16 Aralık 2019 Pazartesi

Hristiyanlaşma Temâyülü

 

“Andolsun, insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun. Onlardan, îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: ‘Nasarayız’ (Hristiyanlarız) diyenleri bulursun. Bu, onlardan (bir-takım) papaz ve râhiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şâhidlerle birlikte yaz” (Mâide 82-83).

 

Âyette bahsedilen Nasara, “doğu hristiyanları”dır. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Nasara, ‘Nasrânî’ kelimesinin çokluk şeklidir. ‘Hristiyanlar’ demektir. Kur’ân-ı Kerim’de hristiyanları ifâde için kullanılmıştır. Nasârâ ehi-i kitabdır. Kendilerine, Hz. Îsâ vâsıtasıyla İncil verilmiştir. Hristiyanlık, coğrâfî bölge olarak Orta Doğu’da ortaya çıkan bir din olmasına rağmen batı’da, özellikle Roma İmparatorluğu sahasında yayılan bir dindir. Ortodoks kabûl edilen hristiyanlığın batı’daki hâkimiyetine karşılık, çeşitli konsillerdeki fikirleri sebebiyle reddedilen ve râfizî sayılan monofizit kiliseler şarkta barınabilmişlerdir. Rum kelimesinin ‘garp hristiyanları’na tekabül etmesine karşılık, Nasârâ daha ziyâde şarkta, İslâm hâkimiyetindeki hristiyanlar için kullanılmaktadır”.

 

Hristiyanlık iki çeşittir. Biri “yahudi-hristiyanlık”tır ki, mensupları 140-150 yılına kadar Hz. Îsâ’nın öğretisini büyük ölçüde aslına uygun olarak taşımışlar ve tebliğ-dâvetini yapmışlardır. İkincisi ise “Helenistik-hristiyanlık”tır ki bu, Roma putperestliği içinde karşı-karşıya kalınan baskı ve kuşatmanın sonucunda verilen tâvizlerle başkalaşmış olan hristiyanlıktır. Bu hristiyanlık, düşüncede Yunan, siyâsette Roma’yı benimsemiş ve de bunu hâlen sürdürmektedir:

 

“Yahudi-hristiyanlık ile ‘Helenistik-hristiyanlık’ mücâdelesi, 70 yılında Roma’nın Kudüs’ü alması ve yahudilerin dağılmasıyla, ‘doğu hristiyanlığı’ (nasara) denilen hristiyanlık 140-150 yılına kadar olan hâkimiyetini kaybetmiş ve hâkimiyet bu târihten îtibâren Roma’nın himâyesindeki ‘helenistik hristiyanlığa’ geçmiştir ki, bu hristiyanlık, Paul’ün, Roma putperestliği lehine verdiği tâvizlerin ve Roma’yı memnun edecek şekilde, Roma putperestliği ile meczedilmiş yeni bir hristiyanlıktır. İşte bundan sonra hristiyanlık; küfür, şirk ve de zulmün aracı olmuş, Rönesans ile birlikte de bunlar katlanmıştır. Yoksa ‘doğu hristiyanlığı’nda bu türlü bir küfre, şirke ve zulme düşme durumu olmazdı.  Maurıce Bucaılle, bu konuda şunları söyler:

 

Hristiyanlığın en çok münâkaşa edilen simâsı olan, Hz. Îsâ’nın düşüncesi yönünden ve onun akrabaları ile Kudüs’te Yâkub’un çevresinde kalan havârileri tarafından ‘hâin’ telâkki edilen Paul, -Hz. Îsâ’nın, insanları etrafında topladığı hususların zarârına olarak- kendi öğretilerini yaymak amacıyla bir başka Hristiyanlık kurmuştur. Hz. Îsâ’yı hayâtında tanımayan bu adam, görev yetkisinin meşrûluğunu, dirilen Hz. Îsâ’nın, Şam yolunda kendisine görünmesi iddiâsına dayandırmıştır.

 

İki cemaat arasında yoğun bir mücâdele döneminde ortaya çıkan -M.P. Kannengiesser’in nitelendirmesiyle- bu ‘mücâdele eserleri’, Hz. Îsâ hakkında yazılan bir-çok eserden su yüzünde kalanlar olup, nihâi olarak baskın çıkan Paul tarzındaki hristiyanlık, ‘kanon’ denilen resmî metinler külliyatını teşkil ettiğinde, kilise tarafından seçilen çizgiye uymayan bütün öbür belgeleri, asıl hristiyanlığa aykırı sayacak ve onları dışarıda bırakacaktır.

 

Etkin bir topluluk olarak kaybolan yahudi-hristiyanlardan yine de ‘yahudilik taraftarları’ lâkâbıyla bahsedildiğine rastlanmaktadır. Kardinal Daniélou, onların sonunu şöylece anlatıyor: ‘Yahudi bağlarından yavaş-yavaş kurtulan ‘büyük kilise’den kopmuş olan yahudi-hristiyanlar, batı’da çabucak eriyeceklerdir. Fakat 3. yüzyıldan 4. yüzyıla kadar onların izleri doğu’da, özellikle Filistin, Arabistan, Ürdün, Suriye ve Mezopotamya’dan tâkip edilebilir. Bunların bir kısmı, bir ölçüde vârisleri olan İslâm tarafından eritilecekler; öbürleri ise, sâmi kültür temellerini koruyarak büyük kilise’nin geleneğine (Ortodoks yoluna) katılacaklardır. Nitekim bu sâmi özelliklerin bir kısmı Habeşistan ve Kalde Kiliselerinde hâlâ devâm etmektedir”.

 

Demek ki hristiyanlaşma temâyülü, aslında “Roma’lılaşma ve Yunan’lılaşma (helenizm) temâyülü”dür ki zâten mevcut seküler batı (Avro-Amerika) düşüncede Yunan, siyâsette ve sosyâl hayatta ise Roma’yı sıkı-sıkıya tâkip etmektedir. Yâni “putperest bir hristiyanlık dîni” Dünyâ’ya hâkim olmuş durumdadır.

 

Hristiyanlığı “tevhid dîni” olmaktan çıkarıp “teslis dîni” hâline getirenlerin başında Pavlus gelmektedir. Pavlus başlangıçta Îsâ Mesih’in mesajına karşı olduğu, Hristiyanları cezâlandırmaya çalıştığı hâlde daha sonra tam bir dönüş yapmış ve önceki suçlarını affettirmek istercesine Îsâ’yı ilâhlık mertebesine çıkarmıştır.

 

Hristiyanlık tevhidî bir dindir ve tek Allah’a inanır. Hristiyanlar ilk başta tevhid üzereydiler fakat daha sonra batı’ya doğru yayılıp putperest Roma İmparatorluğu ile tanıştılar. Tevhid dîni “yayılmacı” bir olduğu için hristiyanlar da dînlerini Roma’ya da yaymaya çalıştılar. Fakat putperest devlet buna karşı direnince ve hattâ zamanla hristiyanlar baskılanınca bu baskıya dayanamayıp bâzı tâvizler verdiler. Zâten Roma da hristiyanlığı, bu tâvizler sonrasında “devlet dîni” olarak kabûl etti. Fakat tevhid dîninin en büyük düşmanı “tâviz”dir. Allah’ın dîninde tâviz olmaz. Zîrâ Allah’ın hükmü, insanların hükmü karşısında geri çekilmeye uğratılamaz. Hristiyanlık tâvizlerin ve de tahriflerin sonucunda Roma’da devlet dîni olunca, tevhîdî temeline rağmen “hak” özelliğini kaybetti. Şu kesin bir şeydir ki, bir kazan bala bir damla zehir karıştığında o balın tamâmı zehir olur.

 

İşte hem tâvizler hem de daha sonraları Roma uygarlığının da etkisiyle ve de Konsillerde kabûl edilen İnciller ve dînî düşünce, hristiyanlar arasında anlaşmazlığa neden oldu ve ayrılıklar baş-gösterdi. İşte başta Ariusçuluk olmak üzere, Hz. Îsâ’nın -hâşâ- “Allah’ın oğlu(!)” olduğunu kabûl etmeyenler ve o’nu sâdece bir peygamber olarak kabûl edenler ve de bâzı diğer farklar nedeniyle ayrıldılar. Zâten aforoz edilmişlerdi. Arius, Îsâ’nın bütün varlıklardan önce yaratıldığını, dolayısıyla ezelî olmadığını yâni Tanrı olmadığını ileri sürdüğü için İznik Konsili’nde (325) aforoz edilmiştir. Bu kişiler “doğu hristiyanlığı” denilen kesimi oluşturur. Zâten Peygamberimiz zamânında Habeşistan (Etiyopya) hükümdârı olan Necâşi de bir “doğu hristiyanı”ydı ve tevhide yakındı. Nasturiler de buna dâhil edilebilir. Rivâyetlere göre Varaka bin Nevfel de bir Nasturi râhibiydi ve tek-tanrıcıydı. Âyettin bahsettiği “dost hristiyanlar” bunlardır.

 

Bugünkü Hristiyanlık, Hz. Îsâ’nın da tanıyamayacağı kadar değişmiş, âdetâ putperest bir hâl almıştır. Diğer bir ifâde ile Hristiyanlık putperest Roma İmparatorluğu’nu Hristiyanlaştırmaya çalışırken, gerçekte putperest Roma, Hristiyanlığı paganlaştırmıştır.

 

Günümüzde batı dünyâsına hâkim olan Hristiyanlık, doğu’yu da Hristiyanlaştırma amacındadır ve bu sebepledir ki Asya kıtası ile Dünyâ’nın diğer yörelerinde de yayılma gayreti ve faaliyeti içindedir. Bunu Katolik Hristiyanlığın rûhâni lîderi Papa Jean Paul II, 1999 yılında yaptığı Noel konuşmasında: ‘Birinci bin yılda Avrupa’yı, İkinci bin yılda Afrika ve Amerika kıtasını Hristiyanlaştırdık. Üçüncü bin yılda ise hedefimiz Asya’dır” diyerek ifâde etmiştir.

 

Müslümanların ve diğer insanların resmen olmasa da düşüncede ve eylemde meylettiği hristiyanlaşma ise genelde “batı hristiyanlığı” özelde ise Avro-Amerikan hristiyanlığıdır. Tabi bu hristiyanlar arasında da tevhide dönük düşünceleri ve inançları olanlar olabilir. Fakat açıkça görünen şey, Avro-Amerikan hristiyanlığının ve hristiyanlarının dinlerinden pratikte vazgeçtiği ve çok az bir kesimin de onu sâdece kâlplerinde-vicdanlarında hissettiğidir. İşte; 200-250 yıl önce başlayan ama genelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, özelde ise Dünyâ’nın tek kutuplu kalmasıyla berâber 90’lı yıllarla birlikte, ama en çok da milenyumdan sonra, müslümanlar da dâhil insanların meylettiği ve “Hristiyanlaşma Temâyülü” dediğimiz hristiyanlaşma (yada modernite), batı Avro-Amerikan hristiyanlığıdır. Bu hristiyanlık aslında “modernite” şeklinde görünmektedir ki “batı hristiyanlığı” denilince akla gelen şey “modernite”dir.

 

Hristiyanlık “yahudiliğin bir güncelleştirilmesi” olduğundan dolayı, ilk başta “yahudileşme temâyülü”ne sapanlar hemen ardından da “hristiyanlaşma temayülü”ne gireceklerdir ki İslâm coğrafyasının başından geçen ve geçmekte olan süreç budur. Yahudileşme temâyülüyle afallayan müslüman coğrafya, 90’lı yıllardan sonra Dünyâ’nın tek-kutup olmasıyla birlikte hristiyanlaşma temâyülüne girmiş ve “adı müslüman”, “yaşayışı hristiyan” bir durumu ortaya çıkmıştır ki zâten Peygamberimiz de buna karşı insanları uyarmıştı:

 

“Ebu Hureyre anlatıyor: Resûlullah as. buyurdular ki: ‘Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin sünnetine kulacı-kulacına, arşını-arşınına ve karışı-karışına muhakkak tıpa-tıp uyacaksınız. Hattâ onlar, daracık bir keler deliğine girseler, oraya siz de gireceksiniz’. Oradakiler, ‘Ey Allah’ın Resûlü!. (Onlar) yahudiler ve hristiyanlar mı?’ diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bunlar değilse kimler olur?’ buyurdular” (Kütüb-ü Sitte 7162).

 

Bu süreç “klâsik zamanlarda, müslümanların zenginleşmeyle birlikte maddeye yönelerek sarsıntıya uğraması ve yahudiler gibi Dünyâ’ya meyletmesiyle başlamış, modern zamanlarda ise hristiyan batı’nın, Rönesans ve Aydınlanma süreciyle dinden soğuması, Protestanlaşması, lâikleşmesi, Fransız ve Sanâyi Devrimleri ile birlikte liberâl-kapitâlist yola girmesi, daha sonra demokratikleşmesi ve nihâyet de kapitâlist-liberâl-seküler-beşerî ve post-modern politikaları dinleştirerek dinden kopması yada dîni kâlplere ve vicdanlara hapsetmesi” sürecidir. İşte müslümanların da izlediği yol budur ve bu yolu izleyerek batı’nın peşinden adım-adım gidiyorlar ve de bunu benimsemeye başladılar.

 

Aslında moderniteye gelinceye kadar müslümanlar ekonomik ve siyâsi güçlerini de korudukları için yahudileşme ve de hristiyanlaşma temâyülü belirgin ve bâriz değildi. Hattâ hristiyanlaşma temâyülü pek de yoktu. Bu temâyül, modernite ile başladı ve genelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan, özeldeyse 90’lı yıllar ve milenyum ile bu temâyül yükseldi  ve zirveye ulaştı. Artık müslüman coğrafya adım-adım “batı hristiyanlığı”nı yâni moderniteyi tâkip etmektedir. Öyle ki bu sıkı tâkip, müslümanların tasavvur, düşünce, söz ve amel-eylem potansiyelini baltalamaktadır. İslâm’ı merkeze aldığını söyleyen müslümanlar bile bunu batı paradigmasına uygun yapmaktadırlar.     

 

Müslümanların dînî-dünyevi çalışmaları da artık “batı paradigmasının düşüncelerine, ideolojilerine ve yapısına bir meşrûiyet kazandırma çalışmaları”na döndü. Bu şeytâni paradigmanın üretmiş olduğu lânet ideolojilere Kur’ân’dan bir dayanak bulma yarışı var. İslâm ve Kur’ân modern-bilimin nesnesi hâline getiriliyor. İslâm ve Kur’ân, “şeytanın-tâğutların sosyâl hayâtına ve siyâsetine cevap yetiştirme yada onay verme dîni” değildir. O, kendi sosyâl alanını, siyâsetini kültürünü düşüncesini vs. kurar. Onun bir devlet-medeniyet potansiyeli vardır ve bu potansiyel yeniden açığa çıkarılıp hayâta hâkim olmayı beklemektedir. İslâm dînini ve Kur’ân’ı bu lânet paradigmanın nesnesi ve mühürdârı hâline getirmek ağır bir haysiyetsizlik, samîmiyetsizlik ve şerefsizliktir. Eğer bu şeytâni paradigmaya karşı İslâmî bir paradigma geliştiremiyorsanız, yada en azından eleştirip îtirâz etmiyorsanız çekilin ve defolun gidin yoldan, parazit yapmayın. İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünneti maskaraya çevirmeyin. Onu şamar-oğlanı yapmayın. İslâm hayattan koparılıp sâdece zihinsel orgazmların bir nesnesi hâline getiriliyor. İslâm salt bir inanç-sistemi değildir sâdece. Hayâtın her alanı için söyleyecek sözü olan, bir bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet potansiyelidir. Hem de bu, adâlet/hak/hakîkat-merkezli olan bir sistemdir. Çıkar ve nefis-merkezli bir sistem değildir modern paradigma gibi.

     

Düşünce ve söylem şu: “Batı’da var bizde de olmalı” yada “batı’da yok ki, bizde niye olsun”.. Sanki Dünyâ’yı ve insanı batı yarattı. Batı’nın ortaya koyduğundan başka bir alternatif yok mu ve müslümanlar bunu niye konuşmuyorlar?. Başka yol da vardır ve bu, “İslâm ve İslâm Medeniyeti” yoludur. Zâten doğala-normâle-fıtrata uygun olan tek yol da bu yoldur. Müslümanlarda son 150 yıldır gündemde olan; bilgi-kalkınma-teknoloji-ilerleme gibi söylemler, hristiyan batı-dünyâsı bunlara sâhip olduğu içindir. Yoksa İslâm’da bunlar öncel konular değildir. Fakat “bir sapma olarak” hristiyanlaşma-modernleşme temâyülü tüm Dünyâ’da baskın çıkmıştır ve müslümanlar da dâhil tüm Dünyâ buna meyletmiştir ve meyletmektedir. Temâyül bu şekildedir.  

 

Aytunç Altındal, müslümanların hristiyanlaşması bağlamında şunları söyler:

 

“Hıristiyan âleminde ‘invisible church’ dediğimiz ‘göze gözükmeyen’ yâni somut ve mevcut bir dünyâ olarak görmediğiniz bir kilise var. Nedir bu?ç Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki: ‘şahısların Müslümanlıktan Hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde, oldukları gibi kalsınlar ama bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman, müslüman gibi düşünemesin, hristiyan gibi düşünsün ama müslüman gibi yaşadığına inansın. Bu çok mühim bir olaydır. Dolayısıyla da bunun adına ‘invisible church’ (görünmeyen kilise) denir. Bugün Türkiye’de, bir-çok müslüman, maalesef müslüman gibi düşündüğünü zannederek gerçekte hristiyanların kendilerinden istenildiği gibi düşünüp ‘müslümanlığımı yerine getiriyorum’ inancı içindedirler”.

 

Protestanlık yoluyla tahrif olmuş hristiyanlığı vicdanlara gömen batı’da, kiliseler “nikâh sarayı”na dönmüştür. Dünyâ’daki sözde çözülemeyen ve tartışılıp duran dîni sorunların çoğu hristiyan dîninden ve modernitenin ortaya çıkardığı sapkınlıklardan kaynaklanır. İslâm’ın sorunları değildir o sorunlar. İslâm “tüm sapkınlıklara cevap üretmeye gelmiş bir din” değil, o “sapkınlıkları ortadan kaldırmak için gelmiş bir din”dir.

 

Hristiyanlıkta “sünnet” düşüncesi yoktur yada kaybolmuştur. Hz. Îsâ’nın örnek davranışlarını tâkip etme düşüncesi yoktur hristiyanlarda. Çünkü bu, “moderniteye ağır bir darbe indirmek” anlamına gelir. Hristiyanlık (Nasara değil) Roma’dan bêri “otoritenin dînini ve sünnetini” yol edinmiştir ve tüm Dünyâ’ya da bunu dayatmaktadır. Hristiyanlaşma yâni modernleşme temâyülüne kapılmış olan müslümanlar da bunu tekrâr etmektedir. Hristiyan dîninin yozlaşması, Luther’ci “sünnet düşmanlığı”yla başlamıştır. İslâm Dîni sapasağlam ilk günkü gibi ortada durmasına rağmen müslümanların yozlaşması da yine “sünnet düşmanlığı” ile oluyor. Güzel örneklik olan Peygamberimiz’i örnek almayan müslümanlar, hristiyanlaşma temâyülüyle birlikte moderniteyi “sünnet” edinmiş durumdadırlar. 

 

Kapitâlizm, “hristiyanlığın kapitâlizme karşı sesini kısma” sürecidir. Şimdi de “kapitâlizme karşı İslâm’ın sesini kısma” süreci işliyor. Bu da hem şeytânî ideolojiler ve sistemlerle, hem de Sünnet’i yok saymakla yada takmamakla yapılıyor. Yâni pratikten, amel-eylemden vazgeçilmiştir. Zîrâ modernite sıkı-sıkıya tâkip edilmektedir. Müslümanlar Kur’ân’ı okuyorlar ama amel ve eylemleri Sünnet’e göre değil, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-modern-konformist-emperyâl batı’nın, hristiyan batı’nın işleyişine yâni sünnetine göredir. Kimin sünnetine göre davranıyorsanız, onun dînindensiniz demektir ki müslümanlar, hristiyan modern batı’nın dînine, hristiyanlaşma temâyülüyle birlikte adapte olmuşlardır ve olmaktadırlar. 

 

Hristiyan batı’nın tüm putperestlik uygulamalarını müslümanlar da şiâr edinmiş durumdadırlar. Dîni “zamânın rûhuna uygun hâle getirmek” düşüncesi tüm insanlığı sardığı gibi müslümanları da sarmıştır. Oysa “zamânı dînin rûhuna uygun hâle getirmek” gerekir ki İslâm zâten bunun için gönderilmiş ve peygamberler de bunun mücâdelesini vermişlerdir. İşte müslümanlar ve insanlık, peygamberlerin sünnetinden mahrumdur ki bu mahrûmiyet nice mâsumiyetlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

 

İnsanlar; toplumsal, ekonomik, siyâsî ve ilmî güçlerini kaybettiklerinde yada bu özellikleri zayıfladığında ve kendilerini yetersiz gördüklerinde -görece- kendilerinden üstün gördükleri kişileri taklit etmeye başlarlar ki “hristiyanlaşma temâyülü”nün başlangıcı böyle olmuştur. Bu temâyül, müslüman toplumun sâdece siyâsî-ekonomik-kültürel alanında değil, dînî alanında da böyle olmuştur.

 

Ilımlı İslâm, batı İslâm’ı, Protestan İslâm, Amerikan İslâm’ı vs. gibi klişelerle müslümanlar hristiyanlaşmaya yâni moderniteye meyletmektedirler. Oysa daha önce bu süreçten geçen hristiyanlar, bunun bedelini maddî açıdan olmasa da mânevî açıdan ağır bir şekilde ödemektedirler ve bunun psikolojik baskısını azaltmak için de bu bedeli tüm Dünyâ ile paylaşmak istemektedirler. Yapmak yerine yıkmanın peşinde olmalarının bir nedeni de budur. Kendilerine verileni bırakmanın bedelini ağır bir şekilde ödemektedirler. Oysa daha önce bu konuda Allah’a söz vermişlerdi:

 

“Ve: ‘Biz hristiyanlarız’ diyenlerden kesin söz (mîsak) almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyâmete kadar aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapa-geldikleri şeyi onlara haber verecektir” (Mâide 14).

 

“Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin” (Matta: 5/39).

 

“Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için duâ edin” (Matta: 5/44).

 

İncil’deki bu âyetler, modern müslümanların ve hristiyanlaşma temâyülündeki kişilerin, kendileri dışındaki müslümanlara verdikleri direktiflerdir. Oysa İslâm’da “kısasa kısas” vardır ve zulme karşı tâviz verilmez. Bu yüzden İslâm’ın düşmanları korku içinde olurlar. 

 

Müslümanların ve de diğer Dünyâ insanlarının hristiyanlaşma temâyülü, en çok da siyâsi alanda kendini göstermektedir. Dinden kopuk ve bağımsız bir siyâsete sâhip olan modernite, siyâseti dinden bağımsız olarak belirleyince ve hayâta Allah’ı karıştırmayınca hem siyâset bozulmuş, hem de sosyâl, ekonomik ve kültürel alanlarda krizlerin yaşanmasına neden olmuştur. Cumhuriyet, demokrasi, kapitâlizm, liberâlizm vs. gibi din-dışı ideolojiler ve sistemler, küresel ve yerel tâğutları “Dünyâ’nın efendisi” ve yöneticisi kılarken, Dünyâ’nın genelini ise “modern köleler” hâline getirmiştir. Yâni, aslında bir hayrı olmadığı gibi Dünyâ’yı, “şerrin merkezi” hâline getirmiştir. Küçük bir azınlık mutlu(!) olurken, Dünyâ’nın çoğunluğu maddî zorluklar; açlık, susuzluk, evsizlik, çıplaklık, savaş ve ölüm içinde kıvranırken, bir diğer bölümü de mânevi açlık ve ölümlerle muzdarip olmaktadır.

 

Peki insanlar niçin çok az sayıdaki “şeytanın uşakları” olan tâğutlara bir şey diyememektedirler?. Çünkü hristiyanlaşma temâyülüne girmişlerdir ve buna göre düşünmekte ve davranmaktadırlar. İncil’in tahrif edilen bölümlerinde buna çanak tutan yönler vardır:

 

“Herkes, altında yaşadığı yönetime itaat etsin. Çünkü Tanrı’dan kaynaklanmayan hiç-bir yönetim yoktur. Vâr olan tüm yönetimler Tanrı tarafından têsis edilmiştir. O yüzden yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur ve yargılanmalıdır” (Pavlus, Romalılara Mektup 13:1-2)

 

Batı hristiyanlığı yada modernite, kendisini “din” edinmeyenlerle savaşmakta, onları yok etmek istemektedir. Tâ ki onlar gibi olana kadar, yâni onların dinlerine girene kadar:

 

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

 

Batı; “Hristiyan dîni”nden vazgeçti fakat, “Hristiyan kîni”ni sürdürüyor. Üstelik bu kîni tüm Dünyâ’ya yaymak ve kabûl ettirmek istiyor. Bu kin aslında dîne ve Allah’a olan kindir. Peygamberlere duydukları kindir. Tabi batı’da da bu durumdan şikâyetçi olan bir-çok insan vardır ve bu durumun değişmesini istemektedirler. O yüzden onları ayırmak ve temize çıkarmak gerekir. Çünkü Allah bu ayırımı yapar:

 

“Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanırlar” (Âl-i İmran 113).

 

“Şüphesiz, îman edenler(le) yahudiler, hristiyanlar ve sâbîler(den kim) Allah’a ve âhiret gününe îman eder ve sâlih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 62).

 

Hristiyanların hepsinin aynı olmadığını ve Hz. Îsâ’ya uyanların da olduğunu gösteren bir âyet de şudur:

 

“Hani Allah, Îsâ’ya demişti: Ey Îsâ, doğrusu senin hayâtına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim” (Âl-i İmran 55).

 

Roma Devleti, hristiyanlar çoğalıp etki göstermeye başladığında onlarla bir uzlaşmaya gitmenin yararını ve zorunluluğunu gördü. Yapılan konsüllerde, “kadim putperest Roma aklı” ağır bastı. Sonuçta hristiyanlar işbirliğine gitmek ve hristiyanlığı Roma putperestliği ile meczedip karıştırarak “hayattan kopuk bir din” şeklinde güncellenmesine  râzı oldular. Kiliselerin özerk bir yapı olarak ortaya çıkması bundan sonra başladı. Zâten bu duruma karşı çıkanlar için de manastırlara kapanmaktan başka çâre kalmadı.    

 

Tüm bunların sonucunda hristiyanlık, “şeriatsız bir din” hâline geldi ve günümüze kadar öyle kaldı. Hristiyanlık o günden bêridir bir “îtikad, ahlâk, duâ, hoşgörü ve sevgi dîni”ne dönüştü. Hâlbuki hristiyanlığın bir Peygamber’i olduğu için bir şeriatı ve sünneti de vardı. İşte Roma’nın himâyesine giren hristiyanlar, böylelikle hristiyanlığı “Peygambersiz bir dîn”e çevirdiler. Bu bağlamda Hz. Îsâ’nın -hâşâ- “Allah’ın oğlu” olduğu küfrü de dinleştirildi. Hz. Îsâ, “Allah’ın kulu ve resûlü” olmaktan, “Allah’ın oğlu” olmaya çevrilince hristiyanlar “peygambersiz” kaldılar.

 

İşte; modernitenin ağır kuşatması ve baskısı karşısında ilmî, siyâsi, ekonomik ve kültürel alanda direnemeyen müslümanlar, ezikliğin suçunu târihlerinde ve dinlerinde görmeye başladılar. Zâten oryantâlistler de buna çanak tuttu. Böylece kendi târihlerini kötülemeye başladılar. Bu uğurda “sâdece Kur’ân” söylemiyle Peygamber’i ve dolayısı ile Sünnet’i inkâr ve iptâl etme yoluna girdiler. Batı’yı taklit edince, Yunan düşüncesi, Roma siyâseti ve hristiyan kültürünü de taklit etmek zorunda kaldılar. Sonuçta hristiyanların ulaştığı âkıbete düştüler. Artık İslâm da, “peygambersiz” ve dolayısı ile “pratiksiz” bir din olma yoluna girdi. Bakıldığında İslâm, modern müslümanlar tarafından “sevgi, barış, kardeşlik ve hoşgörü dîni”ne döndürülmeye başlamıştır. Kamusal alanda işlevsiz durumdadır. Müslümanlar İslâm’ı, “bireysel inanç, ahlâk, ibâdet ve düşünce dîni”ne döndürmede hızla yol almaktadır. Öyle ki, artık “İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsi hayâta da hâkim olması” gerektiğinin söylemi bile yapılamıyor. Bu söylemde bulunanlar “câhil, yobaz, aşırı ve terörist olarak” görülüyor, şiddet yanlısı îlan ediliyor ve hattâ kovuşturmaya uğruyor. Zîrâ ağır bir hristiyanlaşma temâyülü” baş-göstermiştir.     

 

Ortaçağda Yunan düşüncesi (Aristo) ve aklıyla “İncil’e bakarak” şirk koşan hristiyanlık, modern zamanda da yine Yunan ve Roma merkezli olarak, “tabiata bakarak” şirk koşmaktadır. İki dönemde de aslında aklı ön-plâna çıkarmıştır. Modernite, sâdece bir kısım insanların değil, moderniteye îman etmiş olan tüm insanların aklını putlaştıran seküler bir ideolojidir.   

 

Hristiyanlıkta haftada bir kiliseye gitmek “dindarlık” için yeterli görülür. İslâm da bu hâle getirilmek isteniyor ve bir kenarda-köşede haftada bir yada iki kere bir araya gelerek bir şeyler konuşmak “müslüman ve dindar olmak” için yeter zannediliyor. Oysa İslâm, bilmekten çok “yapmak” ile ilgilidir. Mü’minlerin görevi, Hayâtın tüm alanında İslâm’a göre edip-eylemektir. Zâten “bilmek”, “yapmak”la tamamlanır. Aksi-hâlde bilmek eksik kalır ve bilgi bir türlü bilince dönemez ve kişi de cehâletten tam anlamıyla arınamaz.  

 

“Sezar’ın hakkını Sezara, Allah’ın ahlâkını Allah’a verin” sözüyle ifâdesini bulan düşünce, “hristiyanlaşmış müslümanların da düşüncesi olmaya başlamıştır. Oysa İslâm’da lâiklik yoktur ve söz-konusu olamaz. Zîrâ İslâm’da din ve devlet ayırımı yoktur.

 

Müslümanların hedefi, hristiyan-dünyâ gibi olmak değildir, olmamalıdır. İslâm’ın her alanda kendine has bir potansiyeli vardır ve bu, “Dünyâ’yı yıkma merkezli” değil “yapma merkezli”dir. Bu zâten 1.000 yıl boyunca da görülmüştür. Tabi Dünyâ cennet de değildir. Dünyâ bir imtihan alnıdır ve bu imtihan ancak İslâm’ın hâkimiyetindeyken verilebilir ve sınavdan yüz-akıyla çıkılabilir. Tabi bunu bedelleri vardır. Zâten sorun da özellikle müslümanların bu bedeli ödemek istemeyişleri yada bedeli göze alamayışları nedeniyle sürmektedir. Zîrâ ağır bir hristiyanlaşma temâyülü ve modernite baskısı vardır. Bu baskı, dînin kâlplere-vicdanlara-zihinlere hapsedilmesine sebep olmakta ve hayatta amel-eylem şeklinde gözükmesini engellemektedir. Temâyülün en önemli görünümü, “îman ile amelin ayrılması” (lâik) noktasındadır. Maalesef müslümanların her biri birer Luther olmuş, îman ve amel arasını açmakla uğraşmaktadır.

 

Yapılması gereken şey ise bellidir. Allah bize bir “kurtuluş reçetesi” (Kur’ân) göndermiş ve uygulamasının nasıl olacağını gösteren örnek insanı da göndererek İslâmî hareket metodunu tüm zamanlar ve mekânlar için ortaya koymuştur. Geriye, müslümanların tüm gayri İslâmî temâyüllerden vazgeçip, samîmi, ciddî ve dirâyetli bir İslâmî sürece girmesi ve İslâmî yönde bir değişim-dönüşümü gerçekleştirmesi olacaktır. Zâten âhirette de insanları kurtaracak olan şey budur.

 

İzzeti İslâm-dışında aramak mü’minlere yakışmaz. Zîrâ izzet ve şeref için Allah yeter:

 

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

İnsanların ve müslümanların İslâm’dan başka çâresi de, kurtuluş reçetesi de yoktur. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder