11 Haziran 2021 Cuma

Ribâ ve Kirâ

 

“Ribâ (fâiz), ancak şeytan-çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: ‘alım-satım da ancak ribâ gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, ribâyı haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (ribâya) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a âittir” (Bakara 275).

 

“İnsan için çalışmasından başka şey yoktur” (Necm 39).

 

Ribâ: “Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veyâ veresiye değiştirmek” anlamındadır.

 

Fâiz: “Arapça ‘fyḍ’ kökünden gelen ‘fâid’, artan, fazla, bir borca karşılık ödenen artık para” sözcüğünden alıntıdır.

 

Kur’ân’da “borç verilen şeyi belli bir ilâve ile geri alma” mânâsına olan ve “feyz” kökünden türeyen “fâiz” kelimesi yoktur. Bu kelimenin yerine, Kur’ân’da ribâ  kelimesi kullanılmıştır. “Fevz” kökünden gelen “fâiz” kelimesi ise Kur’ân’da zikredilmektedir. Bu iki fâiz kelimesinin zaman-zaman birbirine karıştırıldığı görülmektedir.

 

Arapça “kry” kökünden gelen kirâ, “bir mülkten yararlanma hakkı için ödenen bedel” anlamındadır. Arapçada “karâ” kirâladı anlamına gelir. “Kirâlamak” anlamında “kirâ” kelimesi Kur’ân’da yoktur. Kur’ân’da “icâre” yâni kirâ akdiyle ilgili açık bir hükme rastlanmaz. Tekil ve çoğul olarak 105 yerde geçen “ecîr” kelimesiyle genelde uhrevî karşılık ve mükâfat, çok az âyette de dünyevî karşılık ve ücret kastedilir. Sözlükte “ecr”, “bir işe karşılık ücret ödemek, mükâfatlandırmak” mânasında masdar, ayrıca “ücret” veyâ “mükâfat” anlamında isim olarak geçer. Kelime her iki kullanışa bağlı olarak “bir şeyi kirâya vermek” ve “mehir” mânâlarına da gelir. Ancak İslâm literatüründe “ecir” daha çok mânevî ve uhrevî konularda kullanılmıştır.

 

Fâiz olarak bilinen kelime Kur’ân’da “ribâ”dır. Ribâ “emeksiz ve haksız kazanç” anlamındadır. Yazı oyunca fâiz yerine ribâ kelimesi kullanılmıştır.  

 

Zamânımızda birileri, Kur’ân, ribâ yâni fâiz için “şeytan-işi” ve “şeytan çarpmışlık” demesine rağmen çeşitli ve aşırı yorumlarla ribânın haramlığını blôke eden açıklamalar yapıyorlar ve âyetin içini boşaltarak kavramın rûhunu öldürüyorlar. Böylece ribâ farklı bir anlama getiriliyor. O farklı anlamlar, yasakların ve haramların yasaklığını ve haramlığını güyâ gizliyor. Sonuçta da birileri Kur’ân’ın yasakladıklarıyla kolayca haşır-neşir olabiliyor. Meselâ “fâiz Dünyâ gerçeğidir” diyebiliyor. Oysa Allah; “ribâ alan kişi şeytan çarpmışa döner” diyor.

 

Ribâ gibi, kirâ da ribâya girer ve ribâ, “haksız (fâhiş) kazanç” demektir. Ribânın de kirânın da haksız kazanç dolayısıyla ribâ olduğu herkesçe mâlûmdur. Yoruma gerek yoktur. Hem yorum nereye kadar yapılacak ki?. Birilerini râzı ve memnun edene, hattâ son aşamada tâğutları ve şeytanı râzı edene kadar mı yorumlanacak âyetler ve tam da şeytanın, nefsin ve tâğutların istediği hâle mi gelecek?. Bu yorumlama; ribâ ve kirâyı meşrûlaştırana kadar mı sürecek?.

 

Bilginin kaynağı Kur’ân iken, eylemin kaynağı da Sünnet’tir ve İslâm sâdece “ilim dîni” değil, “amel dîni” de olduğundan dolayı Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Rivâyetlerin uydurma olup-olmadığı, Kur’ân’la uygun olup-olmadığı ile belli olur. Kur’ân genel hükümler koyar ve o hükümlerden “direkt olarak bahsedilmeyen hükümler” çıkarılabilir. “İnsan için sâdece çalıştığı vardır” âyetinden, “çalışmadan elde edilen gelir ribâdır” anlamı çıkabilir.

 

Kirâ da ribâya girer ve özellikle ev için alınan kirâ parası meşrû olmaz. “Kirânın haramlığı Kur’ân’da yok” deniyor. Peki helâl olduğu Kur’ân’ın neresinde var?. “Haram denmemişse helâldir” sözüne sığınmayın hemen. Çünkü bu söz de Kur’ân’ın sözü değildir. Ribâ gibi kirâ da ribâdır yâni haksız-emeksiz kazançtır. Ribânın tamâmı haramdır. “Ribânın helâl olanı ve haram olanı” diye bir ayırma yapılamaz. Kirâ da öyle, “bâzı kirâlar haram, bâzıları helâldir” diye bir saçmalık olmaz. Kirâyı ödeyenin kirâ ödemekten dolayı bir şikâyeti olmasa da, alan için o şey ribâ olmaktan çıkmaz. Meselâ dükkan kirâsında dükkanı kirâlamış kişi, dükkan üzerinden para kazandığı için kirâyı gözü görmeyebilir ama kirâyı alan için bu ribâ yâni haksız-emeksiz kazanç olması bakımından değişmez.

 

İki çeşit insan vardır: Ribâ alanlar, ribâ verenler; kirâ alanlar, kirâ verenler; yâni “alanlar ve verenler”. “Alanlar” için hava hoş tabi. Fakat “verenler” öyle mi?. Bir kumpasın içine çekilmişler ve sürekli veriyorlar. Birileri birilerine ha-bire ribâ-kirâ ödetiyor ve onlara nefes aldırmıyor. Birileri, birilerinden ömür-boyu ribâ ve kirâ alıyor, diğer birileri de uyanık ya; saf-câhil insanları kandırarak rant elde ediyor. Hiç yıllar boyunca kirâ ödediniz mi?. Ya ribâ vermek zorunda kaldınız mı?. Tanıdığım bir karı-koca her ay kirâ zamânı gelince kavga ediyorlar. Bir-gün berâber aynı ortamda iken; kirâyı verebilmek için temel ihtiyaçlarının hangilerinden vazgeçeceklerinin hesâbını yaptıklarına şâhit oldum. Adamın çâresizlikten başını öne eğmiş hâli mazlûmiyetin resmiydi. Hâlbuki bu kişi günün yarısını çalışmakla geçiriyordu.

 

Kur’ân’ın gerçek ve en doğru tanımı hayâtın tam ortasında yapılır, ciltler dolusu külliyatlar ile değil. Hayâtın tam ortasından bakıldığında, ribâ ve kirânın, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin baş nedenleri olduğu görülür. Bunlar zulmün daniskasıdır yâni. İslâm-Kur’ân zulme bir isyân olarak ve yeryüzünden zulmü kaldırmak için geldiğine ve bu “pislikler” de zulüm ürettiğine göre, bunların tamâmı haram, günah, yasak, suç ve ayıptır. Kur’ân’ın kavramlarının gerçek tanımları, hayâta bakınca net olarak görülür ve idrâk edilir. Böylece araştırmaya-incelemeye de gerek kalmaz.

 

Ribânın haram olduğu, Kur’ân’da apaçık şekilde bildirilen bir yasaktır ki ağır bir bedeli de vardır:

 

“Ey îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, ribâdan artakalanı bırakın. Şâyet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 278-279).

 

Şeytan-işi bir pislik olan ribâ sistemi sâdece “ribâ almak”la değil, aslında daha çok “ribâ vermek”le hayâtiyetini sürdürebilir. Zîrâ verilen ribâ paralarından topladıklarını başkalarına ribâ ile verirler. O hâlde senin ödediğin kredi ribâyı, kesin olarak çok ağır bedeli olan bir günah-haramdır.

 

Âyette “ribâdan arta-kalanı bırakın” demekle, şu-an îtibâriyle “o işten vazgeçin” demek istiyor. Zâten sahabe de bu işten hemen vazgeçmiştir. Bu konuda açık hükümlere rağmen farklı bir şey söyleyemem. Yalnız şöyle bir şey var: İslâm, altyapısını hazırlamadığı şey için hüküm indirmiyor. Yâni körü-körüne, önünü-sonunu düşünmeden hüküm indirmiyor. Dolayısı ile ribâ yasağı da Medîne’de inmiştir. Oysa Mekke’de ribâ sistemi işliyordu. Ne zaman ki Medîne’de ribâsız bir sistem kuruldu, hemen ribâ yasaklandı. Şimdi; bireysel anlamda değil de, toplumsal anlamda, birilerinin dediği gibi: “şu-an bir İslâm devleti ve ribâsız sistem yoktur. Bu nedenle de alt-yapı mevcut değildir. Yâni Türkiye bir ‘dâr-ül harp’tir. O yüzden bu işte bir mâzeret ortaya çıkıyor” gibi düşüncelerle ribânın meşrûluğundan bahsedilemez. İsterse ribâ, çok cüz-i olsun yine de fark etmez.

 

İslâm aynı-zamanda bireysel sorumluluğu olan da bir dindir ve Kur’ân, tamamlanmış olarak önümüzde duruyor ve ribâ hakkında söyledikleri çok açıktır.

 

Kur’ân-Sünnet-merkezli okumalar yaptığımda yazının başındaki âyetlerden, ribânın haram olduğu gibi, kirânın da haram olduğunu anlıyorum. Bâzıları ribânın haramlığından dolayı bankadan parayı çekip ev alıyor ve kirâya veriyor. Fakat yine emeksiz bir kazanç olduğundan dolayı ribâya düşülmüş oluyor. Yâni ribâdan kurtulmak için ev alıp kirâya verildiğinde, bu sefer de başka bir zulüm olan kirâya bulaşılmış olunur. Çünkü kurtulunması gereken şey haksız ver emeksiz kazançtır. Fakat kirâ vermeden oturacak bir yer varsa sorun olmaz. Alacağın evin parasını biriktirene kadar oturursun. İki çeşit senaryo kurarak merâmımızı anlatmaya çalışalım..

 

1-Birinin 300.000 lirası var. Bu kişi her-hangi bir bankaya gidiyor ve “ben bu 300.000 lirayı size verirsem bana ayda kaç para ribâ verirsiniz” diyor. Banka da müşteriye meselâ aylık 2.000 lira vereceğini söylüyor. Kişi de bunu kabûl ediyor ve anlaşma yapıldıktan sonra parasını yatırıyor ve evine gidiyor. Tam 30 gün sonra (ki bu süre içinde evinden hiç çıkmamış ve yan-gelip yatmış da olabilir) bankaya gelip yatırdığı paranın ribâsı olan 2.000 lirayı alıp evine dönüyor. Bu durum sonraki aylar boyunca bu şekilde devâm ediyor. 

 

2-Birinin yine 300.000 lirası var ve bu kişi ribâyı günah sayıyor. Bunun yerine elindeki parayla bir emlâkçıya gidiyor ve 300.000 lira değerinde bir ev satın almak istediğini söylüyor. Emlâkçı tam da ona göre bir dâire olduğunu ve hattâ orayı kirâlamak isteyen bir kişinin de hazır olduğunu söylüyor. Adam evi beğeniyor ve anlaşma yapılıp ev satın alınıyor. Ertesi gün de kirâcıya ev 2.000 liraya kirâlanıyor. Anlaşmalar yapılıyor, ilk kirâ alınıyor ve adam evine gidiyor. Tam 30 gün sonra (ki bu süre içinde evinden hiç çıkmamış ve yan-gelip yatmış da olabilir) kirâcısına gidip parasını alıyor ve diğer aylarda da süreç böyle devâm ediyor.

 

Şimdi; (her-hangi bir zorunluluk durumu hâriç) ilk-örnek ile ikinci örnek arasında nasıl bir fark var ki; birincisi (ribâ) günah/haram olurken, ikincisi (kirâ) helâl/meşrû oluyor?. Toplumda böyle bir anlayış hâkim çünkü. İyi de, birinci senaryo ile ikinci senaryo arasında nasıl bir fark var ki?. İkisi de hiç-bir çaba harcamadan ve emek vermeden bir ay sonra hemen-hemen aynı miktardaki paralarını almaya gidiyorlar. İkisi arasında hiç-bir fark yoktur. Hattâ ribâdaki para zamanla enflasyon etkisiyle azalabilirken; evin değeri ise, bâzen iki-üç katına kadar artabiliyor. Evden çıkmadığı takdirde evin bakımı (boya/badana/tâmir) da kirâcıya âittir. Kentsel-dönüşüm, müteahhit etkisi, katların yükselmesi vs. nedenlerden dolayı evlerin zamanla yaşlanmasından doğacak zararlar da böylece oluşmuyor. Dolayısı ile kirâ olayında ribâdan de öte bir “ribâ” vardır. Üstelik hiç-bir kirâcı, verdiği kirâyı sevinçle, gönül rahatlığıyla ve huzûr içinde vermez.

 

Her zaman bir “kirâ sorunu” olur kirâcının. Bir-ay ne de çabuk geçiverir.. Kirâ zamânı ne de çabucak geliverir.. Ömür-boyu bitmeyen bir borcu vardır kirâcının. Öyle ki, kirâ vermekten dolayı ev-sâhibi olma fırsatı da bulamaz. Ev-sâhibi olan bir kişi, meselâ 50 yıl boyunca kirâ alırken; bir kirâcı da 50 yıl boyunca kirâ verir ve bu durum genelde değişmez. Değişmesi için genelde, yine başka bir zulüm sistemi olan ribâya bulaşması gereklidir kirâcının çünkü. Bir sömürüden başka bir sömürüye kapılması gerekir. Zâten kirâ-sistemini çıkaran yada pohpohlayan da ribâ sistemidir. Kirâ ile ribâ birbirlerinin sebep-sonucu olurlar, yıllarca birbirlerini beslerler. Hattâ ribâyı verenlerle kirâyı alanlar aynı kişiler olur. Bu kısır-döngü kişilerin ölümüne kadar gider ve ondan sonra da aynı-durum çocuklarının hayatlarında da devâm eder ve bu böylece sürüp gider. Ribâ-kirâ alan adamın oğlu ribâyı-kirâyı almaya devâm ederken; kirâ-ribâ ödeyen adamın oğlu da kirâ-ribâ ödemeye devâm eder durur. Tâ ki “İslâmî bir devrim” olana kadar…

 

“Enflasyon değerinden daha aşağı bir getirisi olduğunda şey ribâ anlamında fâiz olmaz ve yasak değildir” diyorlar. Yâni fâizi değil, fâizin oranını düşünüyorlar. Fâizin oranı bugün düşük olur yarın yükselir. Şeytânî devletlerde fâiz her zaman yüksek olur. Aksi-hâlde millet kazanç elde etmek için parasını fâize yatırmaz ve bundan dolayı da fâiz diye bir şey olmaz zâten. Yâni enflasyon değerinden düşük yada enflasyon değeriyle aynı olduğunda zâten kimse fâize yönelmez. Bu nedenle bomboş bir laftır bu.

 

Oranına bakarak fâizin meşrû olabileceğine İslâmî açıdan aynı mantıkla baktığımızda, bir kazan balın içine bir damla zehir atılsa sorun olmaz mı yâni?. Yada bir kazan pilavın içine 250 gram domuz eti katılsa ne olur?. Çünkü oranı az ya.. Haram olanı oranı belirlemez, vahyin kendisi belirler. Haram, günah ve yasak dendiyse o şey artık ölüm-hâli dışında haramdır, günahtır ve yasaktır. Sarhoş etmeyen bir yudum içki de haramdır. Haramı oranı belirlemez. Allah’ın emri belirler. Oranının az olmasının haramı haram olmaktan çıkaracağının delîli nedir ki?. Vahiy yerine aklı ön-plâna çıkarmanın sonucudur bunlar. Vahiy karşısında aklı kullanmanın, dolayısı aklı ilahlaştırmanın sonucu bu tür sapmalar ve sapık düşünceler ortaya çıkıyor.

 

Seküler sistem kişiyi “günahsız yapamayacak” hâle getirdi. Günaha bulaşmadan yaşanamayacak bir Dünyâ kurdu. Bir İslâm Devleti olsaydı, devlet sana, yaptığı evlerden birini verir ve sen de kirâ öder gibi borcunu taksitle öder ev-sâhibi olurdun. Yada ev alacak parayı sana ribâsız bir şekilde vererek ev almana yardımcı olurdu ve borcu taksitle uygun bir şekilde öderdin. Fakat maalesef böyle bir şey yok. Müslümanlar arasında bildiğim kadarıyla böyle bir dayanışma da yok. “Emin Evim” gibi kuruluşlar bunu yapıyor gibi gözükse de bir tanıdığımın başına gelen bir olaydan dolayı orayı da tavsiye etmiyorum.

 

İşin trajikomik yanı da şudur ki; fâizi yâni ribâyı savunanlar, bankaya yatırılan paranın “kirâ gibi” olduğunu ve “paranın kirâya verilmesi” olarak düşündüklerinden dolayı ribâyı meşrû görmektedirler. Yâni ribâyı kirâ gibi gördüklerinden dolayı meşrû zannediyorlar. Oysa hem ribâ hem de kirâ helâl değildir.

 

O hâlde; İslâmî duyarlılık yâni takvâya göre konuşacak olursak kirânın haramlığı ribâ gibi açık olmasa da o da ribâdır.

 

Vel hâsıl kelam; biz burada İslâmî hassâsiyetle bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. İslâm’da çalışmadan ve emek vermeden gelen gelir ribâdır ve zâten ribâ budur. Ribâ ister bankadaki ribâlı paradan, isterse kirâdaki evden gelsin haksız ve emeksiz kazanç olması bakımından değişmez.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder