6 Aralık 2019 Cuma

Dîni İfsâd Edenler: Din-Adamları ve Siyâsiler


“Aralarında Allah’ın indirdiği ile de hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86; A’raf 3).

 

1.400 yıldır İslâm târihinde ortalık klâsik ve modern anlamda “hadis”, “rivâyet” ve “hurâfe” adı altında uydurmalar ve “zırvalık” diyebileceğimiz sözlerden geçilmiyor ve genel halk bunları “din” zannediyor ve bunlara sıkıca yapışıyor. Üstelik bu uydurmalar insanları “gerçek din”den yâni Kur’ân’dan ve onun “hayat pratiği” olan Sünnet’ten uzaklaştırıyor. Böylece “uydurulmuş bir din ve siyâset” ortaya çıkıyor. Uydurulmuş dîne ve de siyâsete uyanların akılları ve kâlpleri blôke oluyor ve Peygamber’in iç ve dış âlemini inşâ eden şeyin Kur’ân olduğu yalın gerçeğini bile düşünemez hâle geliyorlar. Sünnilerin 1 milyon ve Şiilerin 1 milyon olmak üzere toplamda yaklaşık 2 milyon hadis olduğundan söz ediliyor. Tüm bu sözleri Peygamber’in söylemiş olması zâten akla ve mantığa terstir. Zîrâ Peygamber hiç-bir şey yapmadan devamlı olarak konuşmuş olsa bile bu kadar çok söz söyleyemez.

 

Tabi Peygamber hiç-bir söz etmemiş de olamaz. Aksi-hâlde “klâsik târif” olan “ara kablosu” ve “postacı” konumunda olurdu ve hattâ eğer Peygamber sâdece vahyi alıp iletmekle görevliyse ve başka hiçbir şey yapmadıysa, o zaman vahyin iletilmesi için bir insana da gerek yoktur. 

 

Peygamberimiz tabî ki de, aldığı vahiyleri insanlara duyurmaktan başka, âyetler hakkında soru soranlara cevap vermiştir ve âyetler hakkında görüşlerini ve âyetlerden anladığı söylemiştir. Bunlar da dinleyenler tarafından “hadis” diye aktarılmıştır. Fakat bunların sayısı kanımca 500 ile en fazla 1.000 arasında olabilir. Zâten bizzat Peygamber’e âit olan sözler hemen göze çarpar. O hâlde kayıtlara geçmiş olan tüm hadislerin %100’ünün reddedilmesi doğru olmaz. Ama %99’u için “uydurma” denebilir.

 

Yine, 1.400 yıllık İslâm târihini tümden kötü görerek inkâr etmek de doğru değildir. Aksi-hâlde “bir sınır olmadığında hiç-bir sınır olmayacağı” için, eğer bir şeyi ölçüsüzce reddetmeye başlarsanız, bu reddetme belli bir yerde durmaz ve hiç gelmemesi gereken yerlere bile gelmeye başlar. Hadislerin tümünü reddedenlere baktığımızda, âyetlerin tümünü de kabûl etmekte zorlandıklarını görmeye başlıyoruz. Reddetme buraya kadar geliyor. Gelenekçiler âyetleri hadislere boğdurarak inkâr ederken, târihselciler âyetlerin çoğunu târihe hapsederek âyetleri inkâr ediyorlar. Modernistler de aşırı yoruma boğarak ve böylece âyetleri başkalaştırarak inkâr ediyorlar. Siyâsiler ise vahye göre hükmetmedikleri için âyetleri inkâr etmiş oluyorlar. Hadisleri yada 1.400 yıllık târihte yazılanları, söylenenleri ve yapılanları tümden reddetmek ve değersizleştirmek, belli bir yerde durmayınca, iş Kur’ân’ın âyetlerini değersizleştirmek ve daha da kötüsü bâzı âyetleri inkâr etmeye kadar varıyor. Bu bağlamda “19’cular”ın Tevbe Sûresinin son 2 âyetini inkâr edip iptâl etmeleri bâriz bir örnektir. Kısır akıllarıyla ortaya koydukları “programa uymuyor” diye Kur’ân’ın âyetlerini Kur’ân’dan çıkarmaya cüret edebiliyorlar.

 

1.400 yıldır İslâm târihi boyunca yazılan ve söylenen her-şeyi tümden inkâr ve iptâl etmek, şöyle bir sonuca da getirir bizi.. Şimdi biz de bir şeyler yazıyoruz ve söylüyoruz ya; bizden 100-200 yıl sonra yaşayanlar da, -güyâ Kur’ân’ı merkeze aldıkları için- bizim şu-anda Kur’ân-merkezli olarak yaptığımız çalışmaları inkâr edeceklerdir. Şimdi de bizim söylediklerimiz 100 yıl sonra yaşayanlar için “hurâfe” olacaktır. Hâlbuki biz Kur’ân’ı merkeze alan bir din anlayışından bahsediyoruz. Tümden iptâl etmenin böyle bir sonucu olur.  O hâlde mümeyyiz bir akılla ayıklama yapmak ve işin hakkını verenleri ayırmak gerekir. Tabi dîni yozlaştıranları, ifsâd edenleri ve halkı yanlış bir din inancına sokanları da hem ağır bir şekilde eleştirip îtirâz etmeli, hem de artık onların hâkimiyetini bitirecek şeyler yapmalıyız. 

 

Ben şahsen sayıları 500 ile 1.000 arasında, gerçekten de Peygamberimiz’in ağzından çıkmış olan ve âyetler hakkındaki görüşlerden ve sorulara verilen cevaplardan oluşan sözler söylemiş olduğunu kabûl ediyorum. Bu hadisler “Kur’ân’a paralel bir din” ortaya koyan sözler değildir, olamaz da. Fakat benim için bu sözlerden daha çok, “Peygamber’in 23 yıl boyunca İslâm adına yaptıkları” önemlidir. Zâten “yapmayacağınız şeyi söylemeyin” âyeti uyarınca ve Peygamberimiz de yapmadığı bir şeyi söylemeyeceğine göre, o hâlde Peygamberimiz’in ne söylediğinden çok ne yaptığı önemlidir ki Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca vahiy-merkezli olarak, vahyin kendisine yüklediği sorumluluğun bir sonucu olarak “vahyi hayâta aktarma” anlamında yaptıkları önemlidir ve “Sünnet” de budur. Zâten Ahzâb Sûresi 21. âyetinde de: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” denir. Bu âyet Kur’ân’da bulunduğu için kıyâmete kadar geçerlidir. Bu âyete göre Peygamberimiz, vahyi hayâta aktarmada ve yaşamada hattâ vahyi hayâta hâkim kılmada, “ulaşılamaz ve aşılamaz” ideâl bir örneklik ortaya koymuştur. Biz bu örnekliğe bakarak kendi zamânımızda vahiy-merkezli dîni hem kendi içimizde ve hem de hayatta hâkim kılmalıyız. Hikmet denilen şey budur ve hikmet, “ilmi, doğru ve faydalı eyleme yâni sâlih amele çevirebilmek” demektir.

 

Peygamberimiz kendisine inen vahiylere göre iç-âlemini inşâ ettikten sonra dış-âlemde de bir pratiklik ortaya koymuştur. Hayâtın her alanında vahiy-merkezli bir hayat hedefi olmuştur. “Örneklik” zâten budur. “Güzel örneklik”, hayâtın her alanı için geçerlidir. Peygamberimiz bu örneklikle, ideâl bir İslâmî hareket metodu, vahyi hayâta aktarma kılavuzu ve “on numara mü’min olarak nasıl yaşanılır”ın pratikliğini göstermiştir. İşte buna literatürde “Sünnet” deniliyor. Güzel örneklik (usvetün hasenetün) “Sünnet”tir.

 

Bâtıl-merkezli bir hayatı savunanlar, “güzel örneklik”i es geçerler ve vahyi de bâtıl ve modern-merkezli olarak yorumlarlar. Zâten bunu yapabilmeleri için “güzel örnekliği” görmezden gelmeleri gerekir. Ya aşırı yüceltmeyle yada görmezden gelmeyle Peygamber örnekliği göz-ardı edilir ve bâtılın egemenliği sürdürülür. Peygamber örnekliğini es geçenler Ahzâb Sûresi 21. âyetinden hiç bahsetmezler. Bu örnekliği “sâdece Kur’ân okumak” zannediyorlar. Oysa örneklik hayat ile ilgilidir. Hayâtın her alanıyla ilgili yaşanan şeylerdir örneklikler. Ahzâb 21. âyet çok açıktır. Uydurma hadislere-rivâyetlere (haklı da olarak) olan karşılık ve düşmanlık, Peygamber’i göz-ardı etmeye dönüşmemelidir. Çünkü bilgi ve bilincimizin kaynağı tabî ki de Kur’ân’dır fakat Kur’ân sâdece “zihinlerin, kâlplerin ve vicdanların kitabı” olmayıp hayâtın tam ortasında ve her alanında da gözükmesi ve hattâ hâkim kılınması için bir pratikliği de emredilmiş ve gösterilmiş olan bir Kitap’tır. İşte Peygamber bu pratikliği en ideâl bir şekilde ortaya koymuştur ki “güzel örneklik” bu demektir. O hâlde bu âyet Kur’ân’da bulunduğuna göre “amel ve eylemin örnekliği de bizim için kıyâmete kadar bâki olacak” demektir. Zihinlerimiz ve kâlplerimiz Kur’ân ile inşâ olduktan sonra bu örnekliği de hesâba katarak günümüzde biz de “güzel örnekliğe paralel” bir örneklik ortaya koymalıyız. Zîrâ vahyin bir insan aracılığı ile gönderilmesinin nedeni, onun hayatta pratiğe de dökülmesi içindir.

 

Gelenekçiler, târihselciler, modernistler ve de siyâsiler, “dîni mânâya indirgemek” noktasında birleşmektedirler. Sanki “din ayrı, dünyâ ayrı”dır ve “Kur’ân ve Sünnet, sâdece dinden bahseder ve dünyâ-hayâtına karışmaz” gibi bir algı ortaya koyuyorlar. Tabi böyle olunca dünyâ-hayâtına karışmak beşer olanlara yada ipleri ellerinde tutanlara kalıyor ve hayat onların cehâletlerine, çıkarlarına ve arzularına göre belirleniyor. Bu nedenle de, küresel ve yerel tâğutlardan korkan ve çekinen gelenekçiler, târihselciler ve modernistlerden bu üçlü grup, dînin en önemli kavramları olan tevhid, küfür ve şirki hayattan soyutlayarak “sâdece din”e yâni “sâdece mânâ”ya indirgiyorlar. Meselâ “Allah’ın hükümlerinden başka bir hüküm koymak şirktir” derken, bunu sâdece “dîn anlamında” ve “dîne has” olarak kullanıyorlar. Hâlbuki Kur’ân, bunu hayâtın her alanı için söyler. Allah’ın hükümlerinden başka hüküm koymak, sosyâl, kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyâsi her alanda şirk ve küfürdür. Özellikle de siyâsî alanda Allah’ın hükümlerine aykırı hüküm koymak şirktir, küfürdür ve dolayısı ile de zulümdür. Din, hayâtın her alanına; toplumsal, sosyâl, ekonomik ve siyâsî alanına da karışır ve dînin hükümleri tüm zamanlar ve mekânlar için geçerlidir.

 

Modern zamanlarda toplumun tasavvurunu, düşüncelerini ve dolayısıyla amel ve eylemini şekillendiren sosyâl teorisyenlerin ortaya koyduğu teorilerin, seküler teorisyenlerin ortaya attığı ve siyâsiler tarafından uygulanan “Allah’sız ideolojiler”in ve siyâsîlerin vahye tam aykırı olarak çıkardıkları kânunların, dîni, din-adamlarından çok daha fazla yozlaştırıp ifsâd ettiğinden hiç bahsedilmiyor. Böyle olunca da halk, moderniteden ve din-dışı ideolojilerden (lâiklik, demokrasi, kapitâlizm, liberâlizm vs.) çok da bir rahatsızlık duymuyor. Yada bu konuları ve sorunları ilk sıraya almıyor. Bu nedenle din-adamları (çok haklı olarak) suçlandıktan sonra, küresel-seküler siyâset, siyâsiler ve onlara çanak tutan modern din-algıları ve bu algıyı ortaya koyanlar da suçlanmalıdır. Zîrâ siyâsiler, bâtılın yasama ve yürütmesini yapmaktadırlar ve bâtılın pratiğini uygulamaktadırlar.

 

Kur’ân; içki, kumar, zinâ, fâiz ve adâletsizliği apaçık ve mutlak anlamda yasaklarken, siyâsiler ise, içkiyi daha düne kadar kendileri üretiyordu. Şimdi ise denetimini yaparak ve vergisini alarak bu “şeytan-işi pisliği” desteklemiş oluyorlar. Kumarı daha düne kadar “milli” adı altında kendileri oynatırken, şimdi ise denetimini yapıp vergisini alarak kumarı desteklemiş oluyorlar. Zinâyı da kendi denetimlerinde olduğu ve vergisini aldıkları için desteklemiş oluyorlar. Fâizi ise kendileri alıp-veriyor ve hattâ oranlarını belirliyorlar. Seküler sistem fâizi bir “Dünyâ gerçeği” olarak kabûl etmiş durumdadır. Oysa Allah kat’i bir şekilde içkiyi, kumarı, zinâyı ve fâizi yasaklayıp haram kılmıştır. Fâiz almayı “Allah ve Peygamber’e savaş açmak” olarak ifâde etmiştir. Şimdi; siyâsilerin bu yaptığı da “dîni yozlaştırmak ve tahrip etmek” olmuyor mu?. Bu da bir tahrif ve tahrip değil midir?. Çünkü Allah’ın “haram” dediklerini “helâl” yaparlarken, “helâl” dediklerini ise haramlaştırıyorlar. Siyâsiler bunları yapmakla yâni Allah’ın hükümlerine karşı hüküm koymakla şirk koşmuş ve küfretmiş olmuyorlar mı ve dolayısı ile de zulmetmiş olmuyorlar mı?. Çünkü bu yaptıkları, “kendilerini ilahlaştırmak”tır. Parlamentolarda Allah’ın kânunlarına tam aykırı kânunları yaptıkları için ve halk da bunları destekledikleri için şirke ve küfre düşmüş olmuyorlar mı?. Gelenekçiler, târihselciler ve modernistler bunlara kitaplarında hiç değinmiyor. Böyle olunca da bunların kitaplarını okuyanlar, konuşmalarını dinleyenler, şirkin, küfrün ve dolayısı ile de zulmün, sâdece belli bir zaman önce yaşayan insanlara has olduğunu düşünmeye başlıyorlar ve vuruyorlar geleneğe. Sonuçta da seküler siyâset, siyâsiler ve bunlara çanak tutanlar eleştirilmiyor. Oysa siyâsilerin yaptıkları da “atalara tapmak”tır, “dîni tahrip etmek”tir, “şirki ve küfrü yaygınlaştırmak”tır. “İş-başına geçince karada ve denizde fesat çıkarıp ekini ve nesli ifsâd edenler” sâdece belli bir zaman önce yaşamış olan kâfir ve müşrikler değil, daha çok seküler ve dînî teorisyenler, ipleri elinde tutan sermâyedarlar ve Allah’sız ideolojilere göre eylemde bulunan siyâsilerdir. Gelenekçiler, târihselciler ve modernistler, “suç ortakları” oldukları için kitaplarında-yazılarında bunlara hiç değinmezler. Serdar Duman:

 

“Türkiye’de İslâm adına konuşan, yazan, çizen entelektüel yada ilim-adamı vasfıyla bilinen kimseler halkın kafasını karıştırmaya devâm ediyorlar. Bir kısmı geleneğin zaaflarını görmezden gelerek dîni gelenek ile özdeşleştirirken, diğer bir kesim de modernliğin zaaflarını görmezden gelerek modern bir din inşâsına soyunuyorlar” der.

 

Târih, hayâtın hak-merkezli mi yoksa bâtıl-merkezli mi yönetileceğinin mücâdelesinin târihidir. Hak-merkezli yönetimde, idâreciler Allah’ın sözüne (vahiy) göre hareket ederlerken, bâtıl-merkezli yönetimde ise, beşerin cehâletine, arzularına ve çıkarlarına göre hareket edilir. Hak-merkezli yönetimde de bâtıl merkezli yönetimde de her zaman bu iki yönetim-şeklinin taraftarları olmuştur. Bu İslâm târihinde de böyledir. Sahabe ve ondan sonra gelen “hakka göre olsun” diyenler hak-merkezliliği savunurlarken, Peygamberimiz’in vefâtından bir süre sonra bâtıl-merkezliliği savunanlar da çıkmış ve yönetimi ele geçirmişlerdir. Bu süreç bir bakıma belli oranda zorunlu olabilir. Zîrâ Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve imtihan bir mücâdeleyi gerektireceği için, hak-bâtıl çatışması her dâim olacaktır. Biz bu yazıda kısaca, hak-merkezlilik yerine bâtıl-merkezliliği savunan ve dîni mânâya indirgeyen din-adamları ve seküler siyâsilerden bahsedeceğiz..  

 

1-Din-adamları

 

“Ey îman edenler!; gerçek şu ki, bilginlerinden ve ruhbanlardan çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele” (Tevbe 34).

 

Her peygamber, gönderildiği toplumlardaki siyâsilerden, zenginlerden ve din-adamlarından muhâlefetin her türlüsüyle ağır bir muhâlefet görmüşlerdir. Zîrâ onları ağır bir şekilde eleştiriyorlar ve onlara îtirâz ediyorlardı. Bu bağlamda meselâ Hz. Îsâ din-adamlarına şöyle diyordu:

 

“Vay hâlinize ey din-bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler!. Tek bir kişiyi dîninize döndürmek için denizleri, kıtaları dolaşırsınız. Dîninize döneni de kendinizden iki kat cehennemlik yaparsınız” (Matta 23: 13-14).

 

Peygamberimiz’in vefâtından bugüne kadar, din ve Peygamber adına uydurulmuş geniş bir külliyat vardır. Başta isrâiliyat olmak üzere, İslâm’a yeni katılanların, önceki dinlerinden ve geleneklerinden getirdikleri, Arapların örf, âdet ve gelenekleri ve de şeytanın da fısıldamalarıyla ortaya çıkarılan uydurmalar ve hurâfeler, dîni bulanıklaştırmış, akla ve mantığa aykırı bir hâle getirmiş ve İslâm’ı “dinlerden bir din” yapmıştır. Oysa İslâm, “Allah katındaki tek din”dir. Dinde yapılan tahrifat ve tahribatlar, “Kur’ân’ı merkeze almama”nın bir sonucudur tabî ki. Kur’ân-merkezli değil de, din-adamları merkezli bir din anlayışında dînin temeli olan Kitap arkaya atılmış ve din-adamlarının yorumu ön-plâna çıkarılmıştır. Böylece ortaya din-adamlarının yetersiz ve kısır akılları ölçüsünde bir din çıkmıştır ki bu bâtıl dînin tüm zamanlar ve mekânlar için bir karşılık bulması ve iyiliğe götürmesi imkânsızdır. Şu da var ki, din-adamları, uydurmalara bağlı olan popülerliklerinin devamlılığını, tüm zamanlarda siyâsilerin etkisiyle sağlayabilmiştir.

 

Dînin, klâsik ve modern anlamda uydurma rivâyetler ve hurâfelerle dîni tekeline almış olanlar tarafından ifsâd edildiği ve aslından uzaklaştırıldığı bilenler için çok açıktır. Zîrâ bu kişiler yâni din-adamları denilen kesim, dinde yâni söz ve amel bütünlüğünde Kur’â ve Sünnet-merkezli değildirler. Peygamber’e ve sahabeye yeten vahiy, bunlara yetmemiş ve dîne, kısır akıllarına yada bencil çıkarlarına, korkularına ve cehâletlerine uygun ilâveler yapmışlardır. Bu ilâveler zamanla dinleşmiş ve hattâ Kur’ân ve Sünnet’in bile önüne geçebilmiştir. Kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün görmüşler ve demişlerdir ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız ve bilgimiz vahiyden üstündür” demeye getirmişlerdir. Sâdece âyetlerin de değil, hadislerin de mensuh kabûl edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. El-Kerhî aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yâhut mensuh kabûl edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). Allah ise bu zihniyete karşı tüm zamanlar ve mekânlar için şu âyetini göndermiştir:

 

 “Yoksa onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat kıldılar)?. Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûra 21).

 

Şu da var ki, dînin uydurmalara ve rivâyetlere boğulmasının nedeni olarak sâdece “gelenekçi din-adamları”nı suçlamak eksik kalır. “Modern din-adamları” da dînin ifsâdında önemli bir paya sâhiptirler ve hattâ günümüzde ağırlıklı olarak modern din-adamları dîni ifsâd etmektedir. Tamam, tabî ki dîni “babalarının  malı” zanneden din-adamları din hakkında atıp-tutmuş ve istedikleri gibi hurâfeler ortaya atarak ve rivâyetler üreterek yada kullanarak dîni Kitap-merkezli olmaktan çıkarmışlardır. Böylece din, insanı ve Dünyâ’yı aydınlatacak etkiden uzaklaşmıştır. Fakat suç sâdece din-adamlarında da değildir. Hattâ suçun büyüğü din-adamlarından daha çok, siyâseti elinde tutanlarda ve bunlara çanak tutan yandaşlardadır. Bu yandaşlar içinde gelenekçiler de vardır, târihselciler de vardır, modernistler de vardır. Dîni ifsâd eden iki kesimden din-adamları, hem klâsik anlamda (gelenekçiler) hem de modern anlamda (târihselci-modernist) din-adamlarıdır.

 

Din-adamlarının ortaya koyduğu “uydurulan dîn”in iptâl edilmesi, bilinçli bir İslâm toplumun yönlendirmesi ve siyâsilerin de bunu istemesiyle olacaktır. Klâsik ve modern anlamda “uydurulmuş din”den kurtulmak için siyâsilerin de vahiy-merkezli olması şarttır. Aksi-hâlde insanlar bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân ile yeniden bilgilendirilip bilinçlendirilene kadar hurâfeler “din” zannedilmeye devâm edilecektir.

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Târihselcilik, “Kur’ân’ın bir bölümüne (Mekke) inanıp bir bölümünü (Medîne) ise târihte bırakmak” demektir ki aslında bu, Kur’ân’daki çoğu âyeti “tınlamamak” anlamına gelir. Zâten târihselciler çoğunlukla Medenî âyetlerden oluşan bu âyetlere “ölü âyetler” demektedirler.

 

Târihselcilik, “Kur’ân’ın belli bir târihî dönemde indiği, o târihe hitâp ettiği, indiği zamâna uygun bir metin olduğu, bu nedenle de bu metnin yâni Kur’ân âyetlerinin tamâmının tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olamayacağı, Kur’ân’da sâdece ahlâkî yada Mekkî sûreler ve âyetlerin “evrensel” olabileceği, diğer âyetlerin -ki özellikle Medenî sûre ve âyetlerin- ise hükmünün nesh edildiğini ve indiği târihle ve Mekke ve çevresindeki Arapları kapsadığı, bu yüzden de 1.400 yıl önceki hükümlerin çağımızda bir uygulama alanı olmadığından ve bulmayacağından dolayı artık nesh olduğu ve geçersizleşerek hükmünü yitirdiğini” düşünmek ve söylemektir. Buna göre Kur’ân’ın hükümleri ve emirleri, indiği târihte okunup anlaşılacak ve sâdece mânâsı (lafzı değil) çağa uygun olarak yeniden yoruma tâbi tutulup günümüze taşınabilecektir.

 

Bu düşünce modern bir düşüncedir. Zâten modernitenin ağır baskısı ve kuşatması altında savunmacı (apolejetik) bir düşünce olarak gelişmiştir. Bu görüşü savunanlar, batı’dan ve moderniteden, müslüman oldukları için neredeyse özür dileyecekler ve -hâşâ- Allah’ı böyle bir metin indirerek “başımızı belâya soktuğu” ve “batı karşısında ezik duruma soktuğu için” kınayacaklardır. 

 

Bu süreç, hristiyan batı’nın, dinden kopması ve protestanlaşması, lâikleşmesi, demokratikleşmesi ve nihâyet de kapitâlist-liberâl-beşerî politikaları dinleştirerek, dîni kâlplere ve vicdanlara hapsetmesi sürecidir. Batı’nın peşinden adım-adım gidiliyor ve modern müslümanlar da buna çanak tutuyor:

 

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

 

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel örneklik” denmiştir:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

İşte bu örneklik ıskalandığında hak-merkezli değil, bâtıl-merkezli bir din ve siyâset açığa çıkacaktır.

 

Kur’ân’ı modern-merkezli okumak, Kur’ân’ın “modernizme uygun” anlaşılmasına ve modernizme göre yorumlanmasına neden olur. Böyle olunca da bir-çok âyet için ya “nesh edilmiştir” denilir yada “o âyetin anlamı o değil” diyerek mevcut modern-seküler sisteme uygun yorumlar yapılır ve anlamlar verilir. Tabî ki bu, aşırı zorlayarak yapılan yorumlamalardır. Gerek klâsik dönemde gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh edildiği için, yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını söylemişlerdir. Böylece seküler siyâsete alan açmışlardır.

 

2-Siyâsiler

 

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Siyâsilerin desteği ve izni olmasa, din-adamları istedikleri gibi at oynatamazlardı. Bu durum günümüzde de böyledir. Klâsik din-adamları dîni “babalarının malı” zannedip vahiy yerine, Arap örf-adetlerini, isrâiliyatı, şeyhlerinin kısır ve delilsiz fikirlerini vs. “din” diye anlatıyorlar. Halkın geneli için bu masallar daha kolay anlaşıldığı ve din diye anlatılan bu şeyler genel halkın kafa ve beden konforlarını çok da zorlamadığı için halkın teveccühünü çekiyor ve yoğun destek buluyor. Böylece halk, %98-99’u zırvalıklardan oluşmuş olan uydurmaları din zannediyor. Fakat dediğim gibi, bu durum aslında siyâsilerin de hoşuna gidiyor. Çünkü uydurma din, aklı kullanmayı, düşünmeyi ve ferâset kazanmayı blôke edip engellediği için, sonuçta halk, bir yanlışa karşı bir eleştiri, îtirâz ve hattâ isyanda bulunmuyor. Böylece siyâsiler de istedikleri hareket alanını fazlasıyla buluyorlar. Siyâsilerin özellikle diyâneti ve bâzı hurâfeci vâiz ve din-adamlarını desteklemesinin başka bir sebebi yoktur. Tüm zamanlarda siyâsiler “klâsik ve modern hurâfeciler”i desteklemiştir ve bu durum günümüzde de aynen devâm etmektedir.

 

O hâlde “klâsik din-adamları”nı suçladıktan sonra, hem resmî kurum olan diyânet, hem de akademisyenler de dînin yozlaştırılıp başkalaştırılması konusunda suçlanmalıdır. Çünkü dînin yozlaştırılması ve hurâfelere boğulması sâdece klâsik anlamda değil, modern anlamda da oluyor. Meselâ târihselciler vahyi târihselleştirerek etkisizleştiriyor. Örneğin şöyle diyorlar: “Kur’ân’ın çoğu âyetleri ‘ed-din’ değildir. Târihte kalmıştır ve günümüzde bir etkisi ve uygulanabilirliği olamaz. O âyetler sâdece teberrüken okunur”. Yine modernistler de, dini; modern-bilime, modern târihe, modern seküler siyâsete yâni modern dünyâya uydurmak için olmadık yorumlarla vahyi yorumlayıp tam da moderniteye uygun hâle getirmeye çalışıyorlar. Tabi bunu yapmak için çok aşırı yorumlar yaparak vahyi orijinâl anlamından kaydırmaları gerekiyor. İlginçtir ki siyâsiler bunları da destekliyorlar. Çünkü işlerine yarayan “modern hurâfeler”e uygun yorumlar yapılıyor. Seküler din-dışı siyâset tüm zamanlarda dîni kullanmıştır yada kullanmak istemiştir.

 

Toplumun tasavvurunu, düşüncelerini ve dolayısıyla amel ve eylemini şekillendiren teorisyenlerin ortaya koyduğu teorilerin; seküler teorisyenlerin ortaya attığı ve siyâsiler tarafından uygulanan “Allah’sız ideolojiler”in ve siyâsîlerin vahye tam aykırı olarak çıkardıkları kânunların, dîni, din-adamlarından çok daha fazla yozlaştırıp ifsâd ettiğinden hiç bahsedilmiyor. Böyle olunca da halk, moderniteden ve din-dışı ideolojilerden (lâiklik, demokrasi, kapitâlizm-liberâlizm vs.) çok da bir rahatsızlık duymuyor. Yada bu konuları ve sorunları ilk sıraya almıyor. Bu nedenle din-adamları (çok haklı olarak) suçlandıktan sonra, küresel-seküler siyâset, siyâsiler ve onlara çanak tutan modern din-algıları ve bu algıyı ortaya koyanlar da suçlanmalıdır.

 

Dünyâ’da son 200-300 yıldır Allah-merkezli düşünme ve edip-eyleme terk edilerek, beşer yâni akıl-merkezli bir düşünce-ideoloji ortaya çıkmış, bu düşünceye göre hareket edilmeye başlanmıştır. Bu durum, dîni istismâr edenler tarafından zulme uğratılmış olanlar için bir kurtuluş yolu olarak görüldüğünden, bu düşünce benimsenmiş ve yayılmıştır. Bir düşünce ilk ortaya çıktığında, Allah-merkezli olmadığından bozuk bir temele sâhip olsa da, insanlar mevcut durumu hemen bir-önceki duruma göre kıyasladıkları için, yeni durumu çok çabuk benimserler ve ona sımsıkı sarılırlar. Oysa o durum Allah-merkezli örnek toplumlar ve zamanlara göre çok da iyi değildir. İşte modernizm, hümanizm, rönesans, aydınlanma, bilim, akıl vs. gibi kavramlarla ifâde edilen yeni sistem, zamanla güçlenerek (bu güçlenmenin nedeni aslında hırsızlığa ve zulme dayanır) tüm Dünyâ’ya yayılmaya başlamış ve insanların genelinin desteğini  almıştır. Bunun yapılabilmesi için insanların fıtratlarına işlemiş olan dînin vicdanlara gömülmesi ve oraya hapsedilmesi şart olmuştur. Daha önceki kötü durumun sebebinin din olduğu söylenmiştir. Bu durum gerçekten de batı toplumları için geçerlidir ama İslâm toplumu için böyle bir durum bir-kaç istisnâ hâriç geçerli değildir. Böylece dînin yerini ilâhi olanı göz-ardı eden ve yadsıyan akıl almış, hayat “akla göre” daha doğrusu “nefse göre” düzenlenmeye başlamıştır. Tabi buna “düzen” denilebilirse. Aslında bu durum, insanın, kendini Allah’ın da -hâşâ- üstüne çıkarması anlamına gelir.

 

Modern müslümanlar, batı’lı filozofların zokasını yutmuşlardır. Aynen onların önerdiği düşünce ve amel-eylem sürecini izlemektedirler. Ahmet Hakan Çakıcı bu konuda şunları söyler:

 

“Aydınlanmanın en önemli temsilcileri; Descartes, İmmanuel Kant, John Locke, Jean Jacques Rousseau, Charles Montesquieu, François Marie Arouet de Voltaire, Denis Diderot, Jean Le Rond D'alembert ve David Hume’dur. Başlangıçta, Tanrıyı değil Tanrı adına konuşanları sorguluyor, kilisenin Tanrının öğretisini tahrip ettiğini, ‘uydurulmuş dîn’e değil, ‘indirilmiş Îsâ’ya’ inandıklarını söylüyorlardı. Mûcizelere karşı çıkıyor, Tanrının akıl ve bilim çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

 

Ancak; bilimin yasalarına mahkum olmuş, mûcize yapamayan, ateşin içine düşeni kurtaramayan, denizleri yaramayan, kötüleri cezâlandıramayan, iyileri ödüllendiremeyen yâni fakirlerin ve güçsüzlerin umut olup onların intikamlarını alamayan bir Tanrı kimsenin işine yaramazdı. Ve bu hareket kısa sürede Tanrı tanımaz (ateist) ve materyâlist bir çizgiye evrildi. Dönemin sembol sloganını İmmanuel Kant (1724-1804) dile getirdi: ‘Sapare Aude’ (Kendi Aklını kullanmaya cesâret et!, yada aklını kimseye emânet etme!).

 

Ortega Y Gasset şöyle der: ‘Bundan önceki çağda kalabalıklar, papazların, üstadların, asillerin etrâfında toplanmışlardı. İyiyi, kötüyü, yapılması yada yapılmaması gerekeni onlar söylüyorlardı. Sonra birileri o kalabalıklara; ‘neden onları dinliyorsunuz?. Sizin de aklınız var; pekalâ düşünebilir, iyiyi-kötüyü ayırt edebilir, siz de seçebilirsiniz’ dediler. Bu, kalabalıkların çok hoşuna gitti. Koşarak ‘merkeze’ geldiler. Seçmek istiyorlardı. Sorun şuydu: İlimleri yada yeterli tecrübeleri olmayanların fikirleri de olmuyordu. Neyi, nasıl seçeceklerdi?. ‘Endişe etmenize gerek yok’ dediler. ‘Her sabah ihtiyâcınız olan fikirleri Tv’lerden ve gazetelerden vereceğiz. Fikirsiz kalmayacaksınız’. Böylece kalabalık, her sabah kafasında bir sürü fikirle uyandı. Ancak bunların kendi fikirleri olmadığını da fark edemedi. Kafasının içinde âniden bulduğu fikirleri, diğerlerine duyurmak için heyecanla evden çıktı. Kimse, ‘herkesin aynı şeyleri bulmasından’ da şüphelenmiyordu. Çünkü kimsenin diğerini dinleyecek kadar vakti yoktu. Kazâ ile dinlese de bunu, ‘fikrinin doğruluğuna’ delil sayıyordu. Kitlelere ‘siz de düşünebilir ve seçim yapabilirsiniz’ demek, gerçekten seçim yapma bilgisine ve tecrübesine sahip olanları susturmak içindi”.

 

İnsan târih boyunca, her dâim “2 S”, “2 Ş”den ve “1 C”den dolayı yâni “servet-siyâset”, “şehvet-şöhret” ve “cehâlet”ten dolayı imtihanı kaybetmekte ve yıkılmaktadır. İnsanlar her zaman bu 2 S, 2 Ş ve 1C’den yıkılmaktadır. Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, bu formülasyonun 1 C’si ve 2 S’sidir. Müslümanlar en çok cehâlet ve servet-siyâsetten yıkılmaktadır. Servet ve siyâset birbirinin neden-sonucudur. Sarsıntı servet ve siyâsetle başlamış ve yıkılış da yine servet ve siyâset ile olmuştur. Müslümanlar için 2 Ş çok fazla etkili olmamıştır. Müslümanları yıkan şey, cehâlet, servet ve siyâsettir. Siyâset, servete de kavuşmanın bir yolu(!) olduğundan, insanlar/müslümanlar siyâsete aşırı kapılmışlar ve kapılmaktadırlar. Fakat bu siyâset Allah-merkezli olan siyâset değildir ve zâten Allah-merkezli siyâset, servete-şöhrete kavuşmanın değil, fedâkârlığın, zorluğun bir kapısıdır. Eskiden samîmi müslümanlar kendilerine bir görev tevdî edildiği zaman, sorumluluğundan dolayı o görevi kabûl etmek istemezlerdi fakat o ehliyet ve liyâkate sâhip olduklarından  dolayı tersinden bir sorumlukla görevi kabûl etmek zorunda olduklarını bilirlerdi. Şimdi öyle mi; adam siyâsete girmek için varını-yoğunu harcıyor, kendini yırtıyor. Tabi böyle olunca da o yaptığı harcamaların karşılığının kat be kat fazlasını almak için yırtınmaya başlıyor bu sefer de. Siyâseti servete âlet ediyor yâni. Zâten Allah-merkezli olmayan siyâsetler çıkar-merkezli olmaya mahkûmdur.

 

Allah-merkezli olmayan siyâseti desteklemek şirktir. Allah’tan başkalarının kânunlarına uymak şirktir ve O’nun kânunlarından başka kânunlara uyanlar, kânunlarına uyduklarını ilahlaştırmış olurlar. “Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensiniz” demektir. Türkiye’de “Allah’ın kânunlarına” göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’nin “ilahı” yada “rabbi” kimdir?.

 

En iyi kânun, kânun koyucunun o kânundan yararlanmadığı kânundur. Allah’tan başka kânun koyucular yâni müşrikler, kim olursa-olsun mutlaka o kânunları kendi çıkarına istismâr ederler.

 

“Kur’ân hakkıyla okumak” demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Ey Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirmeyi hayâl edenler!.. Bilin ki, yaşadığınız ülkenin/Dünyâ’nın kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç işlemeden” o değişimi gerçekleştiremezsiniz. Bu değişim, Allah’tan başkalarının koydukları kânunları reddetmekle başlar:

 

“Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).

 

Allah’tan başkalarının belirlediği siyâsete göre düzenlenen bir sistem şirk sistemidir. Allah ise şirki aslâ bağışlamaz:

 

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

 

Bâtılın yolunda gidenler iş-başına geçtiklerinde:

 

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Hak yolunda gidenler iş-başına geçtiklerinde ise :

 

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hacc 41).

 

Şu âyetler, ilk başta “müslümanım” diyen herkese ve ondan sonra da hem gelenekçi-târihselci-modernist din-adamlarına, hem de tüm zamanlardaki seküler siyâsetçilere bir uyarıdır. Zîrâ dîni ifsâd etmede ve modern-bâtıl din-dışı sisteme uymada hepsi de birleşmektedirler:

 

“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç-sâhibi önde gelenlerine emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).

 

“Onların tümü-toplanıp (kıyâmette) Allah’ın huzûruna çıktılar da zayıflar (müstaz’aflar) büyüklük taslayanlara (müstekbirlere) dedi ki: Şüphesiz, biz size tâbi idik; şimdi siz, bizden Allah’ın azâbından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?. Dediler ki: Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez, bizim için kaçacak bir yer yoktur” (İbrâhim 21).

 

“Öyle ki (o gün) kendilerine tâbi olunanlar, kendilerine tâbi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır. (Artık) Onlar azâbı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar (ve ilişkiler) de parçalanıp-kopmuştur. (O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: Eğer bize bir kere (daha Dünyâ’ya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüz-üstü bırakır)dık. Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle (pişmanlıkla) gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler” (Bakara 166-167).

 

“Kimine hidâyet verdi, kimi de sapıklığı hak etti. Çünkü bunlar, Allah’ı bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar” (A’raf 30).

 

“Ve dediler ki: Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azabtan iki katını ver ve büyük bir lânet ile lânet et” (Ahzâb 67-68).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder