“De ki: Şüphesiz ben,
ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir
ilah olduğu vahyolunuyor” (Kehf 110).
Âyet-i şerifin de söylediği
gibi Peygamberimiz ve tüm peygamberler beşerdir ve normâl insanlardır. Allah’ın
kulları ve resûlleridirler. Allah’ın kendilerine vahyettiklerinin elçiliğini,
aktarımını, öğreticiliğini ve örnekliğini yaparlar. İnsandırlar ve çarşıda-pazarda
gezerler ve insan oldukları için gereken ihtiyaçlarını karşılarlar. Yoksa birilerinin
zannettiği gibi salt mânevî-rûhânî bir varlık olmadıkları gibi, sâdece kendine
gelen sözleri aktarmaktan başka hiç-bir görevi olmayan bir postacı da değildirler.
Tebliğ, açıklama ve dâvet görevleri vardır.
Peygamber’in insânî yönü
“resûl” yönünden çok, “nebî yönüyle açığa çıkar. Zâten insânî yönü nebî
kelimesiyle ifâde edilir. Çünkü “resûl” kelimesi sâdece insan için değil,
melek, cin ve Kur’ân’ın kendisi için de kullanılır. Nebî ise “insan” için
kullanılır sâdece. Peygamberimiz ilk başta “insanların içinden bir insan”dır.
Fakat o, “muhteşem bir ahlâka sâhip” bir insandır. Kendisine vahyin inmesi ve
vahyin nebîliğini, resûllüğünü ve vahyin güzel örnekliğini hakkıyla ortaya
koymasıyla birlikte “âlemlere rahmet” olmuştur:
“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk
üzeresin” (Kalem 4).
“Biz seni âlemler için yalnızca bir
rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
Peygamberimiz bu ahlâki
özelliklerinden dolayı Allah tarafından resûl=elçi olarak seçilmiştir. O bir peygamberdir.
“İnsan peygamber”dir, aynen önceki peygamberler gibi:
“Muhammed, yalnızca bir
elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip-geçmiştir...” (Âl-i İmran 144).
Peygamberimiz’in; Kâsım,
Abdullah (Tâhir ve Tayyip, Abdullah’ın sıfatlarıdır) ve İbrâhim adlı üç oğlu
Dünyâ’ya gelmiş olmasına rağmen küçük yaşlarında vefât etmişlerdir. Zeyd bin Hârise’yi
evlat edinmiştir ama gerçek anlamda erkeklerden birinin babası değildir:
“Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiç-birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her-şeyi bilendir” (Ahzâb 40).
Peygamberimiz Hz. Muhammed,
Allah’ın elçisidir ama bu elçilik sâdece mânevî alanla sınırlı değildir ve getirdiği
mesaj hem iç-âlemleri hem de dış-âlemi inşâ etmek ve mesajı iki âleme de hâkim
kılmak içindir.
Peygamberler ve Peygamberimiz
küfürden-şirkten nefret eder, adâletsizliğe ve zulme dayanamaz. Bu yüzden mü’minlere
karşı merhâmetliyken, kâfirlere karşı ise amansızdır:
“Muhammed, Allah’ın
elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında
merhâmetlidirler” (Fetih 29).
Kur’ân bu özellikleri “Muhammed”
ismini vererek belirtir. Bu belirlemelerin hiç-birinde insan-üstü özelliklerden
bahsedilmez. Peygamberimiz, çeşitli ihtiyaçları olan bir insandır, bir beşerdir
ve bu nedenle de peygamberliği boyunca olağan-üstü bir şey yaptığı
görülmemiştir. Hayâtı boyunca üstün gayret ve azim göstermiş, hiç-bir şeyi
sihirbazlıkla yada benzer şekilde yapmamıştır.
Peygamberimiz kendisine
“Allah’ın kulu ve resûlü” denmesini istemiş, aşırı abartmalardan ve övgülerden
rahatsız olmuş ve abartılı şekilde seslenilmesini yasaklamıştır. Kendisi
hakkında aşırı gitmemeleri husûsunda zaman-zaman sahâbe-i kirâm’ı uyarmış ve
kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Hadis
kitaplarında bununla alâkalı bir-çok hadis ve rivâyet bulunmaktadır. Bunlardan iki
tânesi şöyledir:
Ömer b. Hattâb, “Hz.
Peygamber’i şöyle derken işitmiştim” demiş ve şu rivâyeti aktarmıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı sûrette
methettikleri gibi sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyin!. Şüphesiz
ki ben sâdece Allah’ın kuluyum. (O yüzden bana sâdece) Allah’ın kulu ve
resûlü deyin” (Buhari, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25).
Enes b. Mâlik’in rivâyet
ettiği bir hadise göre bir adam Peygamberimiz’e; “ya seyyidî, ey efendim, ey efendimin
oğlu!, ey bizim en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” gibi sözler sarf
ederek seslenmişti. Adamın bu sözlerini işiten Peygamberimiz ise şöyle
buyurmuştur: “Ey insanlar!;
Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im.
Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği
makâmın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum”.
Allah, Kur’ân boyunca Peygamberimiz’e
“kulumuz ve resûlümüz” der. Onu zaman-zaman uyarır. Tevhidden ayrıldığında o’nu
yok etmekle tehdit eder. Yükü o derece ağırdır ve sorumluluğu o kadar fazladır.
Tüm peygamberlerin Allah’ın
vahyini yayma görevleri vardır ve bu yaymanın sınırı tüm Dünyâ’dır. Bu yayma;
tebliğ, dâvet, ölçülü hoşgörü, iyilik, sabır ve cihadın her türlüsüyle olur.
Peygamberimiz de bu görevi; tebliğ, dâvet, ilim, infâk, direniş, sabır,
vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet süreciyle başlatmıştı ve o hârika medeniyetin
temelleri böyle atılmıştı.
Peygamberimiz bizim için çok
büyük bir lütuftur. Bu lütuf bize Allah’tandır:
“Andolsun ki Allah,
mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir Peygamber göndermekle lütufta
bulunmuştur. (Ki o) onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara
Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler”
(Âl-i İmrân 164).
“Andolsun, size,
içinizden sıkıntıya düşmeniz o’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere
şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe 128).
Resûle itâat yaşadığı
zamanda olduğu gibi, ölümünden sonra da farzdır. Bu itâat da elbette o’nun Sünnet’ine
uyularak gerçekleştirilecektir:
“Biz elçilerden hiç
kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle
göndermedik” (Nîsâ 64).
Âyetlerde sözü edilen itâat,
sâdece Kur’ân emirlerine itâat değildir. Çünkü böyle olunca Kur’ân’ın pek-çok
yerinde Peygamber’e itâatin Allah’a itâatle birlikte zikredilmesinin bir anlamı
kalmazdı. Bu yüzden Allah: “Ey îman edenler!; seslerinizi
Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona
bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider” (Hucûrât
2) der.
Peygamberler, aynı-zamanda
Allah’ın zulme isyânının bir sonucudur. Bu nedenle tüm peygamberler de küfre,
şirke, adâletsizliğe ve zulme isyân ederler ve bunları ber-tarâf etmek ana
görevleridir.
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz; mâruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan
sakındırır ve Allah’a îman edersiniz…”
(Âl-i İmran 110).
Âyette Peygamber ve sahabe toplumu üzerinden tüm mü’minlere
seslenilse de, Peygamber ve sahabe toplumundan başka şimdiye kadar âyetin
bahsettiği anlamda “tüm insanlar için hayırlı olan bir topluluk” kurulamamış
yada tam anlamıyla kurulamamıştır. O yüzden onların örnekliği öne çıkarılmış ve
o örnekliği tâkip etmek emredilmiştir:
“And
olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman,
Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).
Bu
örneklikte iyilik, sabır, hoşgörü, paylaşım, vicdan, merhâmet, kardeşlik ve sevgi
vardır. Fakat her-şeyden vazgeçmeyi de göze alarak mallarla ve canlarla mücâdele
etmek de vardır. Sonra da bir devlet kurmak ve İslâm’ın hakkıyla yaşanacağı bir
mekân ortaya çıkarmak, en sonunda da İslâm’ı tüm Dünyâ’ya yaymaya başlamak
vardır ki bu tüm peygamberlerin ana görevidir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa,
onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr
55).
“Allah, dinden
Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı)
ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta
egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’
olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak
koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Peygamberler peygamberlikten
önce başta çobanlık olmak üzere çeşitli işler yapmışlardır. Hz. Âdem çiftçi, İdris
terzi, Nûh marangoz, Îsâ marangoz, Mûsâ asker, İbrâhim çoban ve Peygamberimiz
de tüccar idi. Fakat peygamberlik gibi ağır bir görevden sonra bir de geçim
için bir iş yapmaları uygun olmazdı ve zâten buna fırsat da bulamazlardı. O
yüzden hem kendi âilesi hem de garibanların geçimi için ve de askerî harcamalar
için ganîmetin beşte biri Peygamber’e âit olmuştur. Zâten onlar biriktirmezler
ve mîras da bırakmazlar. Hayır, sadaka ve zekât kabûl etmezler ama hediye kabûl
ederler.
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
Peygamberlerin en birinci
vazifesi iç ve dış-âlemlerin inşâsı için güzel bir örneklik oluşturmaktır. Peygamberimiz’in
örnekliği Kur’ân’da Ahzâb 21’de “güzel örneklik” olarak söylenir. Diğer peygamberlerin
örneklikleri ise Kur’ân kıssalarında anlatılanlardır. Kur’ân kıssaları
peygamber örneklikleri yâni önceki peygamberlerin sünnetleridir. Kıssalar sünnet
aktarımlarıdır.
Peygamberlik Dünyâ’nın en
zor işidir. Zîrâ sorumluluğu en ağır iştir. O yüzden Hûd Sûresi ve
“emrolunduğun gibi dosdoğru ol” âyeti Peygamberimiz’in belini bükmüştür. Zîrâ
kendi iç-âlemini terbiye edip inşâ ettikten sonra, mü’minlerin hem iç-âlemlerini
besleyecek öğretilerde bulunmuş hem de dış-âlemi şirkten, küfürden,
adâletsizlikten ve küfürden temizlemek, hakkı ve hakikâti yâni Allah’ın sözünü
hayâta aktarmak için malıyla-canıyla gayret ederek tüm hayâtını buna adamıştır.
Belli bir fiilin iyilik ve kötülüğü hakkında yargıda
bulunabilmek için o fiilin sebep ve sonuçlarını da dikkate almak gerekir. Bunun
için de vahye, dolayısıyla peygamberlere ihtiyaç vardır. Çünkü peygamberler,
âyetleri amele-eyleme dökerek Dünyâ’daki sonuçlarını ortaya koyarlar. Yâni Kur’ân’ın
iyi ve kötü dediği şeylerin sağlamasını peygamberler hayattaki eylemleriyle
gösterirler. Böylece peygamberler Allah’ın âyetlerinin şâhitliğini yapmış
olurlar.
Peygamberimiz birilerinin sandığı
gibi, uçan, kaçan, parmaklarından su fışkırtan, bir vuruşta dağı delen vs.
olağan-üstü biri değildir. Fakat muhteşem bir ahlâka sâhiptir ve âlemlere
rahmettir. Allah’ın bildirdiğinden başka, “her-şeyi bilen” biri de değildir. 23
yıl boyunca gece-gündüz sürekli hadis söylemediği gibi, sürekli olarak tasavvuf
sohbeti de yapmamış, sürekli olarak bilim ile de uğraşmamıştır. Peygamberler,
hayâtı Allah adıyla okurlar ve O’nun emrettiği gibi inşâ ederler yada bunun
alt-yapısını kurarlar. Peygamberimiz, birilerinin sandığı gibi sürekli olarak
bilgiyle uğraşan biri de değildi. Çünkü İslâm bu saydıklarımızdan sâdece biri değildir.
İslâm, ilim ve ameldir. Peygamberler de hem ilmi yaymış hem de bu ilmi amele dökerek
bir örneklik oluşturmuşlardır.
Peygamberliğin en bariz
vasfı tâvizsizliktir. Peygamberimiz de çok ciddîdir, gayretlidir, samîmidir.
“Ben nede olsa peygamberim” diyerek ibâdetlerini aksatmaz ve disiplinli her
hâl-ü kârda devâm ettirir. “Benim günahlarım affoldu nede olsa, o nedenle ben
amelde-eylemde bulunmasam da olur” demez ve tüm eylemlerde öne çıkar, savaş
meydanında yalın-kılıç savaşır, yara alır, yaralar ve hattâ gerektiğinde Ubey
bin Halef örneğinde olduğu gibi adam da öldürebilir. Fakat tüm bunlar Allah’ın
izin verdiği yerde, şekilde ve ölçüde olur.
Peygamberler, yeryüzünden
küfrün, şirkin, adâletsizliğin ve zulmün kalkması için uğraşırlar. Öncelikli
işleri budur. Peygamber demek, tevhid demektir, vahiy demektir, hak ve hakîkat
demektir.
Bizim müslümanların peygamber
tasavvurları çok büyük ölçüde yanlıştır ve cemaatlerin çoğunun kendi yanlış tasavvurlarına
göre belirlediği peygamber târifleri ve anlayışları vardır. Çok az kişi
peygamberliğin ne olduğunu ve peygamberlerin ne iş yaptığını doğru olarak bilir.
İşin acı tarafı, içlerinde İslâm düşmanı olan oryantâlistler, Peygamberimiz’i
ve İslâm’ı müslümanların %90’ından daha iyi tanımaktadırlar. İslâm’ın hakkını genel
anlamda doğru veren oryantâlist ve doğu araştırmacıları, Peygamber’in kim olduğunu,
görevinin-işinin ne olduğunu -o’nun hak olduğunu kabûl etmese de- müslümanların
büyük çoğunluğundan daha iyi bilir. Bunlardan Bernard Lewis, Peygamberimiz hakkında
şunları söyler:
“Batı’lı
Hristiyanlık târihinde son derece önemli bir rôl oynayan regnum ve sacerdotıum,
(Regnum dünyevî gücü, yâni devleti, Sacerdotıum ise ilâhî gücü, yâni kiliseyi
temsil eder) ikiliğinin İslâm’da bir muâdili ortaya çıkmadı. Hz. Muhammed’in
hayatta olduğu dönemde, müslümanlar aynı-anda hem dinsel hem de politik bir
cemaat hâline geldiler, Peygamber de devletin başıydı. Bekleneceği gibi, Peygamber
bir yeri ve bir halkı yönetmiş, adâleti sağlamış, vergi toplamış, ordulara
komuta etmiş, savaş açmış ve barış yapmıştı.
Pagan
Roma’da Sezar Tanrı’ydı. Hristiyanlar için Tanrı ile Sezar arasında bir tercih
yapma sorunu vardı ve hristiyanlar asırlar boyu bu seçimin pençesinde
kıvranmıştır. İslâm’da böyle sancılı bir seçim yoktu. İslâm’ın Kurucusu’nun
kendisi Konstantin’di. Müslümanların anladığı biçimiyle İslam’ın evrensel
politikasında Sezar yoktu, yalnızca tek hâkim ve tek yasa kaynağı olan Allah vardı.
Muhammed O’nun peygamberiydi ve hayattayken Allah adına öğretmiş ve yönetmişti.
Peygamber’in
döneminden beri İslâm toplumu ikili bir karakter taşımaktadır. İslâm toplumu
bir yandan politik bir birim, önce bir devlet ve ardından imparatorluk hâline gelen
bir şeflik sistemi, öte yandan ise bir Peygamber tarafından kurulmuş ve aynı-zamanda
halefleri de olan, vekilleri tarafından yönetilen bir dinsel cemaattir. Hz. Îsâ
çarmıha gerildi, Hz. Mûsâ vaat edilmiş topraklara giremeden öldü ve bu
olayların anısı onların müritlerinin inanç ve tavırlarını derinden etkiledi.
Hz. Muhammed hayattayken muzaffer olmuş ve bir muktedir ve bir fâtih olarak
ölmüştü. Müslümanların sonuçta ortaya çıkan tavırları da olsa-olsa dinlerinin
bu târihine uygun gelişebilirdi. Hz. Muhammed, öteki dinlerin kurucuları gibi,
yalnızca bir peygamber ve öğretmen değil, bir yönetici ve bir askerdir de. Bu
yüzden, mücâdelesi bir devlet ve onun silahlı güçleriyle ilgilidir”.
Peygamberler Allah’ın halife-önderleri
ve mü’minlerin imamlarıdırlar. Bu nedenle onlara uymak şarttır. Bir yazıda
Peygamber’e uymaktan bahsedilirken şunlar söylenir:
“Kur’ân’ın
pek-çok âyetinde ‘Allah’a ve Resûlüne itaat edin’ ifâdesine rastlanır. Bu
ifâdeyi yorumlayan İslâm âlimlerinin bir kısmı, mü’minlerin, herhangi bir
sorunu çözmek için Kur’ân’a başvurup da oradaki hükümleri nasıl
somutlaştıracaklarını bilemediklerinde, Peygamber’in söz ve davranışlarını
model olarak almaları gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bu anlayışa göre, Allah’ın
elçisi sıfatını taşıyan Peygamber’in tavır ve davranışları tanrısal irâdeden
pay almaktadır; dîni-bütün bir müslümanın bu davranışları kendi yaşamına
uyarlaması yerinde olacaktır. Bu bakış-açısı kısa süre içinde çok geniş bir
kitle tarafından kabûl görür. Mü’minlerin gözünde, dindarlıkla Peygamber’in
davranışlarını ve yaşam-biçimini taklit etmek arasında büyük bir koşutluk
bulunmaktadır. Bu taklit mekanizması, en ince ayrıntıyı bile dışlamayacak
biçimde kurulmuştur. Müslüman, Tanrı’ya
en yakın kişi olarak gördüğü Peygamber’i taklit ettiği oranda ahlâklı bir
yaşamın koşullarını yerine getirmiş olacaktır. Peygamber’i taklit etmek yâni en
doğru ritüeli uygulamak, bir yönüyle İslâmî norma/hükme uygun biçimde hareket
etmeyi sağlar. Mü’min, gündelik yaşamdaki davranışlarının İslâmî akîdelerle
çatışmamasını istiyorsa, pek tabî en doğru modele yâni İslâm Peygamberi’ne
öykünecektir. Başka bir deyişle, müslümanın inancı/ îmânı ile eylemi arasında
mükemmel bir koşutluk bulunmalıdır. Rûhunu esenliğe/selâmete
kavuşturmak isteyen mü’minin yapması gereken tek şey, Peygamber’in yaşamında
ifâdesini bulan ideâl modele yaslanmaktır. Zâten onun sözleri ve davranışları
vahyin canlı bir yorumu değil midir?”.
Modernler, “Kur’ân ve Sünnet
günümüze uymuyor” diyorlar. İyi de günümüzde Dünyâ’nın geldiği yer doğal ve
normâl bir yer değildir ki!. Günümüzdeki Dünyâ mekânı ve bu mekâna göre
şekillenen insan düşüncesi İslâm’a uygun olmadığı ve aykırı olduğu içindir o
uyumsuzluk ve uygunsuzluk. Birileri Dünyâ’yı şeytânî plânlarının sonucunda dîne
aykırı olarak bu hâle getirdi. Din tabî ki de bu modern Dünyâ’ya ve günümüze
uymayacak ve karşı çıkacaktır.
Mevcut zaman ve mekân
kutsallaştırılıyor ve koşulsuz-şartsız “en iyi” olarak kabûl ediliyor. Mevcut
zamânın ve de mekânın hak, doğru, iyi ve güzel olduğu düşünülüyor. Sonra da Kur’ân’a,
Sünnet’e ve Dîn’e bakıldığında, dînin söylediklerinin günümüze uymadığı
görülüyor. Elbette uymuyor, uymaz. Çünkü günümüzde mevcut olan her-şey; şeytan,
nefs ve tâğutların ortaklaşa plânları sonucunda çıkarlarına uygun olarak
belirlenmiştir. Bu belirleme yapılırken dîne danışılmamıştır ki!. Dünyâ tam bir
fitne ortamına dönmüş ve her türlü şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve
zulüm Dünyâ’yı sarıp-kuşatmıştır. Şimdi dînin böyle bir Dünyâ’ya uyması mı bekleniyor?.
Zâten dinler, doğal, normâl olmayan ve fıtrata aykırı olan yâni dîne uygun
olmayan durumlarda, zamanlarda ve mekânlarda ortaya çıkar. Hakka aykırı olanı
yerle bir etmek ve “dîne göre yapmak” için. Allah böyle yerlere peygamberler ve
vahiy gönderir. “Din günümüze uymuyor” değil, asıl, “günümüz dîne uymuyor”. Sorun,
dînin modern hayâta uygun olmaması değil, modern hayâtın dîne uygun
olmamasıdır. O hâlde çatışma ve savaş kaçınılmazdır.
Şu âyetler, Peygamber’e ne
kadar çok değer verildiğini ve dinde ne denli önemli bir yeri olduğunu net
olarak gösteriyor:
“Hayır!; Rabb’in hakkı
için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin
verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olamazlar” (Nîsâ,
65).
“Allah ve Resûlü, bir işte
hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb, 36).
“Aralarında hükmetmesi
için Allah’a ve Resûlü’ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: ‘İşittik
ve itâat ettik’ demeleridir. İşte saadete eren onlardır” (Nûr, 51).
“Herhangi bir şeyde
anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız-
onu Allah’a ve Resûlü’ne götürün...”
(Nîsâ, 59).28
İslâm Dîni’nin hedefi,
sâdece iç-âlemlerin inşâsı değil, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemin de
inşâsıdır. İslâm’ın, Allah’ın sözünü Dünyâ’da hâkim kılmak hedefi vardır. Bu
inşâ, Kur’ân ile bilinçlendikten sonra Peygamber örnekliği de göz-önüne
alınarak yapılacaktır. Böylece İslâm âlemlere sâdece soyut olarak değil,
Peygamber örnekliği ile birlikte somut olarak da hâkim olmuş olacaktır. İşte bu
nedenle İslâm düşmanları, Peygamberimiz’in Sünnet’inin yâni o’nun sözlerinin ve
uygulamalarının önemli bir yeri olduğunu gâyet iyi bilirler. Bu yüzden
doğrudan-doğruya Kur’ân’a saldıramadıkları için Peygamberimiz’in Sünnet’inin
önemini azaltmaya ve yok etmeye, en nihâyetinde de o’nu görmezden gelmeye
çalışırlar. Böylece Kur’ân’ı zorlaya-zorlaya istedikleri gibi yorumlarlar. Zîrâ
hayatta tezâhür etmeyen Kur’ân, -imtihanın îcâbı olarak- her türlü zorlama
yorumlara açık hâle gelecektir. Böylece Kur’ân’ı, ona aykırı şekilde yorumlamış
olacaklardır.
Hz.
Muhammed “sâdece gönüllerin” sultanı değildir. Çünkü o sâdece gönüllerimizde
yaşatacağımız biri değil, “güzel örnekliği” olan Sünnet’ini tâkip etmemiz
gereken biridir. O bizim için en güzel şâhittir. Şahâdet, “bir şeyi olduğu gibi kesin olarak bir ilimle bilmek ve
bildirmek, şâhitlik yapmak” anlamlarına gelir. Peygamber’in bir şâhid olarak
gönderildiği belirtilir: “Ey Peygamber!; gerçekten biz seni bir şâhid, bir
müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik” (Ahzâb 45).
Evet; Peygamberimiz “rahmet
peygamberi”dir. Mü’minlere karşı çok şefkatlidir ve onların sıkıntıya düşmesine
aslâ râzı değildir:
“Andolsun size, içinizden
sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve
esirgeyici olan bir elçi gelmiştir. Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: Bana
Allah yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim ve büyük arşın
Rabbi O’dur” (Tevbe 128-129).
“Îman edip salih
amellerde bulunan ve Muhammed’e indirilen (Kur’ân)a -ki o Rablerinden bir
haktır- îman edenlerin (Allah), kötülüklerini örtüp-bağışlamış, durumlarını
düzeltip-ıslah etmiştir” (Muhammed 2).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder