2 Ekim 2021 Cumartesi

Modern Kent Hayâtının Bedeli


“(İçlerinden biri demişti ki:) Mâdem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktârını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16).

 

Eğri oturalım doğru konuşalım; modern kente hem mecbur bırakıldık hem de modern kentlerdeki görece rahatlığa ve nefse hoş gelen şeylere alıştık yada alıştırıldık. Bu nedenle de sürekli olarak modernitenin ortaya koyduğu şeylere eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân ettiğimiz hâlde modern kentlerden ayrılmayı düşünmüyoruz. Peki modern kentte bulunuyorken İslâmî bir mücâdele yapılabilir ve sürdürülebilir mi?. Çünkü eleştiri, îtirâz ve isyânımıza neden olan şeylerin çoğu modern kent mekânında ve modern kentin ortaya çıkardığı zihniyetle açığa çıkıyor. Sonra da bu zihniyet bize dayatılıyor. Böyle olunca da modern kentin içindeyken ve modern kentlerde hayâtımızı memnûniyetle sürdürürken yaptığımız eleştiri, îtirâz ve isyanlar ancak sözde kalıyor ve boşa çıkarak bir yaraya merhem olmuyor. Çünkü modern kentte kaldıkça zamanla tâviz vermemiz kaçınılmaz oluyor yada en azından sürekli olarak ille de tâviz vermemiz gereken şeylerle karşılaşıp duruyoruz. Bu tâvizleri de ruhsata sığınarak ve “mecburuz” düşüncesiyle göze alabiliyoruz.

 

Modern kent derken kullandığımız “kent” kelimesi bilinçli bir tercihtir. Çünkü kentler “şehir” değildir, “memleket” değildir. İnsanların çok büyük çoğunluğu hattâ neredeyse geneli aslında kentlerde yaşamıyor, sâdece bulunuyorlar. Zîrâ hayâtın neredeyse her alanını ıskalıyorlar ve ıskalanan doğal, normâl ve fıtrî hayatlar yerine, sanal-sûnî hayatlar ortaya çıkarılıyor ve yok edilen gerçek hayatların yerine herkese işte bu sanal-sûnî hayatlar sunuluyor. İnsanlar da kendilerine dayatılan bu hayat-şekillerine zamanla alışıyorlar. Çünkü modern kentlerde insanlar hayâtın doğal ve normâl akışının farkına bile varamıyor. Sahte hayat-şekilleri ortaya çıkarılıyor ve üstün hayât-tarzının bu olduğunun kabûl edilmesi ve benimsenmesi isteniyor. Böylece kentlerde insanlar yaşamamış ve hayâtı ıskalamış oluyorlar. Yaşamadan ölüyorlar. Bu ıskalanmışlıktan kaynaklanan eksiklik ise sûnî-sanal ve görece eğlenceli şeylerle kapatılmaya çalışılıyor. Aslında insanlar, parmaklarına çalınan bir parça balla idâre ediyorlar ve ömürlerini tüketiyorlar. En sonunda koskoca ve upuzun bir hayatın gelip geçmiş olmasına rağmen geride “gerçekten yaşanmış” bir hayatlarının olmadığını yana-yakıla görüyorlar. Zîrâ dediğimiz gibi, modern kentlerde “yaşanmışlık” yoktur ve basit ve sığ bir “bulunmuşluk” vardır. Bu durum bir bereketsizlik ortaya çıkarıyor ve günler çabuk ve hızla geçiyor. Yaşanmışlık değil de bulunmuşlukla ömürler tükenince, insanların akıllarında sürekli canlanan anıları bile olmuyor. Çünkü modern kentler “memleket” değildir, modern kentlerin hapishâneleri olan apartman dâireleri “yuva” değildir, insanlar da candan birer dost değildirler. Bu nedenle de, oyalanmamız için bize sunulmuş olan oyuncaklarla kendi-kendimize oynayıp-oyalanıyoruz ve böylece modern kentlerde hiç yaşamamış ve sâdece bulunmuş oluyoruz. Modern kentler “sürekli bir mezar hayâtı”dır. Sonuçta da modern kentlerde “hayat süren leşler” hâline geliyoruz.

 

Modern kentler işte bu nedenle modern insana ağır yükler yüklüyor ve ağır bedeller ödetiyor. Modern kentlerde insanlar işlerinin kölesi yapıldıklarından dolayı mecbûren hayâtı ıskalıyorlar. Sabahın karanlığında girdikleri cezâ-evi gibi olan fabrikalardan ancak akşam karanlığında çıkabiliyorlar. Böyle olunca da Güneş’in doğuşunu, sabahın seherini, rüzgârı, yağmuru ve Güneş’in batışını göremeden ve hissetmeden sabah girdikleri yerlerden akşam olunca çıkıyorlar ve yorgun-argın evlerinin yolunu tutuyorlar. Evlerinde de şeytânî sistemin kendilerine sunduklarıyla oyalanmaya devâm ediyorlar. Çark bu şekilde dönüp duruyor. Tabi bu-arada mutlu bir azınlık -görece- gününü gün ediyor.

 

Klâsik-doğal yaşam-tarzında normâlde yılda 2-3 ay sıkı bir çalışma olur ki o da doğanın tam ortasında ve zorluğu ile birlikte zevki-neşeyi da yanında taşıyan işlerdir, sonra da günlük 2-3 saatlik rutin işler yapılır. Böylece hayâtın her ânı yudum-yudum yaşanırdı. Güneş’in doğuşu, yükselişi, kuşların-horozların ötüşü, baharın gelişi, yazın ekinlerin büyüyüp sararması, ürünlerin hasadı, insanların ve hayvanların doğumları-ölümleri, Güneş’in batışı, Ay’ın ve yıldızların doğuşu, gecenin sessizliği, sonbaharın ve kışın gelmesi, yağmurun ve karın yağışı, kısaca hayâtın doğumundan ölümüne her ânı, görerek, koklayarak ve dokunarak yaşanırdı. İşte modern kentler tüm bunları elimizden aldı. Artık doğumlar ev-dışında hastânelerde oluyor, ölümler yine hastânelerde oluyor ve kimse görmeden morglardan alınıp kente uzak yerlerdeki mezarlara gömülüyor. Ataların mezarlarını ziyâret etmek için boş ve özel zamanlar gerekiyor. Hâlbuki şehirlerde her gün yanlarından Fâtiha okunarak geçilirdi. Yine insanlar toprağı ekip-biçmenin nasıl olduğunu görürlerdi. Bizzat hayâta katılmış olurlardı. Doğanın doğuşunu ve yemyeşil oluşunu, yazın olgunlaşmasını, sonbaharda yaşlanmasını ve kışın da ölüp bembeyaz kefenini üstüne çekişini görür, doğum gibi ölümü de her-an gözlemlerler ve yaşarlardı. Ölümü hayâtın doğal bir aşaması olarak görmelerinin sebebi buydu. Oysa modern kentlerde yaşayanlar için ölüm bir felâkettir, trajedidir, her-şeyin bitişidir ve en başarılı insanlar, ölümü öteleyebilenlerdir.

 

Modern kentler insanlara ağır bir bedel ödetiyor. Bu bedel, parmaklara çalınan ve sürekli emilip durulan bir parça balla birlikte yapıldığı için insanlar ses çıkarmıyor, idâre ediyorlar ve katlanıyorlar. Üstelik zamanla kent hayâtının normâl ve iyi olduğu düşünülmeye ve buna inanılmaya başlanıyor ve hattâ klâsik-doğal yaşam-şeklinin ilkel-geri olduğu, modern kent hayâtının ise ileri bir hayat-şekli olduğu düşünülmeye başlıyor. Modern kentlerde yaşayan modern insan doğadan ve doğaldan uzaklaşmış ve de çimene basmaya bile korkar hâle gelmiştir, getirilmiştir. Hayvanların sürekli üzerlerinde gezdikleri ve hattâ büyük abdestlerini yaptıkları çimenler ve otlar, modern kentlerde basmanın yasak olduğu şeylerdendir. Bunlar hep verilen tâvizlerin ağır bedelleridir. Bu bedel ağır bir bedeldir. Çünkü insanın doğadan, doğaldan ve gerçek bir yaşamdan kopmayı kabûl etmesinden daha ağır bir cezâ ve bedel yoktur.

 

Müslimler modern kent hayâtının bâzı yönlerini eleştiriyorlar ve doğru eleştiriler yapıyorlar. Fakat iş bir noktaya gelince ve zorda kalınca “domuz yiyebilme ruhsatı”na sığınıyorlar. Böyle bir ruhsat vardır elbette. Fakat İslâm’da sâdece ruhsata göre davranmak değil, azîmete göre davranmak da vardır ki aslında Peygamber örnekliklerine uymak ve delikanlılık, azîmete göre yaşamakla olur. Lâkin modern kentlerde azîmete göre davranmak eylemi sonuna kadar sürdürülemeyince, ruhsata göre yaşamak üstün tutuluyor.

 

Modern kentlerde yaşamanın şeytan nefs ve tâğutlar tarafından oluşturulmuş kuralları ve fıkhı vardır. Bu kurallar ve fıkıh elbette bâtıl kurallar ve fıkıhtır. Fakat modernite ve modern kent hayâtı bu kurallara ve fıkha şirk koşulmasına aslâ izin vermez ve şirk koşulmasını zinhar affetmez ve de bedelini çok ağır şekilde ödetir.

 

“Modern kentte yaşamak” demek; ya fabrikada işçi olmak, ya esnaf-tüccar şeklinde ticâret yapmak ya devletin mêmuru-işçisi olmak yada bir kenara çekilmiş emekli olmak demektir. Çünkü modern kentlerde tarım-hayvancılık yapılamaz ki zâten modernleşme arttıkça modern kentlerde çiftçilik yapmak için bir alan kalmamıştır. O hâlde modern kentlerde yaşamayı göze almış yada seçmiş ve bu hayat-şeklinden memnun olanlar yâni modern kentlerde bulunmayı kabûl edenlerin, çalışmak için işçi, esnaf yada memur olmalarından başka seçenekleri yoktur. Öyle ki, bu tür çalışma şeklinde İslâm’a açıkça aykırı şeyler olsa da bundan tâviz verilebilmekte, sonuçta da maddî olmasa da mânevî bedeller ödenmektedir. Bu bedel, “İslâm’dan uzaklaşmak” şeklinde kendini göstermektedir.

 

Bu bağlamda bâzı müslimlerin devletin mêmuru yada işçisi olmayı eleştirmeleri -haklı ve doğru olsa da- eğer modern kentte bulunmayı (yaşamayı değil) sevmiş ve kabûl etmişlerse bir çelişki açığa çıkarır. Modern kentlerde bulunmak zorunda olmak insana zûl gelmiyorsa orada bir sorun var demektir. Bu nedenle modernitenin dayattığı iş ve çalışma koşullarını eleştirelim ama, modernizme ve modern kente tümden bir eleştiri, îtirâz ve isyan yoksa, yapılan eleştiri ve îtirazlar büyük oranda boşa çıkar. Zîrâ modernizmin ve modern kent mekânının ve hayâtının hemen tümü zâten İslâm’a aykırıdır.

 

Mêmurluk üzerinden konuşacak olursak; tamam, çok sorunlu olan o hazır metne imzâ atmak ve devlete bağlı olarak çalışmak İslâmî açıdan doğru değildir. Fakat aslında modern kentte esnaflık yapmak da İslâm’a çok uygun değildir. Çünkü Allahsız seküler sistem mêmuriyet gibi ticâreti ve esnaflığı da kuşatmıştır ve yamuklaştırmıştır. Hattâ işçi olmakta bile sorun vardır. Çünkü işçiler (biraz da mecbûriyetten dolayı) asgarî hayat-tarzını sürdürülebilir kılmaktadırlar. Yine belli bir yaşa gelen emekliler de, unutulmasın ki devlete bağlıdırlar ve devletten düzenli olarak maaş almaktadırlar. Peki bunda sorun yok mudur?. Elbette vardır. Modernizmin ortaya koyduğu hayat-tarzı ve sistemde her-şey sorunludur. İçilen su ve solunan havada bile sorun vardır. Hattâ azîmete ve takvâya göre konuşacak olursak, ekin ve büyükbaş hayvanlar da ifsâd edilmiş olduğu için tarım ve hayvancılık yapmak bile sakattır. O yüzden Peygamberimiz böyle fitne zamanlarında yapılması gereken şey için şöyle der:

 

“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri tâkip edeceği, koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dînini fitnelerden kaçırmış olur” (Buhârî, Îman 12).

 

“Fitne zamanlarında kişi, kendi hayvanının etinden-sütünden yer-içer. O kişi insanların en hayırlısındandır”.

 

“Fitne zamânında insanların en hayırlısı, dağ başında koyununun etinden-sütünden yiyendir” (Râmuz el e-hadis, 280. sayfa, 11. hadis).

 

Geriye Peygamberimiz’in tavsiye ettiği bir tek bu iş kalıyor. Belki de peygamberlerin hemen hepsinin bir süreliğine de olsa çobanlık yapmış olmalarının bir hikmeti de budur. Çünkü modernizmin ağır kuşatması nedeniyle, fitneden uzak kalabilmek ve meşrû bir İslâmî yaşam ancak bu şekilde olabilir. Tabi bu da modern kentten uzaklaşmadıkça olacak şey değildir.

 

Demek istediğimiz şu ki, ruhsata değil de azîmete göre konuşacak olursak, hem modern kentlerde bulunacaksınız ve buralarda kalmayı göze alacaksınız, üstelik bundan memnun olacaksınız, modern kentte bulunmayı seveceksiniz ve kabûl edeceksiniz, hem de modern kentin insanlara sunduğu iş, aş, eş, eğlence ve her türlü hayat-şekline îtirâz edeceksiniz.. Bu çok da tutarlı bir düşünce ve eleştiri olmaz. Ancak kendi-kendinize konuşmuş olursunuz. Bu şekilde bir şeylerin değişebilmesi mümkün değildir çünkü.

 

Baştaki âyette söylendiği gibi; nasıl ki Ashâb-ı Kehf, şirkin, küfrün, adâletsizliğin ve zulmün yoğunlaştığı kent-merkezlerinden hak ve hakîkat uğruna uzaklaşıp da bir mağaracık da olsa İslâmî bir alan seçip orada yaşamayı tercih etmişlerse, azîmete göre müslimlerin de bunun benzeri bir şeyler yapmayı göze alabilmeli ve terk edilmesi gereken modern kentleri ve modern zihniyeti terk edebilmelidirler. Zâten Peygamberimiz de şirkin merkezi olan doğup-büyüdüğü ve sevdiği Mekke’yi terk etmeyi göze alıp oradan Medîne’ye hicret ederek güzel bir örneklik ortaya koyduğu gibi, bunu müslimler de bir şekilde gerçekleştirebilmelidir. Çünkü şeytana, nefse, tâğutlara ve her türlü aykırılığa mâruz kalmaktan ancak bu şekilde kurtulmuş ve İslâmî bir yaşama kavuşmuş olabilirler.

 

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmeden (yâni sevdiğiniz şeylerden ayrılmadan) iyiliğe eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92).

 

Şu da var ki, İslâm bütünsel olarak ancak, tarım-hayvancılık, tüccar, küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki bir toplumda ortaya konulabilir ve insanlar en ideâl İslâmî hayâtı ancak böyle bir toplumda yaşayabilirler. Normâl, doğal ve fıtrî olan budur. Modernite ve onun ortaya koydukları şeyler ise bir fitne ve ifsâdın sonucudur. Bu nedenle modernite, ifsâdı sürekli arttırmaktadır ve ne yapılırsa-yapılsın bunun durdurulması imkânsızdır. Zîrâ modernite nefis-merkezlidir. Nefis ise sürekli olarak azgınlığı ister. O hâlde modernite nefsi kışkırtacak şeyler ortaya koymaktan başka bir şey yapamaz. Onun özünde küresel iyiliğe uygun bir meyil yoktur. O hâlde modernite içinde iken İslâm’ın “hakkıyla” yaşanması mümkün değildir ve ancak ucundan-kıyısından bir müslümanlık ortaya konulabilir ki o bile zamanla yozlaşıp kaybolur.

 

İslâm ve insan için en ideâl hayat-şekli, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala, fıtrata ve normâle uygun olan yaşam-şeklidir. İnsanlar ancak böyle bir toplumda İslâm’ı hakkıyla yaşayıp mutlu-huzurlu olabilirler ve “insan” gibi yaşayarak sağlam bir idrâke ve gerçek tatmine de ancak bu tarz bir dünyâda erebilirler.

 

Aç kalındığında domuz da yenir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu bir hayat-tarzı olamaz ve bu çâreler ancak geçici bir süre için olabilir.

 

Peygamberimiz ve sahabe, Mekke’de bir mü’min gibi, bir müslim gibi yaşanamayacağını, İslâm’ın hakkıyla yaşanamayacağını anlamışlardı. Zîrâ İslâm sâdece kâlplerde, zihinlerde ve dört duvar arasında yaşanacak pasif bir din değil, hayâtın tüm alanlarında; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, siyâsî vs. hayâtın her alanına sözü olan ve hayâtın her alanına hâkim olmak isteyen bir din’dir. İşte Mekke’de bunun o dönem için gerçekleşemeyeceğini gören ve idrâk eden Peygamberimiz ve sahabe, Habeşistan, Taif ve Arabistan’ın diğer yerlerinde İslâm’ı hakkıyla yaşayabilecek ve hâkim kılacak bir alan bulabilmek ve kurabilmek için Mekke döneminin daha ilk zamanlarından îtibâren girişimlerde bulunmuşlar ve en sonunda da Allah’ın nasip etmesiyle Medîne onlara yurt olmuştur. Çünkü kentte (Mekke) olmuyordu ve şehre (Medîne) gitmek kaçınılmaz olmuştu. Zîrâ İslâm bir hayat alanına ihtiyaç duyuyordu. Çünkü İslâm “uygulanmak-yaşanmak isteyen ve bunu şart koşan bir din”dir. Eğer mü’minler hicret ile Mekke’den ayrılmasalardı ve Mekke’de kalmaya devâm etselerdi zamanla tâviz vermeye başlayacaklar yada en azından tâviz verme girişimleri yaşanacaktı. Çünkü Mekke’de (kent) mü’min olarak yaşanamıyordu ve yarı-mü’min gibi yaşamanın ağır bedelleri olacaktı. Mekke’de kalmak demek, müslimlerin, bir sene müşriklerin ilahlarına tapmaları yâni onların sistemlerine göre hareket etmeleri, bir sene de müşriklerin, müslimlerin istedikleri gibi yaşamaları demekti. Peygamberimiz ve mü’minler bunu tabî ki kabûl etmediler. Yâni Mekke’de sistemin mêmuru, işçisi, emeklisi, esnafı, tüccarı ve çiftçisi olmayı ve böyle kalmayı kabûl etmediler de Medîne’ye büyük vazgeçişlere ve zorluklara katlanarak hicret ettiler. Mekke’de şirk içinde yaşamanın bedelindense, Medîne’de mü’min gibi yaşamayı seçtiler ve bunun bedelini ödemeyi göze aldılar. Zâten Mekke’ye birer fâtih olarak geri dönmenin de başka yolu yoktu. İslâm’da hicret işte bu yüzden çok önemlidir ve takvimin başlangıcı yapılmıştır.

 

Kentler ilk önce, insanın bizzat bedenlerine yük yükler. Aşırı ve uygunsuz beslenmeden dolayı bozulan hormanların da etkisiyle şişmanlayan bedenleri sürekli taşımak en büyük bedeldir belki de. Bu yük, obeziteden kaynaklanan bir yüktür. Obezite kent ile alâkalıdır. Köylerde ve doğal yaşamda obezite görülmez yada çok nâdirdir. Obezite; “obey the rule of the city” cümlesinden gelir ve “mega-kentlerin kurallarına uy” demektir. Obezitenin karşılığı budur; “büyük kentlerin/şehrin kurallarına uy!”.

 

Kent hayâtının bâzı kuralları vardır. Kentlerde yaşayan insanlar bunlara uymak zorundadır. İngilizcede “obey” “uymak” anlamında kullanılıyor. Kent hayâtında uyulması gereken kurallar var, yâni “the rule”=”kural”. Kelimeyi tamamladığımızda ise obey the rule of the city: “Mega-kentin/büyükşehrin kurallarına uyun” anlamı çıkıyor.

 

Evet; kent (şehir değil), hele modern kent, İslâmî yaşam-tarzına izin vermeyen yada ona neredeyse hiç-bir alan bırakmayan yerdir. Bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Bu nedenle de tüm peygamberlerde bir hicret ve kent-merkezlerinden uzaklaşma görülür. Zîrâ kentlerde İslâm’ı yaşamak ve İslâm’ı hakkıyla yaşamak mümkün değildir ve kentlerde İslâm ancak ucundan-kıyısından yaşanabilir. O da tâvizleri ve yozlaşmaları mutlakâ yanında getirir. Müslümanlar modern kentlerde bulunmalarının nedeni olarak, “mecburuz, domuzdan başka yiyecek bir şey yok“ diyerek ruhsata sığınsalar da, İslâm aslında genelde azîmete göre yaşanması gereken ve zinhar tâviz vermeyen bir din’dir ki Peygamber örneklikleri ruhsata göre değil, azîmete göre olan yaşam-şekilleridir. O hâlde modern kentin bize sunduğu ve dayattığı, dolayısı ile ağır bedeller ödettiği şeytânî hayat-tarzlarının sâdece bir kısmına değil, tamâmına eleştiri, îtirâz ve isyânımız olmalıdır. Açıkçası modern kentlerde, belli bir süreden sonra bulunmak bile mü’minliğe halel getirir.

 

O hâlde ya ağır kuşatmanın ve denetimin olduğu, dolayısıyla mü’minlere maddî-mânevî ağır bedellerin ödetildiği kentlerde ruhsata sığınarak tâvizli şekilde bulunmaya (yaşamaya değil) devâm edeceğiz, yada kuşatmayı yararak ve kesin kararlar alarak İslâmî bir ortama göçeceğiz yada bir mağaracık da olsa İslâmî bir ortam kuracağız. Aksi-hâlde boş laflarla ve karanlığa taş atmakla ömrümüzü tüketeceğiz.

 

Not: Bu İslâmî ortamın nasıl olabileceği ve kurulabileceği ile ilgili âcizâne bir düşüncem için: http://777has444.blogspot.com/2015/03/tevhid-koyu.html

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2021

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder