“Ey îman edenler!; sizi acı bir azaptan kurtaracak
bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha
hayırlıdır; eğer bilirseniz” (Saff 10-12).
Bir mü’min için hayat, îman,
cihad ve şahâdettir. Anlamlı bir yaşam ancak bu süreç ile olur. “Gerçekten
yaşamak” işte budur.
İnanmak ve yaşamak birbirinden
kopmaz şeylerdir. İnanmak ama inancına göre yaşamamak yada inanca aykırı
yaşamak ya inanmamaktır yada inandığı gibi yaşamaya gerek olmadığını
zannetmektir ki lâik ve seküler düşünce işte budur. Yâni İslâm’ı
“yaşantıya-hayâta dönüşmeyecek bir şekilde kabûl etmek” düşüncesi. Fakat bunu
İslâm için söyleyebilmek idrâk sâhipleri için imkânsızdır. Zîrâ İslâm
“dinlerden bir din” değildir. O, uzak-doğu dinleri yada modernizm dîni gibi sâdece
kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsedilebilecek bir din
değildir.
İnanmayı başka bir şey,
yaşamayı ise bambaşka bir şey sanmak tam bir cehâlettir. Allah’a, âhirete,
meleklere, kitaplara ve peygamberlere îman etmek, bu inanca göre yaşamayı da
yanında getirir. Allah’a inanıyorsanız, O’nu emirlerine ve yasaklarına göre
yaşamanız farzdır. İslâm zâten budur ve İslâm, îman ettikten sonra “sâdece Allah’ın
emirlerine göre” yaşamanın adıdır. Allah’ın emir ve yasaklarının yanında
lâik-seküler-modern-demokratik-beşerî kânunlara göre yaşamak şirktir, küfürdür
ve zulümdür. Bir kâlpte iki sevgi olmaz. Ya Allah’a inanırsınız ve O’na göre
yaşarsınız yâni inandığınız gibi yaşarsınız, yada yaşadığınız gibi inanmaya
devâm eder ve şirk-küfür içinde kalırsınız.
Yaşam-tarzınız, inancınızın
göstergesidir. Nasıl inanıyorsanız öyle yaşıyorsunuzdur yada nasıl yaşıyorsanız
öyle inanıyorsunuzdur. Ya inandığınız gibi yaşıyorsunuzdur, yada yaşadığınız
gibi inanıyorsunuzdur. İnancın sağlaması ancak yaşamla kendini gösterir.
Kişinin samîmi ve ciddî olup-olmadığı, yaşamasına bakarak anlaşılır,
sazına-sözüne, yemesine-içmesine, giyinmesine-gezmesine göre değil. Hattâ; “kişinin
namazı-orucu sizi aldatmasın. Konuştuğunda, doğru konuşup-konuşmadığına,
kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünyâ
kendisine güldüğünde, takvâyı elden bırakıp-bırakmadığına (menfaat ânındaki
tavrına) bakıp öyle değerlendirin” (Kenzûl-Ummal,
h. No: 8435) denir. Kişinin servetle ilişkisi de onun ne olduğunu belli eder. Hz.
Ömer de bu konuda benzer bir şey söyler: “Kişinin namazı ve orucu sizi
aldatmasın ki o konuştuğunda yalan söyler ve kendisine bir şey emânet edildiğinde
hıyânet eder”.
Modern insan, “inandığı gibi
yaşamadığı” için “yaşadığı gibi inanmakla” cezâlandırılıyor. Modern müslümanlar
için de geçerlidir bu. Genel bir kuraldır; inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı
gibi inanmaya başlarlar. Bu yaşam dinden kopuk olduğunda şeytana, nefse ve
tâğutlara göre olacağından dolayı, artık kişinin “yaşadığı gibi inanması”
kaçınılmaz olur. Seküler-liberâl-kapitâlist sistemde, “inanıldığı gibi yaşamak”
yasak ve “bağnazca” iken; “yaşanıldığı gibi inanmak” “ilericilik” olarak empoze
ediliyor. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmakla
cezâlandırılırsınız. Çünkü bir şeyin cezâsı o şeyin kendi cinsinden olur.
Modern müslümanlar İslâm-merkezli
değil de dünyâ-merkezli yorum yapıyorlar ve ona göre davranıyorlar. Çünkü
inandıkları gibi yaşamayı bırakıp yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır.
Bunu modernite dayatmıştır-dayatmaktadır, onlar da buna karşı koymamaktadırlar.
Zîrâ irâdelerini kullanmamışlar ve gevşemişlerdir. Diyorlar ki; “Kur’ân’ın
târihsel âyetleri ve Sünnet, günümüz modern hayâtına uymadığı için, Sünnet’i es
geçmeli ve Kur’ân’ı da bugüne uygun yeniden yorumlamalıyız”. Bir mü’min ise
şöyle der: “Mâdem ki Kur’ân ve Sünnet günümüz modern hayâtına ve mekânına
uymuyor, o hâlde modern dünyâyı ve hayâtı Kur’ân’a ve Sünnet’e göre değiştirmek
gerekir. Niçin Sünnet’i inkâr edelim ve Kur'ân'ı modern zamâna uydurmaya kalkalım
ki?”. Çünkü Kur’ân zamânın nesnesi değil, tüm zamanların ve mekânların
öznesidir. Zîrâ Kur’ân, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sözüdür.
Kendimizi gözden geçirmemiz
gerekirken, durumumuza uydurmak için habire İslâm’ı gözden geçiriyoruz. Rabbimizin
istediği gibi yaşamamız gerekirken, canımızın istediği gibi yaşar olduk.
Huzeyfetü’l Yemâmi’ye soruyorlar; “nifak nedir? ey Allah Resûlü’nün sahabesi”. Cevap
veriyor: “İslâm’dan dem vurup, onunla amel etmemektir”.
Îman etmek, “îmâna göre
yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre
yaşarsınız. İslâm’da Allah’a inanmaktan ziyâde, “sâdece Allah’a inanmak ve O’na
göre yaşamak” önemlidir. Sâdece Allah’a inananlar, sâdece O’nun dediği şekilde
yaşarlar.
Modern insan “biz akla uygun
ve bilimsel olana inanırız ve ona göre yaşarız” diyorlar. Böyle söylemeleri,
seküler akıl ve modern-bilimin, tam da nefislerine uygun olması nedeniyledir. Çünkü
modern akıl ve bilim madde-merkezlidir ve metafiziği inkâr eder. Allah’ı, dîni,
kitabı hesâba katmaz. Modern insan aslında “inanmak istediğine” ve “işine
geldiğine” inanıyor. Yine; “gözümle görmediğime
inanmam” diyorlar. Ben ise: “gözümle gördüğüme inanmam” diyorum. Çünkü îman
zâten görünmeyene yâni gayba olur. Görüp durduğumun nesine inanayım?. İnanmak
için, bir de “inanmama durumu” olması gerekir. Görüp durduğum şeyin gördüğüm
gibi olduğuna inanmama durumu yoktur ki!.
İnsanlar kesintisiz haz ve zevk
içinde delicesine yaşamak istiyorlar. Bu inançsız ve de anlamsız bir yaşam olur.
Zîrâ böyle bir yaşam ancak inanç olmadığında olur. Günümüzde, “tam müslümanca yaşamak”, “mal gibi yaşamak” olarak görülüyor
ve gösteriliyor. İslâm’a göre yaşamak istememek, “nefse göre yaşayamamak
korkusu”ndan kaynaklanıyor.
Mevcut modern dünyâda
yaşamaktan memnûn olmak ve onu coşkuyla yaşamayı istemek mü’minler için büyük
bir sorundur. Dînin hayattan uzaklaştırıldığı bir zamanda ve mekânda yaşamak
mü’min için bir ızdıraptır ve öyle olmalıdır. Çünkü mü’minler Allahsız bir
yaşamın anlamsızlığını yüreklerinde hissederler. Fakat modern müslümanlar bu
durumdan pek de rahatsız değiller. Metropôllerde yaşamak mü’minler için
onursuzca, izzetsizce ve tâlihsizce bir yaşamdır. Çünkü metropôllerde izzetli
bir şekilde yaşanamıyor-yaşanamaz. Aslında modern insanların çoğu kentte
yaşamıyor, sâdece bulunuyor. Zâten kente göre yaşamak için kente göre düşünmek
gerekir. Oysa modern kentler günaha girmeden yaşanamayacak hâle gelmiş. Modern
insanın kurduğu kentler insanın günahı hâline gelmişi kentlerde yaşamak ise bu
günahın cezâsı olmuştur.
Modernizm bir-çokları için
“asgâri bir seviyede yaşamaya mecbur tutulmak” demektir. Fakat çok ilginç,
modernite, sınırlı yaşamak isteyenleri de cezâlandırıyor aynı zamanda. “Neden
kente ayak uydurmuyorsun” diye cezâ kesiyor. “Çünkü müslümanım” cevâbını
verecek kişi sayısı çok-çok az. Müslümanca yaşamak, “nefsine göre yaşamak”
değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir.
Modern kentlerde (şehir değil) Allah’ın emrine göre yaşamak için alan
yoktur yada çok-çok azdır. Bu yüzden şiir gibi bir dünyâda yaşamak varken;
“zehir gibi” bir dünyâda yaşıyoruz. “Yalan içinde yaşamak” demektir bu. Yalan
içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.
Yaşamaya
olan tutkunluk arttıkça gürültü de artar. Yaşamak “gürültü çıkartmaktır” çünkü.
Fakat yaşamak için ulvî bir nedeni olmayanlar, “gerçekten yaşıyor” değillerdir.
Yaşamak, “Dünyâ’da bulunuyor olmak” demek değildir. Yaşamak “inanmak ve
yaşamak” demektir.
Modern Dünyâ’da yaşamak,
“bir cendere içinde yaşamak” şeklindedir. O cendere içinde yaşamayı kabûl
etmedikçe gönlünüze göre yaşayamazsınız. O cendere kimileri için pamuklu,
kimileri için de dikenlidir. Ne ilginçtir ki modern insan dikenleri içinde mutluluk
rôlleri oynanmaktadır. Modern hayattaki “yaşamak” ile, klâsik zamanlardaki
“hayat sürmek” kavramları aynı şey değildir. Aradaki fark, “rûh”tur. Ruhsuz bir
yaşam, “ölü gibi yaşamak” demektir ki hem modern kentler hem de modern insanlar
ruhsuzluktan dolayı ölü gibi yaşamaktadırlar. .
Modern insan; “değer
bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri bulunmadığı için,
görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece mecbûren nefsine
göre düşünmekte ve yaşamaktadır. Müslümanlık ise “müslümanca yaşamak” demektir;
“müslümanların arasında bulunmak” demek değil. Müslümanca yaşamak, imtihan
Dünyâsında yaşamak, “mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir.
Mevcut
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâl sisteme göre
işleyen Dünyâ’dan bir pay almak istiyorsanız, bu sistemlere uymak zorundasınız.
Bu da, mevcut seküler sisteme göre yaşamak ve davranmak demektir. Modern
dünyâdan pay istiyorsanız, modern sisteme göre yaşamak zorundasınız. Kim bu
sisteme daha iyi uyarsa ve uyum sağlarsa, o kişi sistemden daha fazla
yararlanır. Lâkin bu sisteme uyum sağlamak için insanlıktan ve müslümanlıktan
uzaklaşmak şarttır. İnsana ancak “insan
gibi” yaşamak yakışır. “İnsan-altı” yada tasavvufun dediği gibi “insan-üstü”
yaşamak “insanca” değildir.
Ahlâklı
yaşamak, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır. Allah’ın sünneti (sünnetullah), O’nun kâinâta
koyduğu kânunlar, yasaları ve vahyettikleridir. İnsanlara düşen ise,
sünettullaha göre yaşamak yada yaşamamaktır.
Bâzıları,
nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre akıllı yaşamak, “nefsine göre
yaşamak”tır. Dünyâ’da iki tür insan
vardır: 1-Onurlu ve orta-hâlli bir hayat yaşamak isteyenler. 2-Refah ve zevk
içinde yaşamak isteyenler. İkinci şık, “nefsine göre yaşamak” şeklinde olmak
zorundadır.
Ses çıkarmak, hayatta
olunduğunun kanıtıdır. Bu ses, vahyin sesi olursa hayat tam da Allah’ın
emrettiği gibi yaşanmış olur. Hayâtı dibine kadar İslâm-merkezli yaşamak ise,
zulme isyân etmekle (ses çıkarmak) olur.
Kur’ân’a îman etmek,
Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur. Din, “en doğru olarak”, okumakla
değil, yaşamakla öğrenilir. Zâten Kur’ân “sâdece okunup durulsun” diye olmaktan
ziyâde, “onunla yaşanılsın” diye gönderilmiştir. Kur’ân’ı idrâk etmek için
hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için”
Sünnet’in yâni “güzel örneklik” olan Peygamberimiz’in, vahyi hayâta geçirme
tarzına-metoduna gerek vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı
Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet, on numara mü’mince
yaşama örnekliğidir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Ercüment Özkan, İnanmak
ve Yaşamak” kitabında Kur’ân ve Sünnet bağlamında şunları söyler:
“Kur’ân
ahlâk edinilsin için gönderilmiş bir kitaptır. Kur’ân önce Peygamber’in, onu
tâkiben de ona inananların dünyâ görüşlerini (akîdelerini) ve buna bağlı olarak
da amellerini düzene koymalarını âmir bir kitaptır. Peygamber de ona tâbi
olanlar da bu kitabı ahlâk edinmeye özen göstermişler, bu kitabı düşünce ve
davranışlarının düsturu (esas temeli) kabûl etmiş ve etmeye çalışmışlardır.
Diğer bir deyimle Kur’ân ‘Sünnet edinilsin’ diye gönderilmiş bir kitaptır.
Sünnet
deyimi üzerinde kısaca durursak şunları söyleyebiliriz: Sünnet kişinin yapmayı
âdet hâline getirerek kendisinden sapmayı düşünmediği düşünce ve
yaşam-biçimidir. Bu genel tanımın -özellik kazandıracak olursak Sünnetullah-
Allah’ın yapmayı âdet hâline getirdiği ve kendisinden şaşmadığı esaslar bütünü
anlamında iken ve bunu Kitab’ında vurgulayarak belirtmiş iken, kullarına
gönderdiği vahyin toplamı olan Kur’ân’ın da başta Resûlü olmak üzere ona tâbi
olanlardan da bu Kitab’ta bulunan esasları düşünce ve yaşam-tarzı hâline
getirmelerini, bir diğer tâbirle sünnetleştirmeleri gerektiğini belirttiğini
biliyoruz.
Sünnet
bağlamında bizi burada ilgilendiren ‘Sünnet-i Resûlullah’tır. Resûlullah’ın
Sünneti denildiğinde ise anlaşılması gereken şey; Resûlullah’ın, Allah’ın
Kitabı Kur’ân’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu târifin kapsamında kalan ve
bulunan Sünnet’in ise bütün müslümanları ilzâm ettiği (bağlayıcı bulunduğu)
bilinmelidir. Zîrâ Resûlullah, Allah’ın elçisidir. O’nun dîninin ilk kabûl
edeni ve ilk uygulayanıdır. Gerek vahyin kendisine ilk geldiği kimse olması,
gerekse bu vahyin içerdiğini düşünce ve ameller hâline getirmede ilk uygulayıcı
olması bakımından Peygamber biz müslümanları bağlar. Bu bağlama, esas
îtibâriyle Kur’ân’ın bağlamasıdır. Zîrâ Peygamber’i de bağlayan Kur’ân’dır.
Bizim
Resûlullah’a bağlanmamız da o’nun ‘Kur’ân’a bağlanmasına bağlanmamız’
mânâsındadır, ki O kendiliğinden bir din koymayan, kendiliğinden bir söz
uydurup da Allah’a isnât etmeyendir. Resûlullah din adına ne demiş ve ne yapmış
ise Allah’ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiği ve bilâhare Kur’ân’da toplanan
vahiy ile demiş ve yapmıştır. Kur’ân dışında vahiy bulunmadığına göre o’nun
söyledikleri ve yaptıkları esas îtibâriyle vahye dayalıdır. Kendisine gelen
vahyi din edinmiştir Resûlullah. Zîrâ din vahiyden oluşmakta ve vahiyde bulunmaktadır.
Bütün vahiy de Kur’ân’da bulunmaktadır”.
Kur’ân’ı “noktası-virgülüne
kadar okumak”tan ziyâde, “noktası-virgülüne kadar yaşamak” önemlidir. Okuma-araştırma ile bir şeyin ne olduğu “tam
anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için belli seviyedeki
idrakten sonra, o şeyin içinde “yaşanması” gerekir. Bilmek, yaşamaktır. Sünnet,
Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır.
“Ânı
yaşamak” düşüncesinin aşırıya kaçması, “ne dünü ne de yârını düşünmeyip hesâba
katmamak” anlamında koca bir aymazlıktır. Mü’minler âhireti hesâba katmadan
yaşayamazlar. Anlamlı yaşamak âhiret-merkezli
yaşamaktır. Bu ise dünyevî yaşama bir sınır koymayı gerektirir. Mü’mince
yaşamak, “sınırlı yaşamak”tır, zîrâ sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ
anlamsızlaşmayı da yanında getirir.
Allah’ı ve âhireti hesâba
katmayanlar bin yıl yaşamak isterler. Oysa değişen bir şey olmayacak ve ölüm en
sonunda bin yıl yaşayanı da bulacaktır. Çok yaşamak istiyorsanız, sabahları
erken kalkın, çünkü erken kalkmak hayâtı bereketlendirir.
Bâzen ölmek, acı,
perişanlık, şirk, küfür ve zulüm içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde
yaşamak, “hayat sürmek” değildir. Şu da var ki, ölmekten daha zor olanı,
“Allah’ın emrettiği gibi yaşamak”tır.
İnandığınız gibi yaşamazsanız,
yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız ki modern insan bu tür yaşamı bayraklaştırmıştır.
Seküler-liberâl-kapitâlist sistemde, “inanıldığı gibi yaşamak” yasak ve
“bağnazca” iken; “yaşanıldığı gibi inanmak” “ilericilik” olarak empoze
ediliyor.
Gönülleri yada beyinleri dar
olanlarla yaşamak çok zor olur. Hele ikisi birlikte ise.. eyvaaahh!. O yüzden
“âlimle sırtında taş taşı, câhille baklava-börek yeme” denmiştir.
Hastâneler insanları
“yaşatmak” için değil, “öldürmemek” için uğraşıyor. Oysa ölmemek “yaşamak”
demek değildir. Sürünerek yaşamayı ölmeye tercih etmek, yaşamaya olan
tutkunluğun bir göstergesidir.
Yaşamak demek, birilerine
bir şeyleri göstermek ve kanıtlamak demek değildir. Yaşamak nerede ve ne zaman
olursa-olsun, kendini Allah’a kanıtlamak demektir. Yaşamak, “Allah için
yaşamak”tır. Aksi-hâlde “hayat süren leşler”den olunur. Yaşamak, “doğru-dürüst
yaşamak”tır. İslâm’ın hâkim olmadığı bir ülkede-dünyâda yaşamak, müslümanca
olmadığı gibi, insanca bir yaşama biçimi de değildir. Allah-merkezli yaşamamak, yavaş-yavaş ölmektir. Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak bağlamında
şunları söyler:
“Müslümanları birbirine bağlayan bağlar her-şeyden
önce îmandan gelen kardeşlik bağlarıdır. Çünkü insanlar Allah (c.c.)’ın
gözetiminde kardeşler olarak yaşamak için yaratılmışlardır. İslâm insanlara
insan olduğunu, insanca yaşamayı belletmek üzere gönderilmiştir. İnsanca
yaşamak ise insanın Yaratıcısını, hilkatini bilmek ve O’na kulluk edebilmenin
yolunda bulunmakla mümkündür”.
Namaz kılmak, oruç tutmak,
hacca-umreye gitmek, bolca zekat vermek ve infâk yapmak, kurban kesmek,
başörtüsü takmak, tesettürlü giyinmek, fâize bulaşmamak, zinâya yaklaşmamak,
yalan söylememek, iftirâ atmamak, hırsızlık yapmamak, ihtiyaç hârici alış-veriş
yapmamak, seküler siyâseti eleştirmek ve ondan uzak durmak, Allah’sız
düşüncelere ve ideolojilere îtirâz etmek, dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet-merkezli
bir hayat yaşamak… İşte bunları yapmak, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-modern
dünyâya karşı yapılan bir isyân ve başkaldırıdır.
İslâm, “inanmak ve
yaşamak”tır. Sâdece “inandım” demek yetmez. Kur’ân bunu şu şekilde ifâde eder:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“(Ey
mü’minler!); Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler
size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Yoksulluk ve sıkıntı onlara
öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman
edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman
(onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi)” (Bakara 214).
Dünyâ’da her zaman iki
farklı din ve yaşam-şekli olmuştur. Biri, Allah’ın seçtiği bir peygambere
gönderdiği vahiylerden oluşan İslâm Dîni ve İslâmî yaşam-şekli; diğeri ise,
insanların şeytan-nefs ve istek-arzularına göre, dünyevî düşüncelere uygun
olarak ortaya koydukları beşerî din ve yaşam-şeklidir. İnsanların çoğu, hak
dîni yaşamadıkları için, yaşadıkları mevcut hayat-tarzını “hak” olarak
görürler. Çünkü “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya
başlarsınız” kuralı her dâim yürürlüktedir.
Kulluğun
zirvesi, İslâm-merkezli inanmak ve o inanca göre yaşamaktır. Aksi-hâlde kibir
zirve yapar. Zîrâ en büyük kibir, Allah’sız yaşamaktır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder