta da anne-babası gibi bir genetik durum
ortaya çıkarabilir. Fakat bu, doğduğu anda değil, yaşarken ortaya çıkan (yada
çıkmayan) bir durumdur. Anne-babanız gibi yada birlikte yaşadıklarınız gibi
beslenirseniz ve yaşarsanız, aynen onların bağışıklığına benzer bir bağışıklığınız
olur ve sağlığınız da onlar gibi iyi yada kötü olur.
Bağışıklık, insanların ve
doğanın da yardımıyla sağlanır. Yoksa insanın yaratılıştan gelen bağışıklığı
bir zaman sonra yeterli gelmemeye başlayabilir. Yalnızlığın bir-çok sağlık
sorununa neden olmasının sebeplerinden biri de budur. Çünkü bağışıklığın zayıf
olmasının sâdece maddî değil, psikolojik ve rûhî nedenleri de vardır. Psikolojik-rûhî
etkenlerin eksikliğinde yada yokluğunda bağışıklıkta bir zayıflama ortaya çıkacaktır.
O hâlde sosyâl ve fizîkî mesâfenin belli bir süreden fazla sürdürülmesi psikolojinin
bozulmasıyla birlikte kısa süre sonra bağışıklığı zayıflatacak, hattâ çökertecektir.
Bebeklerin diğer bebeklerden
ve insanlardan tecrit edilerek ayrı tutulması, bebeğin bağışıklığının olması
gerektiği gibi gelişmesini engeller ve bebeğin-çocuğun zayıf bir bağışıklığının
olmasına neden olur. Aşırı titiz anne-babaların, çocuklarını insanlardan aşırı
şekilde uzak tutması çocuğun bağışıklığının gelişmesini engelleyecektir. Çünkü
insanlar, doğduklarında bağışıklıkları tam yeterli bir şekilde doğmazlar ve
bağışıklıkları yaşarken oluşan etkileşimlerle güçlenir. Bağışıklık, beslenme
(anne sütü), doğa ve insan etkileşimleriyle güçlenir.
Aşılanma bile bu
etkileşimlerle doğal bir şekilde olur gider. Doğal aşı, bir hastalığa yakalanan
kişinin hastalığının semptomlarının azalması ve geçmesiyle birlikte başka bir insanın
o kişiyle temâs etmesinin sonucunda olur. Meselâ doğal çiçek aşılanması, çiçek
hastalığı geçme aşamasına gelmiş olan bir çocuğun yanına hiç hasta olmamış bir
çocuğu koymak ve birlikte vakit geçirmeleriyle olur. Temâs ile de oluyor yâni. Zâten
eskiden çiçek aşısı, çiçek hastalığına yakalan bir çocuğun hastalığının geçmesine
yakın bir zamanda, vücûdunda oluşan kabukların bir araçla sıyrılıp toz hâline
getirilmesi ve diğer çocukların bu tozu burnundan içeri çekmesiyle yapılıyordu
ve çok işe yarıyordu. Demek ki bir hastalığa karşı bağışıklık bu şekilde
güçleniyor ve doğal aşılanma yâni sürü bağışıklığı bu şekilde oluyor. Yoksa
sûnî aşılar çok da işe yaramıyor, yaramaz. Çünkü doğal değildirler. Bu nedenle
yararları kadar, bâzen yararından daha çok zararları da olur.
İnsanların birbirinden uzaklaştırılması
bağışıklığı zayıflatır. Zîrâ toplum-bağışıklığı ve doğal aşılanma oluşmaz. Tabi
bu-arada yaşlıların, hastaların ve bağışıklık bozukluğu olanların bir kısmının hastalık
kaparak hayâtını kaybetmesi durumu da olabilir ki bu zâten karantina ve modern
tekniklerle alınmaya çalışılan önlemlerde ve tedâvilerde de yaşanan bir durumdur.
Allah, insana
kaldıramayacağı yük yüklemez. Azap ve cezâ durumları hâriç, normâlde insanı çâresiz
bırakacak bir belayla karşı-karşıya bırakmaz. Çünkü bu sünnetullaha aykırı
olur. Allah her derde mutlakâ bir dermân da verir. Fakat derman bâzen geç
gelebilir. Çünkü insanlar ekini ve nesli ifsâd ettiğinden dolayı derman da ifsâd
olmaktadır.
Peki, Allah insana kaldıramayacağı
ve onu çâresiz bırakacak bir musîbet vermeyeceğine göre, yaygınlaşan hastalıklar,
salgınlar ve günümüzde yaygınlaşan virüslerin bu kadar çoğalmasının nedeni
nedir?. İnsanlar dokunmaması yerlere ve şeylere dokunuyor, yememesi gereken
şeyleri yiyor, uğraşmaması gereken şeylerle uğraşıyor ve her-şeyin
mahremiyetini deliyor. Bunun sonucunda da alışık olmadığı durumlarla karşılaşıyor.
Beden bu durumlara hemen cevap veremeyebiliyor. Hele bağışıklık sistemi iyice zedelendiyse
cevap vermesi mümkün de olmayabiliyor.
Modern insanın yoğunlaşan
sağlık sorunlarının nedeni, çeşitli sebeplerle hastalıkların çeşitlenmesi ve
direnç kazanmasından ziyâde, bağışıklığın zayıflığı ve çökmüş olmasıdır. Çünkü insanın
beslenmesi doğal değildir, yaşadığı ortam doğal değildir ve üstelik tam-aksine,
bağışıklığı zayıflatıp çökerten bir ortamda yaşamakta ve onu hastalıklara açık
hâle getirecek gıdâlarla beslenmektedir. Bağışıklık sistemi güçlü olmadığında hastalıklar
vücûda çok ve çabuk zarar vermeye ve yaygınlaşmaya başlıyor.
Normâlde ve doğal durumda
vücûdumuzda her zaman bir miktar mikrop, bakteri ve virüs vardır. Sistem
bunlarla sürekli mücâdele eder ve tatbikat yapar. Onları nasıl yeneceğini ve yok
edeceğini öğrenir böylelikle. Tabi bunun için bağışıklık sürekli olarak
desteklenmeli, hem doğal-sağlıklı gıdâlarla bağışıklık sistemine takviye yapmak
hem de sistemi olumsuz etkileyecek olumsuz etkenlerden uzak kalmak gerekir.
Oysa modern insanlar olarak hem doğal olmayan ve zararlı gıdâlarla besleniyoruz,
hem sürekli olarak teknolojik aygıtların yaydığı sinyâllerin etkisinde
kalıyoruz, hem de gürültülü ortamlarda kalıyor ve pis bir hava soluyoruz. Kentsel
dönüşüm ve apartman sistemiyle iyice kalabalıklaşan yerleşim yerlerinde hem
yeterli oksijen alamıyoruz hem de Güneş’ten yeterince faydalanamıyoruz. Bu da
bağışıklığımızı doğru ve etkili besleyemediğimiz için onun yanlış beslenmesine
ve kötü etkilere mâruz kalarak zayıflamasına ve çökmesine neden oluyor. Mikrop,
bakteri ve daha ziyâde virüsler ile oluşan salgınların nedeni de aslında budur.
Kentsel dönüşüm ile yükselen binâlar yüzünden hem yeterince hava alamıyoruz ve
temiz oksijen soluyamıyoruz hem de Güneş’i ya hiç yada çok az alabiliyoruz.
Üstelik doğadan uzaklaştık. Doğanın maddî-mânevî etkisinden mahrum kaldık. Yaz
mevsiminde hastalıkların azalması yada hiç olmamasının nedeni, günlerin uzun olması
ve böylece Güneş’ten ve açık olan pencereden giren oksijenden daha çok faydalanıyor
oluşumuzdur.
Bir de şu da var ki, bedene
göre ruhlar çok geride kaldı, insanlar mânevî ve psikolojik olarak zayıflayıp çökmüş
olduğundan dolayı artık “alternatif” bir dirençleri de olmuyor.
Mikrop, bakteri ve virüsler
vücûdumuza girdiğinde ve bağışıklık sistemimiz güçlü olduğunda bizi pek de etkilemez
ve kısa sürede hastalık biter gider. Fakat zayıf bağışıklıkta bu mümkün olmuyor
ve hastalıktan çok fazla etkileniyoruz. Yanlış beslenme ve çeşitli modern etkiler
nedeniyle bağışıklığımız düşüyor ve genlerimiz mutasyona uğruyor. Bu da savunma
sistemimizin doğru ve yeterli çalış(a)mamasına neden olduğu için mikrop,
bakteri ve virüsler bize aşırı etki edince hastalığı ya çok ağır geçiriyoruz
yada hastalıktan dolayı hayâtımızı kaybediyoruz. Korona-virüsten dolayı
hayâtını kaybedenlerin, “interferon gen mutasyonu” ile mutasyona uğrayan
genlere sâhip olanlar olduğu söylendi. Genler mutasyona uğrayınca bağışıklık
zayıflıyor ve hastalıklara karşı yeterli direnci gösteremiyor.
GDO’lu kimyâsal ürünler yediğimiz-içtiğimiz,
şekeri, unu ve kimyâsal tuzu fazla kullandığımız, market ürünlerini
tükettiğimiz, hiç ihtiyâcımız olmayan şeyler; içki, sigara, uyuşturucu
kullandığımız için, Güneş’ten, oksijenden, sessizlikten mahrûm kaldığımız gibi,
çeşitli teknolojik sinyâllere mâruz kalmamız, stres ve aşırı korku
bağışıklığımızı zayıflatıp çökertiyor.
Peki ne yapmalıyız?. Yapılacak
olan şey, teknolojik cihazların etkilerinden olabildiğince uzak kalmak, bol
oksijen ve Güneş ışığı-ısısı almaktan başka, ev-yapımı gıdâları bol-bol
yiyip-içmektir. Meselâ, ev yapımı tarhana, turşu, salça, peynir, zeytin, yoğurt,
sirke, konserve ve kurutmalık gıdalar ve zencefil, zerdeçal, adaçayı, kekik
gibi çaylar bağışıklık sistemimiz için mûcize besinlerdir ve bunları sürekli
kullanmak bağışıklığımızı büyük oranda destekleyecek, güçlendirecek ve bizi hastalıklara
karşı dayanıklı hâle getirecektir.
Düşünün; korona-virüs testi pozitif
olduğu hâlde hastalığı hiç hissetmeyen yada çok az hisseden bu kişiler niçin virüsten-hastalıktan
az yada hiç etkilenmiyorlar?. Çünkü onların bünyeleri kuvvetlidir ve bağışıklıları
güçlüdür. Böylece hastalığı çoğu-zaman hiç hissetmiyorlar bile. Demek ki o zaman
sorun “korona-virüsün gücü” değil, “bağışıklığın zayıf olması”dır. Çünkü
bağışıklığı güçlü olanlar hastalığı hafif atlatıyor hattâ hissetmiyorlar bile.
Peki herkes doğal-sağlıklı gıdâlarla beslense, hareket etse ve bol-bol oksijen
ve Güneş alsa yâni herkesin bağışıklığı güçlü olsa ne olmuş olur?. Korana-virüs
ve diğer hastalıklar insanlara ya hiç zarar vermez yada çok az etkiler ve bir
salgından bahsedilmez. Böylece korona-virüs nedeniyle bu kadar büyük yaygara
kopmaz. O hâlde konuşulması gereken şey ve aşılması gereken sorun “korona-virüsün
gücü” değil, “bağışıklığın zayıflamış yada çökmüş olması”dır. Fakat gelin görün
ki hükümetler ve lîderler işin bu yönünden hiç bahsetmiyorlar, çünkü bu duruma
sebep olanlar kendileridir. Bağışıklığın güçlendirilmesi ve “önleyici hekimlik”
yerine “aspirin tedâvisi” denecek türden şeyleri öneriyorlar. Doğal ve organik korunma
yollarını konuşmayı (ortodoks tıp) yasaklıyor. Üstelik alınan önlemler ve
yapılan tedâviler de ancak zenginlerin servetlerine servet katıyor.
İşin bu yönünü hiç
konuşmamakla ve bu yönde bir şey yapmamakla insanları hastalıklara müsâit hâle
getirdiler. Yoksa korona-virüs Hz. Âdem’den bêri var ve kıyâmete kadar da devâm
edecektir. Şunu açıkça söyleyeyim ki korona-virüs hiç-bir zaman bitmeyecektir, çünkü
hep vardı. Üstelik gücü de her zaman aynıdır yada çok farklı değil. Olumsuz
anlamda farklılaşan bizim bağışıklık sistemimizdir. Bağışıklık sistemimiz
zayıflayıp çökmeye yüz tuttuğu için hem korona-virüsten hem de diğer
hastalıklardan daha çok etkileniyoruz. Böyle olunca da korona-virüsün ve diğer
hastalıkların önüne geçilemeyecek şekilde daha güçlü olduğunu zannediyoruz. Şifâ
anlamında olmayan modern-kimyâsal ilaçlar da yeni ve güçlü hastalıklar ortaya
çıkarıyor yada en azından hastalıkları yapan etkenlerin güçlenmesine neden
oluyor. Oysa dediğimiz gibi, Allah insanları çâresiz bırakacak bir dert vermez.
Mutlakâ şifâsını da verir. En baş şifâ ise bağışıklık sistemimizdir.
Termodinamiğin 2. Kânunu
olan Entropi’ye göre bir şey zamanla gücünü kaybeder ve etkisizleşip kullanışsız
hâle gelir. Fakat gelin görün ki korona-virüs için bu geçerli değildir. Çünkü virüs
gün geçtikçe güçleniyor yada en azından medyadan bunu duyuyoruz. Biz de diyoruz
ki aslında olan şey “korona-virüsün sürekli olarak güçlenmesi” değil (çünkü
entropiye göre böyle bir şey mümkün değil), “bağışıklığın gün geçtikçe
zayıflaması”dır. Bu zayıflama, salgın döneminde daha da fazlalaştı, fazlalaşıyor.
Çünkü hareketsiz kalmak (karantina) ve yetersiz oksijen almak (kapalı ortam ve maske)
da bağışıklığı zayıflatıyor. Korona-virüs önlemleri bağışıklığımızı daha da çok
düşürüyor ve böylece virüsün etkisi devâm ediyor. Maske ve mesâfe işe
yaramıyor. Üstelik maske varsa mesâfeye, mesâfe varsa maskeye ne gerek olduğu
hiç konuşulmuyor. Maske yüzünden almamız gereken oksijen azalıyor, karantinada hem
oksijen hem de Güneş’ten faydalanamayarak ve de hareketsiz kalarak bağışıklığımız
düşüyor ve sosyâl mesâfe ile fazlalaşan mânevi-psikolojik sorunlarımız da buna
tüy dikiyor. Elimizi-yüzümü yıkamak, temizliğimize dikkat etmek ve sürekli
olarak burnumuzu-boğazımızı temizlemek tabî ki çok önemli.
Özellikle gribâl hastalıklara
neden olan mikrop, bakteri ve virüsler sürekli olarak değişip dirençli hâle
geldiği için, bu hastalıklara tam etki edecek ve fayda sağlayacak aşıların
üretilebilmesi mümkün değildir. Zâten üretilememektedir de. Sürekli olarak
mutasyona uğrayan ve değişen AIDS, sars, mers, domuz gribi, kuş gribi,
influenza, rota, rino ve korona-virüslerin aşısı olmaz, üretilen aşılar pek de
işe yaramaz ve üstelik yan-etkileri de olur. Bu aşılar en azından şüphelidir. İslâm’da
bir şey şüpheliyse, onu kullanmaktan kaçınmak esastır. O hâlde şüpheli olan aşılar
şüpheden tamâmen arındırılana kadar kullanılmamalıdır. Hele “ultra-modern aşılar”
doğal olmadığı ve şeytan-işi olduğu için ve vücûdumuza ve bağışıklığımıza zarar
vermesi kaçınılmaz olduğundan dolayı yaptırılması doğru değildir. Zâten aşılar,
virüslerde bir direnç oluşturup mutasyona uğramalarına da neden olur. Böylece
aşı etkisizleşmiş olur. Aşırı ve gereksiz tedâviler hastalığı daha fazla
güçlendirir. Çünkü bağışıklığı zayıflatır.
Korona bir virüs salgını
değil, “korku salgını”dır. Korona-virüs ve de diğer hastalıkların
yaygınlaşmasının nedeni, insanların aşırı korku ve panikle bağışıklık sisteminin
küresel boyutta iyice zayıflaması ve bu zayıflamanın son bir-kaç yılda çok
fazla artmasından başka bir şey değildir. Sorun virüs değil, bağışıklık
sistemimizin zayıflaması ve çökmeye yüz tutmasından başkası değildir. Ümit Aktaş
bu konuda şunları söyler:
“İşlenmiş gıdâ,
bağışıklığı çökertir. Vücûdun kendi koruyucu sistemi vardır. Bağışıklık
sisteminizin etkin ve dengeli çalışması gerekiyor, anti-virâl etkisi olan
zencefil ve zerdeçalın yanında geleneksel tıpta yeri olan ıhlamur ve
adaçayından bu dönemde faydalanmak gerekir. Zencefil ve zerdeçalın anti-virâl
etkisi olduğunu zâten biliyorduk. Kovid-19’da da koruyucu olduklarını işâret
eden bilimsel bulgular var. Yapılan bir çalışmaya göre bu kök bitkilerin
içindeki aktif maddeler virüsün çoğalmasında rôl oynayan bir enzimi baskılıyor.
Ihlamur ve adaçayı da geleneksel tıpta çok önemli yere sâhip şifalı bitkiler. Cips,
gazlı içecekler, fast-food ve paketli yiyecekler ise sigara kadar öldürücüdür,
uzak durmalıyız.
Yanlış
beslenme modelimiz Kovid-19 da dâhil olmak üzere tüm hastalıklara dâvetiye
çıkarıyor. O zaman bu salgına bir uyarı gibi bakmakta fayda var. Modern yaşamın
toksik beslenme düzeni değişmezse daha çok salgınla karşılaşırız!. Bugün tehdit
korona-virüs olur yarın adını-sanını bile duymadığımız yepyeni bir virüs
çıkagelir. Bu salgından çıkarılması gereken dersler var. Her-şeyden önce toksik
beslenme modelimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu konuda devletin de atması
gereken önemli adımlar var. Aynı sigara içmenin zararları üzerine toplumu
bilinçlendirmeye yönelik kampanyalar gibi, ‘çöp yiyecekler’e karşı da böyle bir
hareket başlamalı. Sigaralarda olduğu gibi fast-food’ların, gofretlerin, cipslerin,
gazlı içeceklerin üzerine ‘öldürür’ uyarısı yazılmalı.
Öncelikle
gerçek besinler tüketmeliyiz. Sistemin kusursuz bir şekilde işlemesi için
yediklerinizin içinde canlı enzimler, vitamin ve minerâller, mikro-besinler, sağlıklı
yağlar ve kaliteli proteinler olmalı. Çekici paketler, katkı maddeleri, lezzet
artırıcı kimyâsallarla gelen, yiyende âdetâ bağımlılık yapan bu yiyeceklerin
içinde vücûdun faydalanabileceği tek bir besin maddesi bile bulamazsınız.
Diyetinizi D vitamini, C vitamini, magnezyum ve gerekiyorsa çinko ile
destekleyerek, virâl enfeksiyonlara karşı koruyucu etkisi olan bitkilerden
faydalanarak vücut direncinizi artırabilirsiniz”.
Evet; sorun bağışıklık sistemimizin zayıflaması ve
çökmeye yüz tutması hattâ çökmüş olmasıdır. Toplumların sağlığını yitirmesi, “insanların saflığını
yitirmesi” nedeniyledir. Bunun altta
yatan nedeni ise; doğadan ve doğaldan uzaklaşmak, modern üretimler, modern
hayat-tarzı ve kentleşmedir. Demek ki doğadan, doğaldan ve Allah’tan ne kadar
uzaklaşırsak ve sanal, sûnî ve bâtıl olana ne kadar yakınlaşırsak bağışıklık
sistemimiz de o oranda zayıflayıp çökünce her türlü hastalığa açık hâle geliyor
ve hastalıklarla savaşamayacak duruma düşüyoruz. Sorunumuz budur. Bu soruna hiç-bir
modern-kimyâsal ilaç çâre olamayacağı gibi, tam-aksine durumu daha da
kötüleştirmekten başka işe yaramaz.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder