“Ribâ (fâiz), ancak
şeytan-çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda)
kalkmazlar. Bu, onların: ‘alım-satım da ancak ribâ gibidir’ demelerinden
dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, ribâyı haram kılmıştır. Kime Rabbinden
bir öğüt gelir de (ribâya) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de
Allah’a âittir” (Bakara 275).
“İnsan için çalışmasından
başka şey yoktur” (Necm 39).
Ribâ: “Tartısı
ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir
karşılığı olmaksızın, peşin olarak veyâ veresiye değiştirmek” anlamındadır.
Fâiz: “Arapça ‘fyḍ’ kökünden gelen ‘fâid’, artan,
fazla, bir borca karşılık ödenen artık para” sözcüğünden alıntıdır.
Kur’ân’da
“borç verilen şeyi belli bir ilâve ile geri alma” mânâsına olan ve “feyz”
kökünden türeyen “fâiz” kelimesi yoktur. Bu kelimenin yerine, Kur’ân’da
ribâ kelimesi kullanılmıştır. “Fevz” kökünden gelen “fâiz” kelimesi
ise Kur’ân’da zikredilmektedir. Bu iki fâiz kelimesinin zaman-zaman birbirine
karıştırıldığı görülmektedir.
Arapça “kry” kökünden
gelen kirâ, “bir mülkten yararlanma hakkı için
ödenen bedel” anlamındadır. Arapçada “karâ” kirâladı anlamına gelir.
“Kirâlamak” anlamında “kirâ” kelimesi Kur’ân’da yoktur. Kur’ân’da “icâre” yâni
kirâ akdiyle ilgili açık bir hükme rastlanmaz. Tekil ve çoğul olarak 105 yerde
geçen “ecîr” kelimesiyle genelde uhrevî karşılık ve mükâfat, çok az âyette de
dünyevî karşılık ve ücret kastedilir. Sözlükte “ecr”, “bir işe karşılık
ücret ödemek, mükâfatlandırmak” mânasında masdar, ayrıca “ücret” veyâ “mükâfat”
anlamında isim olarak geçer. Kelime her iki kullanışa bağlı olarak “bir şeyi
kirâya vermek” ve “mehir” mânâlarına da gelir. Ancak İslâm literatüründe “ecir”
daha çok mânevî ve uhrevî konularda kullanılmıştır.
Fâiz olarak bilinen kelime Kur’ân’da “ribâ”dır. Ribâ “emeksiz
ve haksız kazanç” anlamındadır. Yazı oyunca fâiz yerine ribâ kelimesi
kullanılmıştır.
Zamânımızda birileri, Kur’ân, ribâ yâni fâiz için
“şeytan-işi” ve “şeytan çarpmışlık” demesine rağmen çeşitli ve aşırı yorumlarla
ribânın haramlığını blôke eden açıklamalar yapıyorlar ve âyetin içini
boşaltarak kavramın rûhunu öldürüyorlar. Böylece ribâ farklı bir anlama
getiriliyor. O farklı anlamlar, yasakların ve haramların yasaklığını ve
haramlığını güyâ gizliyor. Sonuçta da birileri Kur’ân’ın yasakladıklarıyla
kolayca haşır-neşir olabiliyor. Meselâ “fâiz Dünyâ gerçeğidir” diyebiliyor.
Oysa Allah; “ribâ alan kişi şeytan çarpmışa döner” diyor.
Ribâ gibi, kirâ da ribâya girer ve ribâ, “haksız
(fâhiş) kazanç” demektir. Ribânın de kirânın da haksız kazanç dolayısıyla ribâ
olduğu herkesçe mâlûmdur. Yoruma gerek yoktur. Hem yorum nereye kadar yapılacak
ki?. Birilerini râzı ve memnun edene, hattâ son aşamada tâğutları ve şeytanı
râzı edene kadar mı yorumlanacak âyetler ve tam da şeytanın, nefsin ve
tâğutların istediği hâle mi gelecek?. Bu yorumlama; ribâ ve kirâyı
meşrûlaştırana kadar mı sürecek?.
Bilginin kaynağı Kur’ân iken, eylemin kaynağı da Sünnet’tir
ve İslâm sâdece “ilim dîni” değil, “amel dîni” de olduğundan dolayı Sünnet bu
bağlamda bağlayıcıdır. Rivâyetlerin uydurma olup-olmadığı, Kur’ân’la uygun
olup-olmadığı ile belli olur. Kur’ân genel hükümler koyar ve o hükümlerden
“direkt olarak bahsedilmeyen hükümler” çıkarılabilir. “İnsan için sâdece
çalıştığı vardır” âyetinden, “çalışmadan elde edilen gelir ribâdır” anlamı
çıkabilir.
Kirâ da ribâya girer ve özellikle ev için alınan kirâ parası
meşrû olmaz. “Kirânın haramlığı Kur’ân’da yok” deniyor. Peki helâl olduğu
Kur’ân’ın neresinde var?. “Haram denmemişse helâldir” sözüne sığınmayın hemen.
Çünkü bu söz de Kur’ân’ın sözü değildir. Ribâ gibi kirâ da ribâdır yâni
haksız-emeksiz kazançtır. Ribânın tamâmı haramdır. “Ribânın helâl olanı ve haram olanı”
diye bir ayırma yapılamaz. Kirâ da öyle, “bâzı kirâlar haram, bâzıları
helâldir” diye bir saçmalık olmaz. Kirâyı ödeyenin kirâ ödemekten dolayı bir
şikâyeti olmasa da, alan için o şey ribâ olmaktan çıkmaz. Meselâ dükkan
kirâsında dükkanı kirâlamış kişi, dükkan üzerinden para kazandığı için kirâyı
gözü görmeyebilir ama kirâyı alan için bu ribâ yâni haksız-emeksiz kazanç
olması bakımından değişmez.
İki çeşit
insan vardır: Ribâ alanlar, ribâ verenler; kirâ alanlar, kirâ verenler; yâni
“alanlar ve verenler”. “Alanlar” için hava hoş tabi. Fakat “verenler” öyle mi?.
Bir kumpasın içine çekilmişler ve sürekli veriyorlar. Birileri birilerine ha-bire
ribâ-kirâ ödetiyor ve onlara nefes aldırmıyor. Birileri, birilerinden ömür-boyu
ribâ ve kirâ alıyor, diğer birileri de uyanık ya; saf-câhil insanları
kandırarak rant elde ediyor. Hiç yıllar boyunca kirâ ödediniz mi?. Ya ribâ
vermek zorunda kaldınız mı?. Tanıdığım bir karı-koca her ay kirâ zamânı gelince
kavga ediyorlar. Bir-gün berâber aynı ortamda iken; kirâyı verebilmek için
temel ihtiyaçlarının hangilerinden vazgeçeceklerinin hesâbını yaptıklarına
şâhit oldum. Adamın çâresizlikten başını öne eğmiş hâli mazlûmiyetin resmiydi.
Hâlbuki bu kişi günün yarısını çalışmakla geçiriyordu.
Kur’ân’ın
gerçek ve en doğru tanımı hayâtın tam ortasında yapılır, ciltler dolusu
külliyatlar ile değil. Hayâtın tam ortasından bakıldığında, ribâ ve kirânın,
Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin baş nedenleri olduğu görülür. Bunlar zulmün
daniskasıdır yâni. İslâm-Kur’ân zulme bir isyân olarak ve yeryüzünden zulmü
kaldırmak için geldiğine ve bu “pislikler” de zulüm ürettiğine göre, bunların
tamâmı haram, günah, yasak, suç ve ayıptır. Kur’ân’ın kavramlarının gerçek
tanımları, hayâta bakınca net olarak görülür ve idrâk edilir. Böylece
araştırmaya-incelemeye de gerek kalmaz.
Ribânın
haram olduğu, Kur’ân’da apaçık şekilde bildirilen bir yasaktır ki ağır bir
bedeli de vardır:
“Ey
îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, ribâdan artakalanı
bırakın. Şâyet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı
bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) ne
zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 278-279).
Şeytan-işi
bir pislik olan ribâ sistemi sâdece “ribâ almak”la değil, aslında daha çok “ribâ
vermek”le hayâtiyetini sürdürebilir. Zîrâ verilen ribâ paralarından
topladıklarını başkalarına ribâ ile verirler. O hâlde senin ödediğin kredi ribâyı,
kesin olarak çok ağır bedeli olan bir günah-haramdır.
Âyette
“ribâdan arta-kalanı bırakın” demekle, şu-an îtibâriyle “o işten vazgeçin”
demek istiyor. Zâten sahabe de bu işten hemen vazgeçmiştir. Bu konuda açık
hükümlere rağmen farklı bir şey söyleyemem. Yalnız şöyle bir şey var: İslâm,
altyapısını hazırlamadığı şey için hüküm indirmiyor. Yâni körü-körüne,
önünü-sonunu düşünmeden hüküm indirmiyor. Dolayısı ile ribâ yasağı da Medîne’de
inmiştir. Oysa Mekke’de ribâ sistemi işliyordu. Ne zaman ki Medîne’de ribâsız
bir sistem kuruldu, hemen ribâ yasaklandı. Şimdi; bireysel anlamda değil de,
toplumsal anlamda, birilerinin dediği gibi: “şu-an bir İslâm devleti ve ribâsız
sistem yoktur. Bu nedenle de alt-yapı mevcut değildir. Yâni Türkiye bir ‘dâr-ül
harp’tir. O yüzden bu işte bir mâzeret ortaya çıkıyor” gibi düşüncelerle
ribânın meşrûluğundan bahsedilemez. İsterse ribâ, çok cüz-i olsun yine de fark
etmez.
İslâm
aynı-zamanda bireysel sorumluluğu olan da bir dindir ve Kur’ân, tamamlanmış
olarak önümüzde duruyor ve ribâ hakkında söyledikleri çok açıktır.
Kur’ân-Sünnet-merkezli
okumalar yaptığımda yazının başındaki âyetlerden, ribânın haram olduğu gibi,
kirânın da haram olduğunu anlıyorum. Bâzıları ribânın haramlığından dolayı
bankadan parayı çekip ev alıyor ve kirâya veriyor. Fakat yine emeksiz bir
kazanç olduğundan dolayı ribâya düşülmüş oluyor. Yâni ribâdan kurtulmak için ev
alıp kirâya verildiğinde, bu sefer de başka bir zulüm olan kirâya bulaşılmış
olunur. Çünkü kurtulunması gereken şey haksız ver emeksiz kazançtır. Fakat kirâ
vermeden oturacak bir yer varsa sorun olmaz. Alacağın evin parasını biriktirene
kadar oturursun. İki çeşit senaryo kurarak merâmımızı anlatmaya çalışalım..
1-Birinin 300.000 lirası
var. Bu kişi her-hangi bir bankaya gidiyor ve “ben bu 300.000 lirayı size
verirsem bana ayda kaç para ribâ verirsiniz” diyor. Banka da müşteriye meselâ
aylık 2.000 lira vereceğini söylüyor. Kişi de bunu kabûl ediyor ve anlaşma
yapıldıktan sonra parasını yatırıyor ve evine gidiyor. Tam 30 gün sonra (ki bu
süre içinde evinden hiç çıkmamış ve yan-gelip yatmış da olabilir) bankaya gelip
yatırdığı paranın ribâsı olan 2.000 lirayı alıp evine dönüyor. Bu durum sonraki
aylar boyunca bu şekilde devâm ediyor.
2-Birinin yine 300.000
lirası var ve bu kişi ribâyı günah sayıyor. Bunun yerine elindeki parayla bir
emlâkçıya gidiyor ve 300.000 lira değerinde bir ev satın almak istediğini söylüyor.
Emlâkçı tam da ona göre bir dâire olduğunu ve hattâ orayı kirâlamak isteyen bir
kişinin de hazır olduğunu söylüyor. Adam evi beğeniyor ve anlaşma yapılıp ev
satın alınıyor. Ertesi gün de kirâcıya ev 2.000 liraya kirâlanıyor. Anlaşmalar
yapılıyor, ilk kirâ alınıyor ve adam evine gidiyor. Tam 30 gün sonra (ki bu
süre içinde evinden hiç çıkmamış ve yan-gelip yatmış da olabilir) kirâcısına
gidip parasını alıyor ve diğer aylarda da süreç böyle devâm ediyor.
Şimdi; (her-hangi bir
zorunluluk durumu hâriç) ilk-örnek ile ikinci örnek arasında nasıl bir fark var
ki; birincisi (ribâ) günah/haram olurken, ikincisi (kirâ) helâl/meşrû oluyor?.
Toplumda böyle bir anlayış hâkim çünkü. İyi de, birinci senaryo ile ikinci
senaryo arasında nasıl bir fark var ki?. İkisi de hiç-bir çaba harcamadan
ve emek vermeden bir ay sonra hemen-hemen aynı miktardaki paralarını almaya
gidiyorlar. İkisi arasında hiç-bir fark yoktur. Hattâ ribâdaki para zamanla
enflasyon etkisiyle azalabilirken; evin değeri ise, bâzen iki-üç katına kadar
artabiliyor. Evden çıkmadığı takdirde evin bakımı (boya/badana/tâmir) da
kirâcıya âittir. Kentsel-dönüşüm, müteahhit etkisi, katların yükselmesi vs.
nedenlerden dolayı evlerin zamanla yaşlanmasından doğacak zararlar da böylece
oluşmuyor. Dolayısı ile kirâ olayında ribâdan de öte bir “ribâ” vardır. Üstelik
hiç-bir kirâcı, verdiği kirâyı sevinçle, gönül rahatlığıyla ve huzûr içinde
vermez.
Her zaman bir “kirâ sorunu”
olur kirâcının. Bir-ay ne de çabuk geçiverir.. Kirâ zamânı ne de çabucak
geliverir.. Ömür-boyu bitmeyen bir borcu vardır kirâcının. Öyle ki, kirâ
vermekten dolayı ev-sâhibi olma fırsatı da bulamaz. Ev-sâhibi olan bir kişi,
meselâ 50 yıl boyunca kirâ alırken; bir kirâcı da 50 yıl boyunca kirâ verir ve
bu durum genelde değişmez. Değişmesi için genelde, yine başka bir zulüm sistemi
olan ribâya bulaşması gereklidir kirâcının çünkü. Bir sömürüden başka bir
sömürüye kapılması gerekir. Zâten kirâ-sistemini çıkaran yada pohpohlayan da ribâ
sistemidir. Kirâ ile ribâ birbirlerinin sebep-sonucu olurlar, yıllarca
birbirlerini beslerler. Hattâ ribâyı verenlerle kirâyı alanlar aynı kişiler
olur. Bu kısır-döngü kişilerin ölümüne kadar gider ve ondan sonra da aynı-durum
çocuklarının hayatlarında da devâm eder ve bu böylece sürüp gider. Ribâ-kirâ
alan adamın oğlu ribâyı-kirâyı almaya devâm ederken; kirâ-ribâ ödeyen adamın
oğlu da kirâ-ribâ ödemeye devâm eder durur. Tâ ki “İslâmî bir devrim” olana
kadar…
“Enflasyon değerinden daha
aşağı bir getirisi olduğunda şey ribâ anlamında fâiz olmaz ve yasak değildir”
diyorlar. Yâni fâizi değil, fâizin oranını düşünüyorlar. Fâizin oranı bugün
düşük olur yarın yükselir. Şeytânî devletlerde fâiz her zaman yüksek olur.
Aksi-hâlde millet kazanç elde etmek için parasını fâize yatırmaz ve bundan
dolayı da fâiz diye bir şey olmaz zâten. Yâni enflasyon değerinden düşük yada enflasyon
değeriyle aynı olduğunda zâten kimse fâize yönelmez. Bu nedenle bomboş bir
laftır bu.
Oranına bakarak fâizin meşrû
olabileceğine İslâmî açıdan aynı mantıkla baktığımızda, bir kazan balın içine
bir damla zehir atılsa sorun olmaz mı yâni?. Yada bir kazan pilavın içine 250
gram domuz eti katılsa ne olur?. Çünkü oranı az ya.. Haram olanı oranı
belirlemez, vahyin kendisi belirler. Haram, günah ve yasak dendiyse o şey artık
ölüm-hâli dışında haramdır, günahtır ve yasaktır. Sarhoş etmeyen bir yudum içki
de haramdır. Haramı oranı belirlemez. Allah’ın emri belirler. Oranının az
olmasının haramı haram olmaktan çıkaracağının delîli nedir ki?. Vahiy yerine
aklı ön-plâna çıkarmanın sonucudur bunlar. Vahiy karşısında aklı kullanmanın,
dolayısı aklı ilahlaştırmanın sonucu bu tür sapmalar ve sapık düşünceler ortaya
çıkıyor.
Seküler
sistem kişiyi “günahsız yapamayacak” hâle getirdi. Günaha bulaşmadan
yaşanamayacak bir Dünyâ kurdu. Bir İslâm Devleti olsaydı, devlet sana, yaptığı
evlerden birini verir ve sen de kirâ öder gibi borcunu taksitle öder ev-sâhibi
olurdun. Yada ev alacak parayı sana ribâsız bir şekilde vererek ev almana
yardımcı olurdu ve borcu taksitle uygun bir şekilde öderdin. Fakat maalesef
böyle bir şey yok. Müslümanlar arasında bildiğim kadarıyla böyle bir dayanışma
da yok. “Emin Evim” gibi kuruluşlar bunu yapıyor gibi gözükse de bir
tanıdığımın başına gelen bir olaydan dolayı orayı da tavsiye etmiyorum.
İşin
trajikomik yanı da şudur ki; fâizi yâni ribâyı savunanlar, bankaya yatırılan
paranın “kirâ gibi” olduğunu ve “paranın kirâya verilmesi” olarak
düşündüklerinden dolayı ribâyı meşrû görmektedirler. Yâni ribâyı kirâ gibi
gördüklerinden dolayı meşrû zannediyorlar. Oysa hem ribâ hem de kirâ helâl
değildir.
O
hâlde; İslâmî duyarlılık yâni takvâya göre konuşacak olursak kirânın haramlığı ribâ
gibi açık olmasa da o da ribâdır.
Vel
hâsıl kelam; biz burada İslâmî hassâsiyetle bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz.
İslâm’da çalışmadan ve emek vermeden gelen gelir ribâdır ve zâten ribâ budur.
Ribâ ister bankadaki ribâlı paradan, isterse kirâdaki evden gelsin haksız ve
emeksiz kazanç olması bakımından değişmez.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder