12 Şubat 2021 Cuma

Bağışıklık Sistemi ve Hastalık


“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

 

Şâfî olan Allah, insanlar hastalandığı zaman şifâ verendir. Allah’ın şifâ vermesi en başta, insanla birlikte yarattığı bağışıklık sistemi ve sonra da yarattığı bitkisel, hayvansal ve mâdenî şeylerle olur. Zâten “şifâ” anlamında “hastalığın tamâmen geçmesi” ancak bu şekilde olur. Yoksa “tedâvi” anlamında sürekli olarak kimyâsal-modern ilaçları kullanmak şifâ bulmak söz-konusu değildir yada bunun çok az istisnâları vardır. Çünkü modern-kimyâsal ilaçlar doğal olmadığından dolayı zamanla doğal olanı da bozarlar ve hastalığı arttırdıkları gibi yeni hastalıklara da dâvetiye çıkarırlar. Zâten modern-tıp ve tedâvi yöntemi ile “kronik” tâbir edilen hiç-bir hastalığa şifâ bulunamaması hattâ çoğu-zaman hastalıkların ilerleyişinin durdurulamaması bir-yana, ilaçların yan-etkisinden ve bağışıklığı zayıflatmasından dolayı yeni hastalıkların ortaya çıkması ve insanın hayâtının zindan olması da cabasıdır.

 

Muhteşem bir savunma ve tedâvi-şifâ sistemimiz olan bağışıklık sisteminin zayıflaması ve çökmesine neden olan bir başka şey ise, GDO’lu ve kimyâsal katkılı sûnî gıdâların hayâtımızı kuşatması, kentlerde yaşayan insanların bu tür gıdâlarla beslenmek zorunda olmasından başka bir de, aslında hiç de ihtiyâcımız olmayan absürd şeyleri yiyip-içmek zorunda kalmasıdır. Bundan başka bir de; cep telefonu, bilgisayar, televizyon, internet, çeşitli sinyâl yayıcı cihazlar ile gürültü ortam, kirlilik, stres, oksijen yetersizliği, Güneş’ten yeterince yararlanamamak, D, E, C, B-12 gibi vitaminlerin eksikliği gibi nedenlerle güçsüz düşen bağışıklığımız zayıflayıp çöküyor ve de sonuçta her hastalığa açık hâle geliyor. Artık her hastalık bizi çok fazla etkiliyor, risk oluşturuyor ve hattâ hayâtımızı kaybetmemize neden oluyor.

 

Bağışıklığı olumsuz etkileyen unsurlar bunlardan başka; stres, alkôl, uykusuzluk, radyasyon, hava kirliliği, korku, endişe, üzüntü ve travma  gibi etkenlerdir. Stres, tek-başına bağışıklık sistemini baskılayarak enfeksiyonun üremesini kolaylaştıran en önemli risk faktörlerindendir. Bağışıklık sitemini güçlendiren en önemli etkenlerden biri dengeli beslenmedir. Yetersiz ve yanlış beslenme bağışıklık sistemini bozmakta, fonksiyonlarını baskılamakta ve enfeksiyon riskini artırmaktadır. Alkôl, sigara, uyuşturucu, kumar, gayr-meşrû faaliyetler gibi kötü alışkanlıklar da bağışıklığı olumsuz etkiler ve zayıflayıp çökmesine neden olur. Bakteri, mikrop ve virüsler ortaya çıkmak için insanların yaşlanmasını, bağışıklığın zayıf düşmesini, beslenme eksikliklerini veyâ stres durumunu bekler.

 

Birileri bağışıklığın güçlendirilmesini ve böylece hem genelde hastalıkların, hem de özelde korona-virüsün bitip gitmesini yada etkisizleşmesini istemiyor gibidir. Zîrâ hastalıklardan yada bağışıklık sisteminin zayıflığından ve çökmüş olmasından beslenen bir-çok insan ve kurum vardır. O yüzden meselâ çok yararlı bir ürün olan propolis için televizyonda şöyle denmişti: “Bağışıklığı güçlendiriyor ama korona-virüse iyi gelmiyor ve korona-virüsü tedâvi etmiyor”. “Bağışıklık sisteminin güçlenmesinin korona-virüse hiç-bir faydası yok” demeye getiriyor. Oysa korona-virüsten etkilenenler ve hayatlarını kaybedenler, bağışıklık sistemi zayıf olanlar yada bağışıklık sistemi çökmüş olanlardır.  

 

Bağışıklık konusunda “genetik yatkınlık” denilen bir şeyden de bahsedilir fakat aslında bu, “doğumdan îtibâren bir hastalığa karşı yatkınlık yada duyarlılık” değildir. Genetik denilen şey aslında “âilesel” demektir. Kişi, anne-babası gibi beslenmişse ve onlar gibi bir hayat-tarzına sâhipse ve de zaman içinde yaşam-tarzından dolayı genlerinde bir mutasyon oluşmuşsa, o da anne-babası gibi herhangi bir hastalığa karşı duyarlı hâle gelebilir ve onda da anne-babası gibi yatkınlık oluşabilir. Beslenme-tarzı ve yaşam-şekli, çocukta da anne-babası gibi bir genetik durum ortaya çıkarabilir. Fakat bu, doğduğu anda değil, yaşarken ortaya çıkan (yada çıkmayan) bir durumdur. Anne-babanız gibi yada birlikte yaşadıklarınız gibi beslenirseniz ve yaşarsanız, aynen onların bağışıklığına benzer bir bağışıklığınız olur ve sağlığınız da onlar gibi iyi yada kötü olur.   

 

Bağışıklık, insanların ve doğanın da yardımıyla sağlanır. Yoksa insanın yaratılıştan gelen bağışıklığı bir zaman sonra yeterli gelmemeye başlayabilir. Yalnızlığın bir-çok sağlık sorununa neden olmasının sebeplerinden biri de budur. Çünkü bağışıklığın zayıf olmasının sâdece maddî değil, psikolojik ve rûhî nedenleri de vardır. Psikolojik-rûhî etkenlerin eksikliğinde yada yokluğunda bağışıklıkta bir zayıflama ortaya çıkacaktır. O hâlde sosyâl ve fizîkî mesâfenin belli bir süreden fazla sürdürülmesi psikolojinin bozulmasıyla birlikte kısa süre sonra bağışıklığı zayıflatacak, hattâ çökertecektir.

 

Bebeklerin diğer bebeklerden ve insanlardan tecrit edilerek ayrı tutulması, bebeğin bağışıklığının olması gerektiği gibi gelişmesini engeller ve bebeğin-çocuğun zayıf bir bağışıklığının olmasına neden olur. Aşırı titiz anne-babaların, çocuklarını insanlardan aşırı şekilde uzak tutması çocuğun bağışıklığının gelişmesini engelleyecektir. Çünkü insanlar, doğduklarında bağışıklıkları tam yeterli bir şekilde doğmazlar ve bağışıklıkları yaşarken oluşan etkileşimlerle güçlenir. Bağışıklık, beslenme (anne sütü), doğa ve insan etkileşimleriyle güçlenir.    

 

Aşılanma bile bu etkileşimlerle doğal bir şekilde olur gider. Doğal aşı, bir hastalığa yakalanan kişinin hastalığının semptomlarının azalması ve geçmesiyle birlikte başka bir insanın o kişiyle temâs etmesinin sonucunda olur. Meselâ doğal çiçek aşılanması, çiçek hastalığı geçme aşamasına gelmiş olan bir çocuğun yanına hiç hasta olmamış bir çocuğu koymak ve birlikte vakit geçirmeleriyle olur. Temâs ile de oluyor yâni. Zâten eskiden çiçek aşısı, çiçek hastalığına yakalan bir çocuğun hastalığının geçmesine yakın bir zamanda, vücûdunda oluşan kabukların bir araçla sıyrılıp toz hâline getirilmesi ve diğer çocukların bu tozu burnundan içeri çekmesiyle yapılıyordu ve çok işe yarıyordu. Demek ki bir hastalığa karşı bağışıklık bu şekilde güçleniyor ve doğal aşılanma yâni sürü bağışıklığı bu şekilde oluyor. Yoksa sûnî aşılar çok da işe yaramıyor, yaramaz. Çünkü doğal değildirler. Bu nedenle yararları kadar, bâzen yararından daha çok zararları da olur.

 

İnsanların birbirinden uzaklaştırılması bağışıklığı zayıflatır. Zîrâ toplum-bağışıklığı ve doğal aşılanma oluşmaz. Tabi bu-arada yaşlıların, hastaların ve bağışıklık bozukluğu olanların bir kısmının hastalık kaparak hayâtını kaybetmesi durumu da olabilir ki bu zâten karantina ve modern tekniklerle alınmaya çalışılan önlemlerde ve tedâvilerde de yaşanan bir durumdur.  

 

Allah, insana kaldıramayacağı yük yüklemez. Azap ve cezâ durumları hâriç, normâlde insanı çâresiz bırakacak bir belayla karşı-karşıya bırakmaz. Çünkü bu sünnetullaha aykırı olur. Allah her derde mutlakâ bir dermân da verir. Fakat derman bâzen geç gelebilir. Çünkü insanlar ekini ve nesli ifsâd ettiğinden dolayı derman da ifsâd olmaktadır.

 

Peki, Allah insana kaldıramayacağı ve onu çâresiz bırakacak bir musîbet vermeyeceğine göre, yaygınlaşan hastalıklar, salgınlar ve günümüzde yaygınlaşan virüslerin bu kadar çoğalmasının nedeni nedir?. İnsanlar dokunmaması yerlere ve şeylere dokunuyor, yememesi gereken şeyleri yiyor, uğraşmaması gereken şeylerle uğraşıyor ve her-şeyin mahremiyetini deliyor. Bunun sonucunda da alışık olmadığı durumlarla karşılaşıyor. Beden bu durumlara hemen cevap veremeyebiliyor. Hele bağışıklık sistemi iyice zedelendiyse cevap vermesi mümkün de olmayabiliyor.

 

Modern insanın yoğunlaşan sağlık sorunlarının nedeni, çeşitli sebeplerle hastalıkların çeşitlenmesi ve direnç kazanmasından ziyâde, bağışıklığın zayıflığı ve çökmüş olmasıdır. Çünkü insanın beslenmesi doğal değildir, yaşadığı ortam doğal değildir ve üstelik tam-aksine, bağışıklığı zayıflatıp çökerten bir ortamda yaşamakta ve onu hastalıklara açık hâle getirecek gıdâlarla beslenmektedir. Bağışıklık sistemi güçlü olmadığında hastalıklar vücûda çok ve çabuk zarar vermeye ve yaygınlaşmaya başlıyor.

 

Normâlde ve doğal durumda vücûdumuzda her zaman bir miktar mikrop, bakteri ve virüs vardır. Sistem bunlarla sürekli mücâdele eder ve tatbikat yapar. Onları nasıl yeneceğini ve yok edeceğini öğrenir böylelikle. Tabi bunun için bağışıklık sürekli olarak desteklenmeli, hem doğal-sağlıklı gıdâlarla bağışıklık sistemine takviye yapmak hem de sistemi olumsuz etkileyecek olumsuz etkenlerden uzak kalmak gerekir. Oysa modern insanlar olarak hem doğal olmayan ve zararlı gıdâlarla besleniyoruz, hem sürekli olarak teknolojik aygıtların yaydığı sinyâllerin etkisinde kalıyoruz, hem de gürültülü ortamlarda kalıyor ve pis bir hava soluyoruz. Kentsel dönüşüm ve apartman sistemiyle iyice kalabalıklaşan yerleşim yerlerinde hem yeterli oksijen alamıyoruz hem de Güneş’ten yeterince faydalanamıyoruz. Bu da bağışıklığımızı doğru ve etkili besleyemediğimiz için onun yanlış beslenmesine ve kötü etkilere mâruz kalarak zayıflamasına ve çökmesine neden oluyor. Mikrop, bakteri ve daha ziyâde virüsler ile oluşan salgınların nedeni de aslında budur. Kentsel dönüşüm ile yükselen binâlar yüzünden hem yeterince hava alamıyoruz ve temiz oksijen soluyamıyoruz hem de Güneş’i ya hiç yada çok az alabiliyoruz. Üstelik doğadan uzaklaştık. Doğanın maddî-mânevî etkisinden mahrum kaldık. Yaz mevsiminde hastalıkların azalması yada hiç olmamasının nedeni, günlerin uzun olması ve böylece Güneş’ten ve açık olan pencereden giren oksijenden daha çok faydalanıyor oluşumuzdur.

 

Bir de şu da var ki, bedene göre ruhlar çok geride kaldı, insanlar mânevî ve psikolojik olarak zayıflayıp çökmüş olduğundan dolayı artık “alternatif” bir dirençleri de olmuyor.

 

Mikrop, bakteri ve virüsler vücûdumuza girdiğinde ve bağışıklık sistemimiz güçlü olduğunda bizi pek de etkilemez ve kısa sürede hastalık biter gider. Fakat zayıf bağışıklıkta bu mümkün olmuyor ve hastalıktan çok fazla etkileniyoruz. Yanlış beslenme ve çeşitli modern etkiler nedeniyle bağışıklığımız düşüyor ve genlerimiz mutasyona uğruyor. Bu da savunma sistemimizin doğru ve yeterli çalış(a)mamasına neden olduğu için mikrop, bakteri ve virüsler bize aşırı etki edince hastalığı ya çok ağır geçiriyoruz yada hastalıktan dolayı hayâtımızı kaybediyoruz. Korona-virüsten dolayı hayâtını kaybedenlerin, “interferon gen mutasyonu” ile mutasyona uğrayan genlere sâhip olanlar olduğu söylendi. Genler mutasyona uğrayınca bağışıklık zayıflıyor ve hastalıklara karşı yeterli direnci gösteremiyor.  

 

GDO’lu kimyâsal ürünler yediğimiz-içtiğimiz, şekeri, unu ve kimyâsal tuzu fazla kullandığımız, market ürünlerini tükettiğimiz, hiç ihtiyâcımız olmayan şeyler; içki, sigara, uyuşturucu kullandığımız için, Güneş’ten, oksijenden, sessizlikten mahrûm kaldığımız gibi, çeşitli teknolojik sinyâllere mâruz kalmamız, stres ve aşırı korku bağışıklığımızı zayıflatıp çökertiyor.

 

Peki ne yapmalıyız?. Yapılacak olan şey, teknolojik cihazların etkilerinden olabildiğince uzak kalmak, bol oksijen ve Güneş ışığı-ısısı almaktan başka, ev-yapımı gıdâları bol-bol yiyip-içmektir. Meselâ, ev yapımı tarhana, turşu, salça, peynir, zeytin, yoğurt, sirke, konserve ve kurutmalık gıdalar ve zencefil, zerdeçal, adaçayı, kekik gibi çaylar bağışıklık sistemimiz için mûcize besinlerdir ve bunları sürekli kullanmak bağışıklığımızı büyük oranda destekleyecek, güçlendirecek ve bizi hastalıklara karşı dayanıklı hâle getirecektir.

 

Düşünün; korona-virüs testi pozitif olduğu hâlde hastalığı hiç hissetmeyen yada çok az hisseden bu kişiler niçin virüsten-hastalıktan az yada hiç etkilenmiyorlar?. Çünkü onların bünyeleri kuvvetlidir ve bağışıklıları güçlüdür. Böylece hastalığı çoğu-zaman hiç hissetmiyorlar bile. Demek ki o zaman sorun “korona-virüsün gücü” değil, “bağışıklığın zayıf olması”dır. Çünkü bağışıklığı güçlü olanlar hastalığı hafif atlatıyor hattâ hissetmiyorlar bile. Peki herkes doğal-sağlıklı gıdâlarla beslense, hareket etse ve bol-bol oksijen ve Güneş alsa yâni herkesin bağışıklığı güçlü olsa ne olmuş olur?. Korana-virüs ve diğer hastalıklar insanlara ya hiç zarar vermez yada çok az etkiler ve bir salgından bahsedilmez. Böylece korona-virüs nedeniyle bu kadar büyük yaygara kopmaz. O hâlde konuşulması gereken şey ve aşılması gereken sorun “korona-virüsün gücü” değil, “bağışıklığın zayıflamış yada çökmüş olması”dır. Fakat gelin görün ki hükümetler ve lîderler işin bu yönünden hiç bahsetmiyorlar, çünkü bu duruma sebep olanlar kendileridir. Bağışıklığın güçlendirilmesi ve “önleyici hekimlik” yerine “aspirin tedâvisi” denecek türden şeyleri öneriyorlar. Doğal ve organik korunma yollarını konuşmayı (ortodoks tıp) yasaklıyor. Üstelik alınan önlemler ve yapılan tedâviler de ancak zenginlerin servetlerine servet katıyor.

 

İşin bu yönünü hiç konuşmamakla ve bu yönde bir şey yapmamakla insanları hastalıklara müsâit hâle getirdiler. Yoksa korona-virüs Hz. Âdem’den bêri var ve kıyâmete kadar da devâm edecektir. Şunu açıkça söyleyeyim ki korona-virüs hiç-bir zaman bitmeyecektir, çünkü hep vardı. Üstelik gücü de her zaman aynıdır yada çok farklı değil. Olumsuz anlamda farklılaşan bizim bağışıklık sistemimizdir. Bağışıklık sistemimiz zayıflayıp çökmeye yüz tuttuğu için hem korona-virüsten hem de diğer hastalıklardan daha çok etkileniyoruz. Böyle olunca da korona-virüsün ve diğer hastalıkların önüne geçilemeyecek şekilde daha güçlü olduğunu zannediyoruz. Şifâ anlamında olmayan modern-kimyâsal ilaçlar da yeni ve güçlü hastalıklar ortaya çıkarıyor yada en azından hastalıkları yapan etkenlerin güçlenmesine neden oluyor. Oysa dediğimiz gibi, Allah insanları çâresiz bırakacak bir dert vermez. Mutlakâ şifâsını da verir. En baş şifâ ise bağışıklık sistemimizdir.

 

Termodinamiğin 2. Kânunu olan Entropi’ye göre bir şey zamanla gücünü kaybeder ve etkisizleşip kullanışsız hâle gelir. Fakat gelin görün ki korona-virüs için bu geçerli değildir. Çünkü virüs gün geçtikçe güçleniyor yada en azından medyadan bunu duyuyoruz. Biz de diyoruz ki aslında olan şey “korona-virüsün sürekli olarak güçlenmesi” değil (çünkü entropiye göre böyle bir şey mümkün değil), “bağışıklığın gün geçtikçe zayıflaması”dır. Bu zayıflama, salgın döneminde daha da fazlalaştı, fazlalaşıyor. Çünkü hareketsiz kalmak (karantina) ve yetersiz oksijen almak (kapalı ortam ve maske) da bağışıklığı zayıflatıyor. Korona-virüs önlemleri bağışıklığımızı daha da çok düşürüyor ve böylece virüsün etkisi devâm ediyor. Maske ve mesâfe işe yaramıyor. Üstelik maske varsa mesâfeye, mesâfe varsa maskeye ne gerek olduğu hiç konuşulmuyor. Maske yüzünden almamız gereken oksijen azalıyor, karantinada hem oksijen hem de Güneş’ten faydalanamayarak ve de hareketsiz kalarak bağışıklığımız düşüyor ve sosyâl mesâfe ile fazlalaşan mânevi-psikolojik sorunlarımız da buna tüy dikiyor. Elimizi-yüzümü yıkamak, temizliğimize dikkat etmek ve sürekli olarak burnumuzu-boğazımızı temizlemek tabî ki çok önemli.

 

Özellikle gribâl hastalıklara neden olan mikrop, bakteri ve virüsler sürekli olarak değişip dirençli hâle geldiği için, bu hastalıklara tam etki edecek ve fayda sağlayacak aşıların üretilebilmesi mümkün değildir. Zâten üretilememektedir de. Sürekli olarak mutasyona uğrayan ve değişen AIDS, sars, mers, domuz gribi, kuş gribi, influenza, rota, rino ve korona-virüslerin aşısı olmaz, üretilen aşılar pek de işe yaramaz ve üstelik yan-etkileri de olur. Bu aşılar en azından şüphelidir. İslâm’da bir şey şüpheliyse, onu kullanmaktan kaçınmak esastır. O hâlde şüpheli olan aşılar şüpheden tamâmen arındırılana kadar kullanılmamalıdır. Hele “ultra-modern aşılar” doğal olmadığı ve şeytan-işi olduğu için ve vücûdumuza ve bağışıklığımıza zarar vermesi kaçınılmaz olduğundan dolayı yaptırılması doğru değildir. Zâten aşılar, virüslerde bir direnç oluşturup mutasyona uğramalarına da neden olur. Böylece aşı etkisizleşmiş olur. Aşırı ve gereksiz tedâviler hastalığı daha fazla güçlendirir. Çünkü bağışıklığı zayıflatır. 

 

Korona bir virüs salgını değil, “korku salgını”dır. Korona-virüs ve de diğer hastalıkların yaygınlaşmasının nedeni, insanların aşırı korku ve panikle bağışıklık sisteminin küresel boyutta iyice zayıflaması ve bu zayıflamanın son bir-kaç yılda çok fazla artmasından başka bir şey değildir. Sorun virüs değil, bağışıklık sistemimizin zayıflaması ve çökmeye yüz tutmasından başkası değildir. Ümit Aktaş bu konuda şunları söyler:

 

“İşlenmiş gıdâ, bağışıklığı çökertir. Vücûdun kendi koruyucu sistemi vardır. Bağışıklık sisteminizin etkin ve dengeli çalışması gerekiyor, anti-virâl etkisi olan zencefil ve zerdeçalın yanında geleneksel tıpta yeri olan ıhlamur ve adaçayından bu dönemde faydalanmak gerekir. Zencefil ve zerdeçalın anti-virâl etkisi olduğunu zâten biliyorduk. Kovid-19’da da koruyucu olduklarını işâret eden bilimsel bulgular var. Yapılan bir çalışmaya göre bu kök bitkilerin içindeki aktif maddeler virüsün çoğalmasında rôl oynayan bir enzimi baskılıyor. Ihlamur ve adaçayı da geleneksel tıpta çok önemli yere sâhip şifalı bitkiler. Cips, gazlı içecekler, fast-food ve paketli yiyecekler ise sigara kadar öldürücüdür, uzak durmalıyız.

 

Yanlış beslenme modelimiz Kovid-19 da dâhil olmak üzere tüm hastalıklara dâvetiye çıkarıyor. O zaman bu salgına bir uyarı gibi bakmakta fayda var. Modern yaşamın toksik beslenme düzeni değişmezse daha çok salgınla karşılaşırız!. Bugün tehdit korona-virüs olur yarın adını-sanını bile duymadığımız yepyeni bir virüs çıkagelir. Bu salgından çıkarılması gereken dersler var. Her-şeyden önce toksik beslenme modelimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu konuda devletin de atması gereken önemli adımlar var. Aynı sigara içmenin zararları üzerine toplumu bilinçlendirmeye yönelik kampanyalar gibi, ‘çöp yiyecekler’e karşı da böyle bir hareket başlamalı. Sigaralarda olduğu gibi fast-food’ların, gofretlerin, cipslerin, gazlı içeceklerin üzerine ‘öldürür’ uyarısı yazılmalı.

 

Öncelikle gerçek besinler tüketmeliyiz. Sistemin kusursuz bir şekilde işlemesi için yediklerinizin içinde canlı enzimler, vitamin ve minerâller, mikro-besinler, sağlıklı yağlar ve kaliteli proteinler olmalı. Çekici paketler, katkı maddeleri, lezzet artırıcı kimyâsallarla gelen, yiyende âdetâ bağımlılık yapan bu yiyeceklerin içinde vücûdun faydalanabileceği tek bir besin maddesi bile bulamazsınız. Diyetinizi D vitamini, C vitamini, magnezyum ve gerekiyorsa çinko ile destekleyerek, virâl enfeksiyonlara karşı koruyucu etkisi olan bitkilerden faydalanarak vücut direncinizi artırabilirsiniz”.

 

Evet; sorun bağışıklık sistemimizin zayıflaması ve çökmeye yüz tutması hattâ çökmüş olmasıdır. Toplumların sağlığını yitirmesi, “insanların saflığını yitirmesi” nedeniyledir. Bunun altta yatan nedeni ise; doğadan ve doğaldan uzaklaşmak, modern üretimler, modern hayat-tarzı ve kentleşmedir. Demek ki doğadan, doğaldan ve Allah’tan ne kadar uzaklaşırsak ve sanal, sûnî ve bâtıl olana ne kadar yakınlaşırsak bağışıklık sistemimiz de o oranda zayıflayıp çökünce her türlü hastalığa açık hâle geliyor ve hastalıklarla savaşamayacak duruma düşüyoruz. Sorunumuz budur. Bu soruna hiç-bir modern-kimyâsal ilaç çâre olamayacağı gibi, tam-aksine durumu daha da kötüleştirmekten başka işe yaramaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder