“De ki: ‘Yeryüzünde gezip
dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah
âhiret yaratmasını (veyâ son yaratmayı) da inşâ edip yaratacaktır. Şüphesiz
Allah her-şeye güç yetirendir”
(Ankebût 20).
“Evlerinizde vakarla-oturun
(evlerinizi karargah edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa
vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı
verin, Allah’a ve elçisine itaat edin…” (Ahzâb 33).
İki âyeti arda-arda okuduğumuzda,
İslâm’ın ne kadar dengeli bir din olduğu görülür. İnsanları evlerine, okula,
iş-yerlerine vs. bağlamayıp “çıkın da bir gezin görün” derken, bir yandan da
gezmeyi abartarak “hiç evde kalmama durumu”nu da, özellikle gezmeyi erkeklerden
daha fazla seven kadınlar üzerinden kısıtlar ve “oturun evlerinizde” der. Çok
gezip-dolaşanın ayakkabısında eve “bok” getirebileceğini unutmamak gerekir.
İslâm, salt bir “mânevî ve
kapalı-alan dîni” değildir. Sosyâl-kamusal alana da hitâp eder. O halde insanların
sosyâlleşmesini de ister. Fakat sorun, sosyâlleşmekte değil, “aşırı sosyâlleşmek”tedir.
Özellikle bir müslümanın “sosyâlleşiyorum” diye sürekli olarak sabahtan akşama
kadar dışarıda bir yerlerde olması normâl değildir ve a-normâldir. Çünkü onun
-dünyevî görevleri saymasak bile- namaz, okuma-yazma, anlatma, paylaşma vs.
gibi zorunlu görevleri vardır. Peki aşırı sosyâlleşmiş olan müslümanlar bunları
nasıl ve ne zaman yapacaktır?. Tabî ki “aşırı sosyâlleşme” denilen “gezme sevgisi”yle
bunlar ya hiç yapılamayacaktır yada kısıtlı yapılabilecektir.
Hiç öyle “sosyâlleşmek çok
gezmek değildir” falan demeyin. Sosyâlleşmek gezmek demektir. Zaten aksine
a-sosyâllik deniyor. Aşırı sosyâllik, “aşırı gezme” demektir.
Evde çok kalmak zamanla “ev
alışkanlığı” yapıyor. Evde kalmaya alışmış olanlar dışarıya çıkmak istemezler
ve hattâ dışarıya çıkmaya korkar hâle bile gelebilirler. O yüzden en azından
belli mesâfede ve zamanda günlük yürüyüş yapmalıdır insanlar. Zâten metabolizma
da bunu gerektirir. Yoksa ev onun için içinden hiç çıkmayacağı bir hapis-hâneye
dönmeye başlar.
Bir de evde kalmaya
alışanlarda ve dışarıya çıkmayanlarda, bir “dışarı korkusu” oluşur. Bir
tanıdığımın oturduğu apartmanda yaşayan yaşlı bir karı-koca vardı. Onlar
yıllardır dışarıya hiç çıkmamışlardı. Dışarı çıkmaktan korkuyorlardı. Bu durum
ilk başta, dışarıda şâhit oldukları bir şiddet olayından sonra dışarıya fazla
çıkmama karârı almakla başladı. Zamanla evden daha az çıkmaya ve en sonunda da
hiç çıkmamaya başladılar. Çünkü dışarısı onlara, “başlarına mutlakâ bir belânın
geleceği güvenli olmayan yer” olarak görülüyordu. Böylece yıllarca evlerinden hiç
çıkmadılar. Öyle ki ihtiyaçlarını bile ya sipâriş ediyorlar yada benim
tanıdığım kişiden alması için ricâ ediyorlardı. Bu durum a-normâllik bağlamında
anlaşılabilir olsa da “normâl” değildir. Çünkü evde kalmak kişide gerçekten “dışarı
korkusu” oluşturur ama bu korku aslında sûni bir korkudur. Çünkü dışarısı o
kadar korkunç değildir. Dışarısını korkunç zannetmek “evde kalmaya alışmış
olmanın verdiği bir rûh hâli”nden kaynaklanır. Dışarı çıkınca korkulan şeyin
aslında korkulacak bir şey olmadığı görülür. Bu zâten her-şeyde böyledir. Bir
işe bir türlü başlayamayanlar, işe başladıklarında işin o kadar da zor
olmadığını görürler. “İşe başlamak bitirmenin yarısıdır” denir bu yüzden.
İnsan her gün dışarıya çıkıp
bir hareket etmeli, Güneş görmeli, hava almalıdır. Engelliler için bu pek
mümkün değildir. O yüzden engellilerin yaşadıkları ev, en-azından önü açık, bir
yönü Güneş gören, havadar ve manzaralı olsa ne güzel olur. Çünkü aksi-hâlde bir
buhrân oluşacaktır.
İnsan sürekli olarak kapalı
bir alanda kalmamalıdır ama evde kalmak nasıl ki alışkanlık yapıyorsa, dışarıda
durmak, dışarıya çıkmak da alışkanlık yapar ve insan artık eve girmek istemez
hâle gelir. Bir keresinde gezmeyi seven bir arkadaşım gecenin 1’inde “canım hiç
eve girmek istemiyor” demişti. Bir şeyler yapmak istiyordu. Sosyâl biri olduğu
için “ev beni bunaltıyor” demişti. Hakîkatten de dışarıya alışmış olanları ve
sözde aşırı sosyâlleşenleri, eve dönmek ve evde bulunmak bunaltır. Sürekli bir “hava
alma” düşüncesi, sürekli bir gezme, bir yerlere gitme hayâli ve isteği vardır
bu kişilerde. Ev bu kişileri bunaltır ve buhrana sokar. Öyle ki evde kaldığı
için yüz ifâdeleri ve tavırları bile değişenler var. Bu durum özellikle de
kadınlarda çok görülüyor.
Rahmetli olmuş olan bir tanıdığım;
“arıyı ve karıyı gezdircen” derdi. Arının ve karının fıtratında gezmek meyli
çoktur. Fakat bu, Kur’ân’ın da dediği gibi, aşırıya kaçmadan yapılabilse de,
sürekli dışarıda olmayı gerektirmez. Âyet de zâten “oturun evlerinizde” diyor.
Modern insan dışarıda olmayı
ne kadar da çok seviyor. Sürekli geziyor. Gitmediği AVM, kafe, restoran, sinema
vs. kalmamış. Kullandıkları arabaların kilometrelerine bakınca 200 bin km.’den
aşağısı yok. Demek ki sürekli geziyorlar ve km. yapıyorlar. Fakat bunu yapmak
için belli bir zaman ayırmak da lâzımdır. Arabalar bu kadar km. yapıyorsa ve “evet
biz oraya gittik”, yada “bu hafta şuraya gideceğiz” sözleri, bu kişilerin
aslında bilgi-bilinç, okuma-yazma, namaz-niyaz ile ya hiç yada sınırlı ilgilerinin
olduğunu gösterir. Çünkü plânladıkları yada yaptıkları şeyleri yapmak için 24
saatlik bir süre bile zor yeter. Bir tanıdığımın arabası 1 yılda 40 bin km. yol
yapmıştı. Hesaplayınca günde ortalama
Bir keresinde televizyonda
ünlü bir târihçi, “sürekli gezin” diye gençlere tavsiye veriyordu. “Gezin görün,
bilgi sâhibi olun. Dünyâ’dan haberiniz olsun” diyordu. Oysa hocası; “iyi bir târihçi
olmak için çok gezmeye gerek yoktur ve hattâ tam-aksine evde-kütüphanede
çalışmak gerekir” demişti. İslâm medeniyetinde âlimler de böyle yapmışlardı.
Başlarını okuma-yazmadan-araştırmadan dolayı
kaldıramıyorlardı. Modern araştırmacılar da öyle. İki saat uyku ile
çalışmasına devâm edenler var. Zâten ancak böyle olduğunda bir fark oluşur ve
Dünyâ-çapında eserler verilebilir. Böyle adanmalar olmadıkça ve dışarıdan
uzaklaşmadıkça bir fark oluşmaz. Medeniyet biraz da bu tarz çalışmaların bir
sonucudur. Fuat Sezgin günde 20 saat çalıştığın söylüyordu ki bu, dışarıya pek
de çıkmadığının göstergesidir. Herkes sürekli okuyan-yazan âlim olacak değildir
tabi ama, aşırı sosyâlleşme, insanı ilim ve ibâdetten alıkoymakta ve moderniteye
ve kapitâlizme kan pompalayarak alan açmaktadır. Onun güçlenmesini ve
hayâtiyetini sağlamaktadır.
Aşırı sosyâlleşmek için
vakit, bol para ve enerji olması gerekir. Hattâ bir de biraz hiçb-ir şeyi
kafaya takmayan biri olmak gerekir. Sorumsuz da olmak gerekir. Aslında biraz da
tembel olmak gerekir. Tembeller ilginçtir ki gezmeyi çok severler. Aynı yere iş
için gitmek zorlarına gider ama gezmek olunca zevkle giderler ve sürekli bu şekilde
yaşamak isterler. Bu belki de evde sorumlulukların olmasından ve o
sorumlulukları yerine getirmek onlar için zor olduğundan dolayı olabilir. Ama
aşırı sosyâlleşenler aslında birilerine yük olurlar. Ya gittikleri yerdekilere
yada evde bıraktıklarına yük olurlar.
İnsanların gezmeyi yada sosyâlleşmeyi
çok sevmesinin bir nedeni de modern mîmâri olabilir. Modern hapis-hâne
şeklindeki apartman dâirelerinde insanları tutmak imkânsızdır. Hemen sıkılırlar
ve çok bunalırlar. O yüzden de kendilerini bir-an önce dışarıya atmak
istiyorlar. Zâten modernite, hayâtı ev-dışına taşımıştır. Okul, iş, gezme, yeme-içme,
tâtil vs. hep dışarıya has kılındığı için, insanlar da dışarıya çıkmaya çok alışmış
durumdadırlar ve bunu da “sosyâlleşmek” olarak adlandırmaktadırlar.
Ben şahsen gezmeyi çok seven biri değilim ve
okumak-yazmak daha fazla zevk veriyor. Yolculuk yapmak ve bir yerlere gitmek
tabî ki de insanı gevşetir ve rahatlatır. “Tebdil-i mekânda hayır vardır” denir.
Ama çok sosyâl olmak bana göre değil, sürekli gezerek ve bir yerlere giderek
hayâtımı sosyâlleşmeyle tüketmek çok doğru gelmiyor. Bu yüzden a-sosyâl olarak
tanınan biriyim. Bana dükkanda çalışırken “a-sosyâlsin” derlerdi. Bir
tartışmada, ortaya bir fikir attığımda ve diğerleri bu fikri beğenmediğinde “sen
dükkana kısıldın kaldın, Dünyâ’dan haberin yok” diyerek fikrimin yanlış
olduğunu söylerlerdi. Daha sonra emekli olunca ve evde daha fazla kalmaya
başlayınca yeni fikirlerim için de aynı şeyi söylüyorlar: “Sen evden hiç
çıkmadığın için dışarıda neler oluyor haberin yok” diyorlar. Bu dedikleri
eskiden olsa kabûl edilebilirdi belki ama artık televizyon, internet, sosyâl
medya vs. hep elimizin altında. Üstelik görüşlerim, sürekli gezenlerden daha tutarlı.
Artık herkes her-şeyden haberdar. Onlar sâdece, dışarının bire-bir etkisinde
oldukları için fikirleri-düşünceleri de dışarıya göre belirlenmiştir. Oysa
bilgi-sâhibi olmak için gezmek de gerekir ama asıl bilgi kitaptan öğrenilir ve
kitap okumak için de “oturmak” gerekir. Oturmak için en ideâl yerler ise
evlerdir. Bence insan mevcut hayâtı, çarşı-pazara çıktığında ve hastâneye
gittiğinde hakkıyla değerlendirebilecek farkındalığa sâhip olabilir. Yazılan nice
güzel ve etkileyici kitaplar ve ortaya atılan fikirler, sosyâlleşmenin
neredeyse “sıfır” olduğu hapis-hânelerde yazılmıştır.
Peki ev-dışında yada yaşanılan
köy, kasaba ve şehir dışına hiç çıkmadan bilgi ve fikir ve teori sâhibi olunamaz
mı?. Bu devirde bu çok kolay olduğu gibi aslında eski zamanlarda da zor
değildi. Königsberg ismini duymuş muydunuz?. Şimdiki adı Kaliningrad. Bir Rus
şehri ama eskiden bir Alman yerleşim yeriydi. Königsberg, Immanuel Kant’ın yaşadığı yerdir. Immanuel Kant, 22
Nisan 1724’te burada doğmuş ve buradan başka hiç-bir kasabaya, şehre ve ülkeye
gitmeden (sâdece kısa süreliğine bir köyde öğretmenlik yaptığı söylenir) yâni 80
yıl boyunca Königsberg’ten hiç çıkmadan burada yaşamış ve 12 Şubat 1804’te yine
burada ölmüştür. Felsefe alanında Immanuel Kant’ın seviyesini hiç tartışmaya
gerek yoktur ve Kant Dünyâ’nın en tanınmış filozoflarından biridir. Dünyâ-çapında
bir filozof, doğduğu küçük yerleşim yerinden hiç ayrılmadan orada okumuş,
yazmış ve Dünyâ-çapında bir filozof olmuştur. Kendi yaşadığı yeri tabî ki gezmiş
ve görmüştür ama Dünyâ-çapındaki bir filozofun başka kasaba, kent ve ülkeye
gitmemiş olması, “Dünya-çapında olmak için” başka bir yere gitmeye hattâ evden
bile çıkmaya gerek olmadığını gösterir. Yâni belli bir seviyeye gelmek ve
Dünyâ-çapında bir şeyler yapabilmek için tüm ülkeyi yada Dünyâ’yı gezmek gerekmiyor.
Hattâ “Dünyâ-çapında biri olmak” için aslında biraz da a-soysâl olmak gerekir.
Sürekli gezme-tozma hâlindeyken bunun olması pek mümkün değildir. Demem o ki,
çok da “sosyâl” olmaya gerek yoktur ve aşırı sosyâlleşme bir çeşit hastalık
yada kötü bir alışkanlıktır.
Modern insanı dışarıya sevk
eden şey kapitâlizm ve bireyselciliktir. Kapitâlizm bir tuzaktır ve insanları
ama daha çok kadınları kimseye karşı sorumluluk hissetmeyen bireyleşmiş
olanları sürekli dışarıya çekmek ister. Çünkü dışarıya çıktığı anda tepesine
biner ve kendisine mutlakâ para harcatır. Sosyâlleşmek sınırı aştığında zararlı
ve günah olmaya başlar. Çünkü dışarıda “birey” olan ve parası olan için bir “cennet”
vardır. Bunu bir-çok sorumlulukları olan ve bunun için evde daha fazla bulunması
gereken müslümanlar da yapıyor. Vakıflar-dernekler bir gezme-tozma merkezleri
olmuş ve gençleri bununla kandırıyor. Aşırı sosyâlleşme seküler bir harekettir.
Sükülerizm, İslâmî hareketler “sosyâl hareketler”e dönünce; “İslâmî taleplerin
sosyâl taleplere dönüşmesi”dir. İslâmî talepler azaldıkça sosyâlleşme isteği
artar.
Aşırı sosyâlleşmek için çok
paraya ve daha da önemlisi çokça bol vakte ihtiyaç vardır. O hâlde aşırı
sosyâlleşme belli bir ekonomik tabakaya mahsustur. Onların ne yeterli paraları
ne de boş vakitleri vardır. Müslümanların bu kadar boş vakti olamaz ve
sosyâlleşmek için fazla para harcama lüksleri de yoktur, olamaz. Çünkü
müslümanların ağır sorumlulukları vardır: “Gerçekten güçlükle berâber kolaylık
vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (duâ ve ibâdetle)
yorulmaya-devâm et. Ve yalnızca Rabbine rağbet edip yönel” (İnşirâh 6-8) der
Kur’ân. Üstelik Peygamber örnekliğinde de aşırı sosyâlleşme yoktur. Çünkü
müslüman için Dünyâ bir imtihan yeridir ve o eşsiz nîmet diyârı olan cenneti
kazanmak için gönderildiğimiz yerdir. Aşırı sosyâlleşerek ve gezerek cenneti
kazanmanın pek mümkün olmadığı açıktır.
Okuyan adam çok da “aktif”
değildir, olamaz. A-sosyâl olmadan “okuyucu” ve de “yazar” olamazsınız. Okur-yazar
olana “bencil zamanlar” gerekir ki bu ancak evde olur. Zâten okur-yazar olmak
için olmazsa-olmaz olan şey “oturmak”tır ki oturmaya en elverişli yer “ev”dir.
Modernite tarafında inşâ edilmiş dış dünyâda oturacak bir yer bile yoktur.
Çünkü modernite “insanlar oturmasın da, hem gezip para harcasınlar hem de
oturup düşünmeye fırsat bulamasınlar” ister.
Aşırı sosyâlleşme kendini en
çok internet ortamında gösteriyor. Herkes internette sosyâlleşiyor. Fakat
aslında bu sosyâlleşme değil, a-sosyâlleşmedir. “Sana interneti ve sosyâl
medyayı sorarlar. De ki: İkisinde hem büyük bir günah, hem de bâzı yararlar
vardır. Fakat günahları yararlarından daha büyüktür” şeklinde bir âyet olsaydı
günümüze ne kadar uygun olurdu.
Kendilerini “aşırı sosyâl”
zanneden a-sosyâl insanları tanımak için, artık sosyâl(!) medyadan tâkip etmek
gerekiyor. Onlar kendilerini ancak internet ile târif edebiliyorlar.
İnternetsiz yapamıyorlar çünkü. Modern gençliğin elinden akıllı telefonları ve
sosyâl medyayı aldığınızda, dımdızlak ortada kalıverirler. Oysa kendilerini çok
sosyâl insanlar olarak ifâde ederler. Sosyâl medya ve paylaşım siteleri a-sosyâlliğin
aşırılaşmış şeklidir.
“Sosyâl medya müslümanlığı”
diye bir müslümanlık(!) oluştu. Sosyâl medyada sözde İslâmî(!) paylaşımlar
yapmak, müslümanlık için yeterli bulunuyor. Oysa hakîkat ancak ve ancak
Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, “sosyâl medya-merkezli” olarak değil. Maddî-mânevî
paylaşımın yerini, abuk-sabuk sosyâl-medya paylaşımları aldı. İlki şahsiyeti ve
toplumu güzelleştirirken, ikincisi ise bireyi ve toplumu çirkinleştiriyor.
İnternetin yaygınlaşmasıyla
birlikte ise iş iyice çığırından çıktı. İnternet-merkezli bir insan türedi. Bu
insan hayâtını internete göre düzenliyor. Eskiden hayatlar namazlara göre
düzenlenirdi. “Öğleden sonra”, “akşam-üzeri” gibi sözlerle. Şimdi ne zaman ne
yapılacağına internet karar veriyor. İnternet öyle yaygınlaştı ki artık
bilgisayar da şart değil. Her yerden internete girilebiliyor. (Yakında
pisuvardan bile internete girilebileceğini düşünüyorum). Yeter ki insanlar bir-an
dâhi internetsiz kalmasın. İşin ilginç tarafı telefonları akıllı(!) olmayanlar
ve internete girmeyenler a-sosyâl olarak fişleniyor. Meselâ bir kişi sabah
erkenden kalkıp namazını kılsa, biraz Kur’ân-kitap okusa, sonra kahvaltısını
yapıp işine gitse ve akşam evine döndüğünde âilesiyle birlikte yemeklerini
yiyip çaylarını yudumlarken sohbetlerini yapsalar ve geceye doğru yatsalar.. Bu
kişiler a-sosyâl olarak kabûl ediliyor. Peki neye göre?. Ölçü ne ki?. 30 sene
önce herkes a-sosyâl ve “mal” mıydı?. Atalarımız “mal” mıydı yâni?.
Gerçek hayatlar yaşa(ya)mayanlar,
yaşadıkları hayatları “gerçek hayatlar” zannedenler. Yaşadıkları hayat aslında
kendi seçtikleri hayat olmadığından dolayı kendi gerçeklikleri de değildir.
Modern hayat şekilleri ve aşırı sosyâlleşme, cehenneme açılan kapılarla
doludur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder