“Biz nice ülkeleri yıkıma
uğrattık. Geceleri uyurlarken yada gündüzün dinlenirlerken bizim zorlu azâbımız
onlara geliverdi” (A’raf 4).
“Onlardan öncekiler, hîleli-düzenler
kurmuşlardı da, Allah(ın azap emri) onların kurdukları yapıların temellerine
geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azap onlara şuurunda
olmadıkları yerden gelmişti” (Nâhl
26).
Modernite, “Allah yerine
tabiatı-doğayı merkeze almak” demektir. Bu merkeze alış, insan ve akıl
aracılığı ile yapılır. Modern insan, Allah ve vahiy yerine “tabiatta uzlaşmak”
ve “tabiata göre düşünmek, konuşmak ve hareket etmek” yoluna girmiştir. Zîrâ
modernite denilen şey budur. Bu bağlamda tabiatı çok-çok araştırırlar ve
tabiatı kontrôl altına almak isterler. Modern insan, modern-bilim ve teknoloji ile
tabiatı kontrôl altına aldığını hattâ tabiatı yendiklerini ve artık her türlü
önlemi alabildiklerini zannetmektedirler. Modern insan tabiatı kontrôl altına
aldığını zanneder zannetmesine, lâkin hiç beklemediği anda bir deprem-sel-yangın-fırtına
vs. patlak verir de şaşkınlık ve çâresizlik içinde kalıverir:
“De ki: ‘O, size üstünüzden yada
ayaklarınızın altından azap göndermeye veyâ sizi parça-parça birbirinize
kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir’. Bak, iyice
kavrayıp-anlamaları için âyetleri nasıl çeşitli biçimlerde açıklıyoruz?” (En-âm 65).
Deprem aracılığı ile doğa, modern insana zımnen; “bana
sâhip olamazsın, beni aşamazsın, iyisi mi benimle iyi geçin ve bana uygun yaşa”
mesajını verir. Lâkin modern insan tabiata hükmettiğini zannetmeye devâm eder. Zîrâ
tabiatı denetimine almayı aklıyla yapmıştır ve bu nedenle de aklını
putlaştırmış durumdadır. Bundan vazgeçmesi, “putundan vazgeçmesi” demektir. Bu
bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:
“Şu ‘insan
tabiata hükmeder’ sözü.. Descartes’ın dile getirdiği günden bu-yana yenilikçi
çevrelerde kabûl gören bu önerme, boş bir hayâl olmanın ötesine geçememiştir,
geçmesi de mümkün değildir. Çünkü insanın tabiata hâkim olması diye bir şey
söz-konusu olamaz. Bırakın tabiata hükmetmeyi, insan tabiat karşısında âcizdir
de. Şöyle ki; insan bâzı tabiat kânunlarını keşfetmiş ve o kânunları kendi
amaçları doğrultusunda kullanmış olsa da, gerçekleştirdiği keşfin yol açtığı
sonuçları ve istihdâmının sebep olduğu netîceler sonucu tabiat kânunlarını
kontrôl altına almayı başaramamıştır. Bu yönüyle insan-tabiat ilişkisine
baktığımızda, tabiatın insana değil, insanın tabiata itaat etmek durumunda
kaldığı bir ilişkinin varlığına tanıklık ederiz. Nitekim günümüzde
dillendirilen ‘doğayla uyum’ söylemi dâhi, tabiatın insana karşı serkeş
olduğuna ve ona başkaldırdığına yönelik bir hissiyâtın varlığına ve insanın
tabiatla arasındaki çatışmayı sona erdirmek için ondan taahhüt almaya
çalıştığına delâlet eder.
Bütün bunlar sebebiyledir ki aklın işletilmesi
noktasında izlenecek İslâmî yöntem tabiatla çatışmayı ve ona hükmetmeyi değil,
aksine onunla dostluk kurmayı, karşılıklı sevgi/saygı temelinde bir ilişkiye
girmeyi esas almalıdır. Bu sâyede insan, tabiatın sırlarına muttali olacak,
muttali oldukça da ona karşı saygısı ve şefkati artacaktır. Sonuçta tabiatı
değil, tabiata bu esrârı serpiştiren Allah’ı takdise yönelecektir”.
Depremin ortaya çıkardığı yıkım ve zarâr,
“doğayı iyi bilmemek”ten ziyâde, “doğaya aykırı davranmak” ile alâkalıdır. Domatesin-biberin
ekilmesi gereken yere apartman dikerseniz, depremle yıkılır gidersiniz.
Allah’ın doğaya koyduğu yasa (sünnetullah) budur. Allah’ın yarattığı dağlar
bomboş dururken, neden ekin ekilmesi gereken yerlere evler dikiliyor?. Sonra da
“deprem büyük yıkım getirdi” diyorlar. Allah, sarsılmayacak yada az sarsılacak
ve böylece evlere-insanlara zarar vermeyecek dağları yaratmıştır ve onda yollar
da açmıştır yada yol açmaya müsâit hâle getirmiştir. İnsanlar evlerini buralara
inşâ etsinler, ovalara ve düzlüklerde ise tarım yapsınlar diye:
“Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde
sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu
bulursunuz” (Nâhl 15).
“Yeryüzünde, onları sarsmasın diye sâbit
dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık” (Enbiyâ 31).
Deprem de gösterdi ki,
modern insan, başına gelen bir musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç düşünmeden)
“Allah’a ve doğaya aykırı davranma”ya değil de, “aklı yeterince kullanmamaya”,
“yeterince önlem almamaya” ve “alt-yapı eksikliği”ne yâni tedbirsizliğe bağlamaktadır.
İşte “zihnin modernleşmesi” budur. İnsanın bu yanlış düşünceden kurtulması ya
vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna göre amel-eylemde bulunmasıyla olacaktır,
yada -sünnetullahın gereği olarak- Allah bize bu hakîkati kafamıza vura-vura
öğretecektir. Zîrâ Allah, düşüncede bile Kendisi’ne şirk koşulmasına râzı
olmaz.
Tedbir elbette çok
önemlidir. Tedbir almadıkça Allah kimseye yardım etmez. Ayrıca aklını
kullanmayanların üstüne pislik yağdırır: (Yûnus 100). Tedbir neyi gerektiriyorsa
yapılmalıdır elbette. Lâkin tedbir de bir yere kadardır. Hattâ aşırı tedbir “Allah’ı
hesâba katmamak” anlamında yanlıştır. Aslında hiç-bir zaman yeterli tedbir
alınamaz. Allah tedbiri önemser fakat hiç-bir tedbir azâbı yüzde-yüz önleyemez.
Tedbir aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmek ve O’na dayanmak da önemlidir.
Eşeğini sağlam kazığa bağladıktan sonra Allah’a tevekkül etmek gerekir.
Tevekkülün gereğini yapmak şarttır. Unutulmasın ki Nûh Tûfânı’nın nedeni
tedbirsizlik değildi, tedbirin azlığı ve yetersizliğinden dolayı olmadı Nûh
Tûfânı. Nûh Tûfânı, diğer kavimlerin başına ve günümüzde de bizim başımıza gelen
azaplar, tedbirsizlikten başka, Allah’ı hesâba katmadığımızdan ve bu nedenle de
şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve dolayısıyla zulme düşmemizden
dolayıdır.
Faylar yâni yer kabuğunun
hareketi ve kırılması, yavaş-yavaş ve bize zarar vermeden de olabilir. Enerji
yavaş-yavaş salınır ve dışarıya çıkabilir. Allah dilese böyle de olabilirdi ki
oluyor da. Fakat Allah’ın kâinâta-doğaya koyduğu sünnetullah denen yasaları
vardır. Bu yasalara uyulmadığında ve kritik eşik aşıldığında azap geliverir. İnsanlar
yeterli derecede tevekkül ve şükür etmediklerinden, Allah’a hakkıyla kulluk
yapmadıklarından ve tam-aksine şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık yaptıklarından
ve zulme ses çıkarmadıklarından dolayı insanların hiç beklemedikleri anda Allah
azâbı göndermektedir:
“Andolsun!; biz onlara
belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevî) azaptan önce, yakın (dünyevî)
azaptan da tattıracağız” (Secde 21).
“Onlardan öncekiler,
hîleli-düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azap emri) onların kurdukları
yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azap
onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti” (Nâhl 26).
Allah’ın azabı (deprem),
sünnetullah gereğince Kendisi’ne gönüllü olarak secde etmeyenleri “zorunlu
secdeye” tâbi kılıyor:
“Bunun üzerine onları
dayanılmaz bir sarsıntı tuttu da kendi yurtlarında diz-üstü/yüz-üstü çöke
kaldılar” (A’raf 78).
Depremin zarâr vermesi ilk başta,
“betonu-demiri az koyup-koymamayla” ilgili değil, “Allah’a ve de doğaya aykırı
yaşayıp-yaşamamayla” ilgilidir. Yapının sağlamlığı ondan sonra gelir. Peygamberlerinin
uyarılarını dinlemeyen Hicr Kavmi, ağır bir depremle ve azapla yıkılınca,
oranın halkı “yumuşak zemine ev yaparsanız böyle olur” dediler de azâbı akılsızlığa
ve tedbirsizliğe bağladılar. Sonra da gidip kayalara evler oydular (Semûd). Bu,
tedbir açısından önemlidir fakat Hz. Sâlih’in uyarılarını dikkate
almadıklarından, sapkınlıklarından vazgeçmediklerinden ve zulümlerine devâm
ettiklerinden dolayı yâni Allah’ı hesâba katmayıp da O’na karşı gelmeye devâm
edince onlara da bir çığlık yetti:
“Çünkü Biz onların
üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru
ot gibi oluverdiler” (Kamer 31).
“Semûd ve Ad
(toplulukları), kâria’yı (ansızın gelen belâ) yalan saydılar. Bu yüzden Semûd
(halkı), korkunç bir sesle helâk edildi” (Hâkka 4-5).
Yâni Hicr Kavmi yapılarını
yumuşak zemine yaptıkları için yıkıldıklarını görmüşler, bu yüzden de yeni
yapılarını-evlerini oydukları kayalara yapmışlardı. Fakat sapkınlıklarına ve
zulümlerine devâm edince bu tedbirleri de yetmedi ve Allah da onlara başka
türlü bir azâb ile azâb etti. Çünkü Allah’ın azâbından kaçış mümkün değildir. Azaptan
kurtulmanın çâresi, gerekli tedbiri aldıktan sonra “her-şeyde Allah’ı hesâba
katmak ve düşünmeyi, konuşmayı ve hareketi Allah’a göre yapmak”tır. Allah’ın
sünnetullahı böyledir. İnsanlar günaha dönerse Allah da cezaya döner. Tüm târih
boyunca böyle olmuştur:
“Umulur ki, Rabbiniz size
merhâmet eder, fakat siz (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (sizi cezâlandırmaya)
döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık” (İsrâ 8).
Depremin bâriz yıkıcılığının,
yüksek katlı binâlarda olduğu açıktır. O hâlde yüksek katlı binâlar yapmaktan
vazgeçmek gerekir. Zâten bizim İslâm ve Türk kültürümüzde iki katlı binâlardan
daha yüksek binâlar olmazdı. Osmanlı’da ilk apartman, Kraliçe İzabel’in
İspanya’dan kovduğu yahudilerin yerleştiği İstanbul Balat’ta yahudiler
tarafından yapılmıştır. İnsanlar o zaman bu evlere “yahudi-hâne” derlermiş. Bir
yerleşim yerinde birisi câminin nerede olduğu soruyorsa, “o yerleşim yeri
İslâmî mîmâriye aykırı, fakat depreme uygun olan mîmârî bir yapıya sâhiptir”
demektir. Zîrâ İslâm’da en yüksek yapı, câmi minâresidir. Câmi minâresi nereden
bakılsa görüleceğinden dolayı, İslâm ülkesinde hiç kimse câminin nerede olduğu
sormaz.
Deprem, dış âlemde olurken,
aynı-anda iç âlemde de olur. Kişinin hem içi hem de dışı titrer ve bâzıları da
beton ile birlikte yıkılır gider. Yıkılmayanların da ayaklarının bağını çözer.
İnsanlık târihi
boyunca insanlar hem yeterli tedbirleri almadıklarından dolayı ama daha da önemlisi,
Allah’ı hesâba katmadıkları ve ona şirk koşarak küfre düştükleri, bu nedenle
adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm yaptıkları için târih boyunca azâba
uğramıştır. İnsanlık târihi, "kâfirlerin, müşriklerin ve zâlimlerin, “başlarına
taşların düşmesinin” târihidir:
“Onlara balçıktan
pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı. Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi
kıldı” (Fil 4-5).
“İşte biz, onların
her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş
fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine
geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar
kendi nefislerine zulmediyorlardı”
(Ankebût 40).
“Ânında
(yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş
yağdırdık” (Hicr 74).
Sünnetullah
gereğince, azâba uğrayan kavimlerin ve halkların başına gelen azap, mutlakâ
onlar zulmediyorken gelir. Küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm
kritik eşiği aştığı anda azap geliverir. Bu sünnetullahın bir gereğidir. Bu nedenle
onlara yer de gök de ağlamaz:
“Ne gök ağladı onlara
ne de yer” (Duhân 29).
Allah’ın insanlara
zulmetme ihtimâli yoktur. İnsanlar Allah’ın uyarılarını dinlemeyerek hep
kendi-kendilerine zulmederler:
“İnsanların kendi
ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur
ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine
tattırmaktadır” (Rûm 41).
“Size isâbet
eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu
da affeder”
(Şûrâ 30).
Mustafa İslamoğlu, deprem hakkında
şunları söyler:
“Deprem sâdece cezâ
değil, uyarıdır. Allah insanları gafletten uyansınlar diye depremle sallar.
Değerlerini unutmuş, sorumluluğunu unutmuş, her-şeyini unutmuş olanlara
uyarıdır, uyarıcıdır, uyandırıcıdır. Hattâ lütuf da olabilir. Her külfetin bir
de nîmeti vardır. Yeryüzündeki maden-sularını depremlere borçluyuz.
Yeryüzündeki tüm şifâlı sular depremin eseridir. Depremler şifâlı kaynaklar
gibi nîmetlere de sebep olur. O hâlde deprem aslında bir nîmettir. Nîmeti
külfete çevirenler, insanlardır. Depremde -kafestekiler hâriç- hayvanlar ölmez.
Eğer deprem öldürüyorsa en korumasız canlı olan hayvanlar ölmesi gerekirdi.
İnsan depreme karşı ‘doğayla aramı nasıl bozdum’ diye düşünmeli. Rahmetle
toprak arasına girdiniz, doğa sizden öç aldı, sel oldu, deprem oldu. Deprem,
toprağın ödünç verdiğini geri almasıdır. Deprem, doğaya ve fıtrata aykırı
davranmanın sonucudur. İnşaatın hakkını vermemektir. Deprem denilen şey,
yeryüzünün nefes alıp-vermesidir. Düdüklü tencerenin düdüğü olmazsa tencere
patlar. Dünyâ’nın da düdükleri vardır. O düdükler kapanınca deprem olur. Deprem
Dünyâ’nın stresini atmasıdır. Deprem kıyâmetin provasıdır. Deprem kıyâmetin
küçük bir hatırlatıcısıdır. Deprem; ‘unutma öleceksin, unutma yoksul
kalabilirsin, unutma bir çadıra muhtaç kalabilirsin’ mesajı verir. Deprem,
adamın hasını çürüğünden ayırır. Adam ayırır. Deprem turnusol kâğıdıdır. Deprem
bölgesinde ağaçlar yıkılmaz. Çünkü kökü olan yıkılmaz. Yıldırıma, depreme,
yanardağa hattâ küçücük bir mikroba bile mâni olamazsınız. Deprem kaderdir.
Fakat depremde ölmek kader değildir”.
Azap, iki şeyin
eksikliğinden kaynaklanır; 1-Tedbirsizlik. 2- Allah’ı hesâba katmamak.
Unutulmasın ki,
fayların sâhibi de Allah’tır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder