“(İçlerinden biri demişti
ki:) Mâdem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız,
o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca
bir miktârını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16).
Eğri oturalım doğru
konuşalım; modern kente hem mecbur bırakıldık hem de modern kentlerdeki görece
rahatlığa ve nefse hoş gelen şeylere alıştık yada alıştırıldık. Bu nedenle de
sürekli olarak modernitenin ortaya koyduğu şeylere eleştiri, îtirâz ve hattâ
isyân ettiğimiz hâlde modern kentlerden ayrılmayı düşünmüyoruz. Peki modern
kentte bulunuyorken İslâmî bir mücâdele yapılabilir ve sürdürülebilir mi?.
Çünkü eleştiri, îtirâz ve isyânımıza neden olan şeylerin çoğu modern kent
mekânında ve modern kentin ortaya çıkardığı zihniyetle açığa çıkıyor. Sonra da
bu zihniyet bize dayatılıyor. Böyle olunca da modern kentin içindeyken ve
modern kentlerde hayâtımızı memnûniyetle sürdürürken yaptığımız eleştiri, îtirâz
ve isyanlar ancak sözde kalıyor ve boşa çıkarak bir yaraya merhem olmuyor.
Çünkü modern kentte kaldıkça zamanla tâviz vermemiz kaçınılmaz oluyor yada en azından
sürekli olarak ille de tâviz vermemiz gereken şeylerle karşılaşıp duruyoruz. Bu
tâvizleri de ruhsata sığınarak ve “mecburuz” düşüncesiyle göze alabiliyoruz.
Modern kent derken
kullandığımız “kent” kelimesi bilinçli bir tercihtir. Çünkü kentler “şehir” değildir,
“memleket” değildir. İnsanların çok büyük çoğunluğu hattâ neredeyse geneli
aslında kentlerde yaşamıyor, sâdece bulunuyorlar. Zîrâ hayâtın neredeyse her alanını
ıskalıyorlar ve ıskalanan doğal, normâl ve fıtrî hayatlar yerine, sanal-sûnî
hayatlar ortaya çıkarılıyor ve yok edilen gerçek hayatların yerine herkese işte
bu sanal-sûnî hayatlar sunuluyor. İnsanlar da kendilerine dayatılan bu
hayat-şekillerine zamanla alışıyorlar. Çünkü modern kentlerde insanlar hayâtın
doğal ve normâl akışının farkına bile varamıyor. Sahte hayat-şekilleri ortaya
çıkarılıyor ve üstün hayât-tarzının bu olduğunun kabûl edilmesi ve benimsenmesi
isteniyor. Böylece kentlerde insanlar yaşamamış ve hayâtı ıskalamış oluyorlar. Yaşamadan
ölüyorlar. Bu ıskalanmışlıktan kaynaklanan eksiklik ise sûnî-sanal ve görece
eğlenceli şeylerle kapatılmaya çalışılıyor. Aslında insanlar, parmaklarına
çalınan bir parça balla idâre ediyorlar ve ömürlerini tüketiyorlar. En sonunda
koskoca ve upuzun bir hayatın gelip geçmiş olmasına rağmen geride “gerçekten
yaşanmış” bir hayatlarının olmadığını yana-yakıla görüyorlar. Zîrâ dediğimiz
gibi, modern kentlerde “yaşanmışlık” yoktur ve basit ve sığ bir “bulunmuşluk”
vardır. Bu durum bir bereketsizlik ortaya çıkarıyor ve günler çabuk ve hızla
geçiyor. Yaşanmışlık değil de bulunmuşlukla ömürler tükenince, insanların
akıllarında sürekli canlanan anıları bile olmuyor. Çünkü modern kentler “memleket”
değildir, modern kentlerin hapishâneleri olan apartman dâireleri “yuva”
değildir, insanlar da candan birer dost değildirler. Bu nedenle de, oyalanmamız
için bize sunulmuş olan oyuncaklarla kendi-kendimize oynayıp-oyalanıyoruz ve böylece
modern kentlerde hiç yaşamamış ve sâdece bulunmuş oluyoruz. Modern kentler
“sürekli bir mezar hayâtı”dır. Sonuçta da modern kentlerde “hayat süren leşler”
hâline geliyoruz.
Modern kentler işte bu
nedenle modern insana ağır yükler yüklüyor ve ağır bedeller ödetiyor. Modern
kentlerde insanlar işlerinin kölesi yapıldıklarından dolayı mecbûren hayâtı
ıskalıyorlar. Sabahın karanlığında girdikleri cezâ-evi gibi olan fabrikalardan
ancak akşam karanlığında çıkabiliyorlar. Böyle olunca da Güneş’in doğuşunu, sabahın
seherini, rüzgârı, yağmuru ve Güneş’in batışını göremeden ve hissetmeden sabah
girdikleri yerlerden akşam olunca çıkıyorlar ve yorgun-argın evlerinin yolunu
tutuyorlar. Evlerinde de şeytânî sistemin kendilerine sunduklarıyla oyalanmaya
devâm ediyorlar. Çark bu şekilde dönüp duruyor. Tabi bu-arada mutlu bir azınlık
-görece- gününü gün ediyor.
Klâsik-doğal yaşam-tarzında normâlde
yılda 2-3 ay sıkı bir çalışma olur ki o da doğanın tam ortasında ve zorluğu ile
birlikte zevki-neşeyi da yanında taşıyan işlerdir, sonra da günlük 2-3 saatlik
rutin işler yapılır. Böylece hayâtın her ânı yudum-yudum yaşanırdı. Güneş’in
doğuşu, yükselişi, kuşların-horozların ötüşü, baharın gelişi, yazın ekinlerin
büyüyüp sararması, ürünlerin hasadı, insanların ve hayvanların doğumları-ölümleri,
Güneş’in batışı, Ay’ın ve yıldızların doğuşu, gecenin sessizliği, sonbaharın ve
kışın gelmesi, yağmurun ve karın yağışı, kısaca hayâtın doğumundan ölümüne her
ânı, görerek, koklayarak ve dokunarak yaşanırdı. İşte modern kentler tüm bunları
elimizden aldı. Artık doğumlar ev-dışında hastânelerde oluyor, ölümler yine
hastânelerde oluyor ve kimse görmeden morglardan alınıp kente uzak yerlerdeki
mezarlara gömülüyor. Ataların mezarlarını ziyâret etmek için boş ve özel zamanlar
gerekiyor. Hâlbuki şehirlerde her gün yanlarından Fâtiha okunarak geçilirdi. Yine
insanlar toprağı ekip-biçmenin nasıl olduğunu görürlerdi. Bizzat hayâta katılmış
olurlardı. Doğanın doğuşunu ve yemyeşil oluşunu, yazın olgunlaşmasını,
sonbaharda yaşlanmasını ve kışın da ölüp bembeyaz kefenini üstüne çekişini
görür, doğum gibi ölümü de her-an gözlemlerler ve yaşarlardı. Ölümü hayâtın
doğal bir aşaması olarak görmelerinin sebebi buydu. Oysa modern kentlerde
yaşayanlar için ölüm bir felâkettir, trajedidir, her-şeyin bitişidir ve en
başarılı insanlar, ölümü öteleyebilenlerdir.
Modern kentler insanlara ağır
bir bedel ödetiyor. Bu bedel, parmaklara çalınan ve sürekli emilip durulan bir
parça balla birlikte yapıldığı için insanlar ses çıkarmıyor, idâre ediyorlar ve
katlanıyorlar. Üstelik zamanla kent hayâtının normâl ve iyi olduğu düşünülmeye
ve buna inanılmaya başlanıyor ve hattâ klâsik-doğal yaşam-şeklinin ilkel-geri
olduğu, modern kent hayâtının ise ileri bir hayat-şekli olduğu düşünülmeye
başlıyor. Modern kentlerde yaşayan modern insan doğadan ve doğaldan uzaklaşmış
ve de çimene basmaya bile korkar hâle gelmiştir, getirilmiştir. Hayvanların
sürekli üzerlerinde gezdikleri ve hattâ büyük abdestlerini yaptıkları çimenler
ve otlar, modern kentlerde basmanın yasak olduğu şeylerdendir. Bunlar hep verilen
tâvizlerin ağır bedelleridir. Bu bedel ağır bir bedeldir. Çünkü insanın
doğadan, doğaldan ve gerçek bir yaşamdan kopmayı kabûl etmesinden daha ağır bir
cezâ ve bedel yoktur.
Müslimler modern kent
hayâtının bâzı yönlerini eleştiriyorlar ve doğru eleştiriler yapıyorlar. Fakat
iş bir noktaya gelince ve zorda kalınca “domuz yiyebilme ruhsatı”na sığınıyorlar.
Böyle bir ruhsat vardır elbette. Fakat İslâm’da sâdece ruhsata göre davranmak
değil, azîmete göre davranmak da vardır ki aslında Peygamber örnekliklerine
uymak ve delikanlılık, azîmete göre yaşamakla olur. Lâkin modern kentlerde azîmete
göre davranmak eylemi sonuna kadar sürdürülemeyince, ruhsata göre yaşamak üstün
tutuluyor.
Modern kentlerde yaşamanın
şeytan nefs ve tâğutlar tarafından oluşturulmuş kuralları ve fıkhı vardır. Bu
kurallar ve fıkıh elbette bâtıl kurallar ve fıkıhtır. Fakat modernite ve modern
kent hayâtı bu kurallara ve fıkha şirk koşulmasına aslâ izin vermez ve şirk
koşulmasını zinhar affetmez ve de bedelini çok ağır şekilde ödetir.
“Modern kentte yaşamak”
demek; ya fabrikada işçi olmak, ya esnaf-tüccar şeklinde ticâret yapmak ya
devletin mêmuru-işçisi olmak yada bir kenara çekilmiş emekli olmak demektir.
Çünkü modern kentlerde tarım-hayvancılık yapılamaz ki zâten modernleşme
arttıkça modern kentlerde çiftçilik yapmak için bir alan kalmamıştır. O hâlde
modern kentlerde yaşamayı göze almış yada seçmiş ve bu hayat-şeklinden memnun
olanlar yâni modern kentlerde bulunmayı kabûl edenlerin, çalışmak için işçi,
esnaf yada memur olmalarından başka seçenekleri yoktur. Öyle ki, bu tür çalışma
şeklinde İslâm’a açıkça aykırı şeyler olsa da bundan tâviz verilebilmekte,
sonuçta da maddî olmasa da mânevî bedeller ödenmektedir. Bu bedel, “İslâm’dan
uzaklaşmak” şeklinde kendini göstermektedir.
Bu bağlamda bâzı müslimlerin
devletin mêmuru yada işçisi olmayı eleştirmeleri -haklı ve doğru olsa da- eğer
modern kentte bulunmayı (yaşamayı değil) sevmiş ve kabûl etmişlerse bir çelişki
açığa çıkarır. Modern kentlerde bulunmak zorunda olmak insana zûl gelmiyorsa
orada bir sorun var demektir. Bu nedenle modernitenin dayattığı iş ve çalışma
koşullarını eleştirelim ama, modernizme ve modern kente tümden bir eleştiri,
îtirâz ve isyan yoksa, yapılan eleştiri ve îtirazlar büyük oranda boşa çıkar.
Zîrâ modernizmin ve modern kent mekânının ve hayâtının hemen tümü zâten İslâm’a
aykırıdır.
Mêmurluk üzerinden konuşacak
olursak; tamam, çok sorunlu olan o hazır metne imzâ atmak ve devlete bağlı
olarak çalışmak İslâmî açıdan doğru değildir. Fakat aslında modern kentte
esnaflık yapmak da İslâm’a çok uygun değildir. Çünkü Allahsız seküler sistem
mêmuriyet gibi ticâreti ve esnaflığı da kuşatmıştır ve yamuklaştırmıştır. Hattâ
işçi olmakta bile sorun vardır. Çünkü işçiler (biraz da mecbûriyetten dolayı) asgarî
hayat-tarzını sürdürülebilir kılmaktadırlar. Yine belli bir yaşa gelen emekliler
de, unutulmasın ki devlete bağlıdırlar ve devletten düzenli olarak maaş
almaktadırlar. Peki bunda sorun yok mudur?. Elbette vardır. Modernizmin ortaya
koyduğu hayat-tarzı ve sistemde her-şey sorunludur. İçilen su ve solunan havada
bile sorun vardır. Hattâ azîmete ve takvâya göre konuşacak olursak, ekin ve
büyükbaş hayvanlar da ifsâd edilmiş olduğu için tarım ve hayvancılık yapmak
bile sakattır. O yüzden Peygamberimiz böyle fitne zamanlarında yapılması
gereken şey için şöyle der:
“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini
ve yağmur düşen yerleri tâkip edeceği, koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece
dînini fitnelerden kaçırmış olur” (Buhârî, Îman 12).
“Fitne
zamanlarında kişi, kendi hayvanının etinden-sütünden yer-içer. O kişi
insanların en hayırlısındandır”.
“Fitne zamânında
insanların en hayırlısı, dağ başında koyununun etinden-sütünden yiyendir”
(Râmuz el e-hadis, 280. sayfa, 11. hadis).
Geriye Peygamberimiz’in
tavsiye ettiği bir tek bu iş kalıyor. Belki de peygamberlerin hemen hepsinin
bir süreliğine de olsa çobanlık yapmış olmalarının bir hikmeti de budur. Çünkü modernizmin
ağır kuşatması nedeniyle, fitneden uzak kalabilmek ve meşrû bir İslâmî yaşam ancak
bu şekilde olabilir. Tabi bu da modern kentten uzaklaşmadıkça olacak şey
değildir.
Demek istediğimiz şu ki,
ruhsata değil de azîmete göre konuşacak olursak, hem modern kentlerde
bulunacaksınız ve buralarda kalmayı göze alacaksınız, üstelik bundan memnun olacaksınız,
modern kentte bulunmayı seveceksiniz ve kabûl edeceksiniz, hem de modern kentin
insanlara sunduğu iş, aş, eş, eğlence ve her türlü hayat-şekline îtirâz
edeceksiniz.. Bu çok da tutarlı bir düşünce ve eleştiri olmaz. Ancak
kendi-kendinize konuşmuş olursunuz. Bu şekilde bir şeylerin değişebilmesi
mümkün değildir çünkü.
Baştaki âyette söylendiği
gibi; nasıl ki Ashâb-ı Kehf, şirkin, küfrün, adâletsizliğin ve zulmün
yoğunlaştığı kent-merkezlerinden hak ve hakîkat uğruna uzaklaşıp da bir
mağaracık da olsa İslâmî bir alan seçip orada yaşamayı tercih etmişlerse, azîmete
göre müslimlerin de bunun benzeri bir şeyler yapmayı göze alabilmeli ve terk
edilmesi gereken modern kentleri ve modern zihniyeti terk edebilmelidirler.
Zâten Peygamberimiz de şirkin merkezi olan doğup-büyüdüğü ve sevdiği Mekke’yi
terk etmeyi göze alıp oradan Medîne’ye hicret ederek güzel bir örneklik ortaya
koyduğu gibi, bunu müslimler de bir şekilde gerçekleştirebilmelidir. Çünkü
şeytana, nefse, tâğutlara ve her türlü aykırılığa mâruz kalmaktan ancak bu
şekilde kurtulmuş ve İslâmî bir yaşama kavuşmuş olabilirler.
“Sevdiğiniz şeylerden
infâk etmeden (yâni sevdiğiniz
şeylerden ayrılmadan) iyiliğe eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92).
Şu da var ki, İslâm bütünsel
olarak ancak, tarım-hayvancılık, tüccar, küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki bir
toplumda ortaya konulabilir ve insanlar en ideâl İslâmî hayâtı ancak böyle bir
toplumda yaşayabilirler. Normâl, doğal ve fıtrî olan budur. Modernite ve onun
ortaya koydukları şeyler ise bir fitne ve ifsâdın sonucudur. Bu nedenle
modernite, ifsâdı sürekli arttırmaktadır ve ne yapılırsa-yapılsın bunun
durdurulması imkânsızdır. Zîrâ modernite nefis-merkezlidir. Nefis ise sürekli
olarak azgınlığı ister. O hâlde modernite nefsi kışkırtacak şeyler ortaya
koymaktan başka bir şey yapamaz. Onun özünde küresel iyiliğe uygun bir meyil
yoktur. O hâlde modernite içinde iken İslâm’ın “hakkıyla” yaşanması mümkün
değildir ve ancak ucundan-kıyısından bir müslümanlık ortaya konulabilir ki o
bile zamanla yozlaşıp kaybolur.
İslâm ve insan için en ideâl
hayat-şekli, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala,
fıtrata ve normâle uygun olan yaşam-şeklidir. İnsanlar ancak böyle bir toplumda
İslâm’ı hakkıyla yaşayıp mutlu-huzurlu olabilirler ve “insan” gibi yaşayarak
sağlam bir idrâke ve gerçek tatmine de ancak bu tarz bir dünyâda erebilirler.
Aç kalındığında domuz da
yenir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu bir
hayat-tarzı olamaz ve bu çâreler ancak geçici bir süre için olabilir.
Peygamberimiz ve sahabe,
Mekke’de bir mü’min gibi, bir müslim gibi yaşanamayacağını, İslâm’ın hakkıyla
yaşanamayacağını anlamışlardı. Zîrâ İslâm sâdece kâlplerde, zihinlerde ve dört
duvar arasında yaşanacak pasif bir din değil, hayâtın tüm alanlarında; sosyâl,
kültürel, ekonomik, hukûkî, siyâsî vs. hayâtın her alanına sözü olan ve hayâtın
her alanına hâkim olmak isteyen bir din’dir. İşte Mekke’de bunun o dönem için
gerçekleşemeyeceğini gören ve idrâk eden Peygamberimiz ve sahabe, Habeşistan,
Taif ve Arabistan’ın diğer yerlerinde İslâm’ı hakkıyla yaşayabilecek ve hâkim
kılacak bir alan bulabilmek ve kurabilmek için Mekke döneminin daha ilk zamanlarından
îtibâren girişimlerde bulunmuşlar ve en sonunda da Allah’ın nasip etmesiyle
Medîne onlara yurt olmuştur. Çünkü kentte (Mekke) olmuyordu ve şehre (Medîne)
gitmek kaçınılmaz olmuştu. Zîrâ İslâm bir hayat alanına ihtiyaç duyuyordu.
Çünkü İslâm “uygulanmak-yaşanmak isteyen ve bunu şart koşan bir din”dir. Eğer mü’minler
hicret ile Mekke’den ayrılmasalardı ve Mekke’de kalmaya devâm etselerdi zamanla
tâviz vermeye başlayacaklar yada en azından tâviz verme girişimleri
yaşanacaktı. Çünkü Mekke’de (kent) mü’min olarak yaşanamıyordu ve yarı-mü’min
gibi yaşamanın ağır bedelleri olacaktı. Mekke’de kalmak demek, müslimlerin, bir
sene müşriklerin ilahlarına tapmaları yâni onların sistemlerine göre hareket
etmeleri, bir sene de müşriklerin, müslimlerin istedikleri gibi yaşamaları demekti.
Peygamberimiz ve mü’minler bunu tabî ki kabûl etmediler. Yâni Mekke’de sistemin
mêmuru, işçisi, emeklisi, esnafı, tüccarı ve çiftçisi olmayı ve böyle kalmayı
kabûl etmediler de Medîne’ye büyük vazgeçişlere ve zorluklara katlanarak hicret
ettiler. Mekke’de şirk içinde yaşamanın bedelindense, Medîne’de mü’min gibi
yaşamayı seçtiler ve bunun bedelini ödemeyi göze aldılar. Zâten Mekke’ye birer
fâtih olarak geri dönmenin de başka yolu yoktu. İslâm’da hicret işte bu yüzden
çok önemlidir ve takvimin başlangıcı yapılmıştır.
Kentler ilk önce, insanın bizzat bedenlerine yük yükler. Aşırı ve
uygunsuz beslenmeden dolayı bozulan hormanların da etkisiyle şişmanlayan
bedenleri sürekli taşımak en büyük bedeldir belki de. Bu yük, obeziteden
kaynaklanan bir yüktür. Obezite kent ile alâkalıdır. Köylerde ve doğal yaşamda
obezite görülmez yada çok nâdirdir. Obezite; “obey the rule of the city”
cümlesinden gelir ve “mega-kentlerin kurallarına uy” demektir. Obezitenin karşılığı budur; “büyük kentlerin/şehrin
kurallarına uy!”.
Kent
hayâtının bâzı kuralları vardır. Kentlerde yaşayan insanlar bunlara uymak
zorundadır. İngilizcede “obey” “uymak” anlamında kullanılıyor. Kent hayâtında uyulması
gereken kurallar var, yâni “the rule”=”kural”. Kelimeyi tamamladığımızda
ise obey the rule of the city: “Mega-kentin/büyükşehrin kurallarına
uyun” anlamı çıkıyor.
Evet; kent (şehir değil),
hele modern kent, İslâmî yaşam-tarzına izin vermeyen yada ona neredeyse hiç-bir
alan bırakmayan yerdir. Bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Bu nedenle de tüm
peygamberlerde bir hicret ve kent-merkezlerinden uzaklaşma görülür. Zîrâ
kentlerde İslâm’ı yaşamak ve İslâm’ı hakkıyla yaşamak mümkün değildir ve kentlerde
İslâm ancak ucundan-kıyısından yaşanabilir. O da tâvizleri ve yozlaşmaları
mutlakâ yanında getirir. Müslümanlar modern kentlerde bulunmalarının nedeni
olarak, “mecburuz, domuzdan başka yiyecek bir şey yok“ diyerek ruhsata sığınsalar
da, İslâm aslında genelde azîmete göre yaşanması gereken ve zinhar tâviz
vermeyen bir din’dir ki Peygamber örneklikleri ruhsata göre değil, azîmete göre
olan yaşam-şekilleridir. O hâlde modern kentin bize sunduğu ve dayattığı,
dolayısı ile ağır bedeller ödettiği şeytânî hayat-tarzlarının sâdece bir
kısmına değil, tamâmına eleştiri, îtirâz ve isyânımız olmalıdır. Açıkçası
modern kentlerde, belli bir süreden sonra bulunmak bile mü’minliğe halel getirir.
O hâlde ya ağır kuşatmanın
ve denetimin olduğu, dolayısıyla mü’minlere maddî-mânevî ağır bedellerin ödetildiği
kentlerde ruhsata sığınarak tâvizli şekilde bulunmaya (yaşamaya değil) devâm
edeceğiz, yada kuşatmayı yararak ve kesin kararlar alarak İslâmî bir ortama
göçeceğiz yada bir mağaracık da olsa İslâmî bir ortam kuracağız. Aksi-hâlde boş
laflarla ve karanlığa taş atmakla ömrümüzü tüketeceğiz.
Not: Bu
İslâmî ortamın nasıl olabileceği ve kurulabileceği ile ilgili âcizâne bir
düşüncem için: http://777has444.blogspot.com/2015/03/tevhid-koyu.html
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder