“Ey
Îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?.
Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından
ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir.
İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).
Müslümanların
târih boyunca belki de en az düşündükleri ve sordukları soru; “İslâm’ın amacı
nedir?” sorusudur. Bu niçin düşünülmemiş ve çok da sorulmamış bir sorudur?.
Çünkü insanlar içten-içe; bu sorunun cevâbını aldıklarında yada bulduklarında,
üzerlerine büyük bir sorumluluk ve ağır bir yük yükleneceğini seziyorlar. Bunu
hissediyorlar. Çünkü vicdanları onlara diyor ki: “İslâm sadece, üşene-üşene
kalkılıp kılınan namaz, Ramazan ayında beş karış suratla tutulan oruç,
istemeye-istemeye verilen kırkta birin yarısı bile tutmayan oranda zekât,
gelecek seneki Kurban Bayramı’na kadar saklanmak üzere difrize konulmak için
kesilen kurban, “desinler” diye ve “bi gidip görelim” diye gidilen hac, vicdanları
susturmak için kara-zorla Arapça’sından mukâvele eşliğinde okunan Kur’ân ve
ruhlara kabûl ettirilememiş ve sâdece kafaları örten başörtüsünden ibâret
değildir”. Peki nedir?. İslâm, Peygamberimiz Hz. Muhammed 23 yıl boyunca ne
yaptıysa odur. Kur’ân ne diyorsa ve ne emrediyorsa odur.
Kur’ân 604
sayfadır ve Peygamberimiz 23 yıl boyunca bu Kitab’ı hayatta uygulamak ve hâkim
kılmak için didinmiştir. İnsanlar aslında bunu bi-ince bilmelerine rağmen yine
de; “iyi de Kur’ân bu kadar yoğun olarak yaşanacak ne içeriyor ki?” sorusunu bir
türlü sormuyorlar. Çünkü aslında insanların çoğu, Kur’ân ve Sünnet-merkezli dîni
bilmez ve ona göre yaşamaz. Genel müslüman halka göre “onu zâten ancak
Peygamber ve evliyâ bilebilir ve uygulayabilir” gibi bir düşünceye sâhiptirler
ve güzel örneklikler karşısında; “ama o Peygamber”, “ama o evliya” deyip
geçerler ve mevcut zamânın ve de zamânın hükümdârının dînine göre yaşamaya
bakarlar. Çünkü halkın geneli mevcut zamânın-mekânın ve hükümdarın dînindendirler. Bu nedenle müslümanlar post-modernite ile birlikte,
İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli ve haz
odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler.
Böyle olunca
müslümanlar İslâm’ın bir amacı olduğunu düşünmediler. Düşünseler bile bu, “çok
ibâdet etme”, “dürüst olma”, “insanlara zarar vermeme” gibi bir-kaç noktadan
ibâret kalır. Tabî ki bunlar da İslâm’dandır ama İslâm sâdece bunlardan ibâret
değildir. İslâm’ın bir amacı vardır. Tüm peygamberler o amaç için
çalışmışlardır. Allah’ın târih boyunca gönderdiği vahiylerin bahsettiği temel
nokta budur. İslâm’ın bir hedefi vardır ve namaz, zekât vs. diğer şeyler bile aslında
bu hedefe ulaşma aşamasında insanlara bir iç-enerjisi versin ve bir İslâm
toplumu kurulmasında bir dinamizm sağlasın diyedir. Bunlar o süreçte olması ve
yapılması gereken şeylerdir.
İslâm’ın
amacı kısaca: iç-âlemi bilgiyle, bilinçle ve hikmetle aydınlatıp inşâ ettikten
sonra; direniş, dik duruş, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve
medeniyet ile dış-âlemi de aydınlatarak
inşâ etmek ve âleme hâkim olmaktır. Allah’ın sözünü göklerde olduğu gibi
yeryüzünde de hâkim kılmaktır. Böyle bir hedef koymak ve bu uğurda azimle-gayretle
üstün çaba göstermektir. Hedefe ulaşılamasa bile bu yolda olmak ve ölmektir. İslâm’ın
hedefi, iç-âlemleri İslâm ile aydınlattıktan ve inşâ ettikten sonra, dış-âlemi
yâni hayâtın her alanını da İslâm ile aydınlatarak inşâ etmek ve İslâm’ı hayâtın
her alanında ve noktasında Dünyâ’ya hâkim kılmaktır. Aksi-hâlde İslâm anlamsız bir
din olurdu.
Modern Kur’ân-İslâm
çalışmaları İslâm’ın hedefini-amacını blôke eden çalışma tarzındadır. Geldikleri
nokta şudur: “Kur’ân kusursuz bir kitaptır, içinde aradığımız her-şey var,
insana hem bilgi-bilinç hem de huzûr veren bir kitap, insanın hayâtını
değiştiren kitap…”. Eee!. Ne olacak şimdi?. Kur’ân’ın muhteşemliğini ve olağan-üstülüğünü
fark-edince ve bilince ne olacak, ne oldu?. Okudum ve Kur’ân’ın süper bir kitap
olduğunu öğrendim, yazdım ve söyledim. Peki sonra ne olacak yâni?. Bunun meselâ
asgarî ücretle zor geçinen birine faydası olur mu ve oluyor mu?. İslâm’ın ve
Kur’ân’ın amacı Kur’ân’ın dönüp-dönüp okunması mıdır?. Kur’ân’ı Arapçasından
hatim eden kişinin okuduğu Kur’ân’ın mazluma ve zulme ne faydası var?.
Amele-eyleme dönük olmayan “anlayarak” okumaların da kimseye bir faydası yok.
Bunlar bireysel okumalardır ve okunmakla kalır.
Modern
müslümanlar ve modern İslâm çalışmaları, İslâm’ın ana hedefini ıskalamakta yada
gizlemektedirler. Kur’ân’ı zihinlere ve kâlplere hapsetmekte, Sünnet’i yâni
“güzel örneklik” olarak vahyin pratikliğini yok sayıp İslâm’ı sâdece iç-âlemde
yaşanacak bir din hâline getirmektedirler. Bu uğurda en çok söylenen söz ise “biz
kendimize bakalım” sözüdür. Kendimize bakalım ilk önce ama, hayâta da bakalım.
Çünkü biz kendimize bakıp dururken dış-âlemde fırtınalar kopuyor, depremler
oluyor. Bu durum İslâm’ın etkisizleşmesine neden oluyor. Kur’ân’ı bilmek ve
idrâk etmek önemlidir tabî ki, fakat daha da önemlisi idrâk edileni yerine
getirmektir. Kur’ân, kendisi için 1.400 yıldır söylenen şeylerden çok daha
fazlasıdır ve genel müslüman halkın bildiğinden ve zannettiğinden çok daha
farklı bir şey söylemektedir. Bunlar ancak, meydana çıkınca açığa çıkar. Çünkü
Kur’ân insanlara sâdece dört duvar arasında değil, meydanlarda da seslenmekte
ve bir şeyler söylemektedir. Nice âyetler ancak meydanlarda idrâk edilebilir.
Modernite
insana şunu düşündürtüyor: “Tamam, namaz kılınacak, oruç tutulacak ve küçük
yardımlar yapılacak. Ama Dünyâ’da zengin olmak, her-şeye sâhip olmak, zamânın
tüm nîmetlerinden faydalanmak, en iyisini yemek-içmek-giymek, her yeri gezmek,
parana para katmak, en zekî çocuklara sâhip olmak, en güzel-yakışıklı kızlarla-erkeklerle
evlenmek, en güzel ve gösterişli evlerde oturmak, başını hiç belâya sokmadan ve
hiç-bir sorun yaşamadan en uzun ve haz içinde relâks bir hayat yaşamak…
İslâm’ın
amacı konuşulmayınca ve gizlenince, müslümanlar da, âhireti inkâr ederek Dünyâ’ya
kilitlenmiş modern-seküler insanlar gibi düşünmeye ve yaşamaya başlarlar. Bu durum
Türkiye’de muhâfazakâr-demokrat iktidâr tarafından köpürtülmüş ve bu düşünüşe
çok geniş alan açılmıştır. Çünkü hem iktidâr hem de yönlendirdikleri halk,
dînin amacından vazgeçmiş, dünyevî amaçlara saplanmıştır. Zâten Türkler hiç-bir
zaman Kitap ve Sünnet-merkezli bir inanışta ve düşünüşte olmadıkları için bunu
sorun etmemektedirler. Türkler İslâm’ı Kitap ve Sünnet’ten değil, Şamanizm ve Gök-tanrı
inancıyla bire-bir uygun olan ve dinlerini öğrendikleri Îran-Samâniler’in de
düşüncelerine uygun olarak, bâtınî-tasavvuf ve mistik-eklektik dinlerden
öğrenmişlerdir ve aslında hâlen de ağırlıklı olarak bu inanış üzeredirler. Bu bağlamda
çok hoşgörülüdürler ve kolaylıkla tâviz verebilmektedirler. Çünkü büyük
amaçları/hedefleri olmayanlar, bâtıl inanışların ve dünyevî hazların peşine
düşmeye ve hazları düşlemeye başlarlar.
Kendimce
şöyle düşünüyorum: “Eğer İslâm Dünyâ’ya hâkim olmak isteyen ve böylece tüm
Dünyâ’da zulmü bertarâf edip Allah’ın sözünü ve dînini Dünyâ’ya hâkim amacı
olmayan bir din olsaydı, yine Kur’ân da bunu emretmeseydi ve Peygamberimiz de
peygamberlik hayâtı boyunca bunun için çalışmış olmasaydı, ben sıkı bir AKP’ci,
bayramdan-bayrama namaz kılan, kısa kış günlerinde ara-ara oruç tutan, etli
pilavların olduğu mevlütlere giden, hanımını aldatan, fâiz alan vs. modern-seküler-kapitâlist
bir müslüman(!) olabilirdim”. Çünkü bu şekilde yaşayan ve kendine “müslüman”
diyen bir-çok insan var.
Alevilerde
bir düşünce vardır. Eğer iyi saz çalıp söylerlerse ve toplumdan alkış alırsa
amaçlarına ulaştıklarını kabûl ediyorlar. Amaç iyi saz çalabilmektir. Çünkü
Alevilikte saz çalmak sâdece bir eğlence değil, ibâdettir. Zâten söylenen
sözler de âyet olarak kabûl edilir. Hattâ bu bağlamda bir türküde; “ben sazı
erkekçe çaldım giderim” diye bir nakarat vardır. Alevilikte iyi saz çalmak,
“ibâdeti en iyi şekilde yapmak” olarak kabûl edilir. Saz için; “Peygamber’in
vücûdundan ve Hz. Ali’nin bezinden yapılmıştır” derler ve bu nedenle ona “telli
Kur’ân” derler. Bu konuda Mustafa Öztürk şunları söyler:
“Alevi gelenekteki meşhur ‘telli
Kur’ân’ kavramından da kısaca söz etmek gerekir. Bilindiği gibi geleneksel
Alevi inanç ve ibâdet anlayışının pratikteki ideâl formu cemlerdir. Dolayısıyla
Alevilikteki asıl ibâdet ikrar, görgü, musâhiplik, düşkünlük, muharrem erkânı
gibi muhtelif türleri bulunan cem(ler)de icrâ edilir; ancak cem ibâdetindeki
Kur’ân, bildik Kur’ân değil, mızrapla çalınan bir enstrüman, yâni bağlamadır.
Nitekim bağlama (saz) Alevi evlerinde baş köşede bulundurulur. Saz çalınacaksa
göğsünden üç kez öpülüp başa götürüldükten sonra çalınmaya başlanır. Birine
verilecekse yine aynı saygı gösterilir. Bu yüzden saza ‘telli Kur’ân’ denir;
çünkü saz nağmelerinin kutsal olduğuna inanılır. Telli Kur’ân eşliğinde şevkle
terennüm edilen nefesler de kutsal addedilir; çünkü bu nefesler bir tür ilham
ürünüdür ve-veyâ vahiyden mülhemdir. Dolayısıyla her nefes sanki birer âyet ve
sûredir”.
Modern
müslümanlar da benzer şekilde, Arapça’sından yada Türkçe’sinden; “ben Kur’ân’ı
okudum, meâllendirdim, tefsirini yaptım, onun hakkında yazdım-konuştum” vs.
diyorlar. Böylece İslâm’ın gereğini yaptıklarını ve sonuçta “İslâm’ın amacını
yerine getirdiklerini” zannediyorlar. İyi de somut olarak hangi yaraya merhem
oldunuz ki?, yada bu şekilde bir yaraya merhem olunabilir mi?. Çalınan saz,
somut bir zarârı def etmediği gibi, sâdece seslendirilen Kur’ân da bir zarârı
def etmez ve bir yaraya merhem olmaz.
Diyelim ki
şu-an îtibârıyla Kur’ân okumayı ve Kur’ân’la ilgili yazmayı-konuşmayı bıraktık.
Ne olur?. Ne olur yâni kıyâmet mi kopar?. Hayır!; her-şey yine aynı olur. Çünkü
hayâta dokunmayan Kur’ân okumaları-yazmaları ve çalışmalarının, “arayış” içinde
olan bâzı insanlara fayda vermekten başka hiç-bir yararı olmaz ve yoktur. Çünkü
İslâm’ın amacı bu değildir. Fakat İslâm’ın amacına uygun olarak, vahyi hayâta
hâkim kılma çabasında olmamak, kıyâmetin kopmasına bile sebep olabilir ki
Dünyâ’nın her tarafını sarmış olan zulüm bunun göstergesi ve belirtisidir.
Modernite-merkezli
Kur’ân çalışmaları anlamsız bir yola doğru sürüklenmiş ve rayından çıkmıştır.
Bunun sonuncunda ortada hakîki bir İslâm düşüncesi kalmayacaktır. Zîrâ İslâm başka
bir şey söylemekte, modern müslümanlar ise başka bir şey anlamakta, söylemekte
ve yapmaktadırlar.
Kur’ân’ın
amacı İslâm’ı ve vahyi moderniteye ve modern-bilime uydurmak değildir. Modern
müslümanlar Kur’ân’ı modern-bilim merkezinde anladıklarında en doğruyu
anladıklarını zannetmektedirler. Bu nedenle de modern-bilim merkezli Kur’ân
çalışmaları çok popüler olmuştur. Caner Taslaman bunu bir yazısında şu şekilde
ortaya koyarak gösterir:
“Kur’ân’da,
‘yevm’ kelimesinin formlarından ‘bir gün’ anlamındaki ‘yevm/yevmen’ formları;
toplam 365 kez geçmektedir. Bu 365’i önemli kılan, bu sayının bir takvimle
ilişkisinden ziyâde Dünyâ’mızla ilişkili önemli bir astronomik fenomeni ifâde
etmesidir. Dünyâ’mız Güneş’in etrâfındaki bir tam dönüşünde kendi etrâfında 365
kez dönmüş olur; yâni Dünyâ’mızda 365 kez ‘bir gün’ -gece ve gündüz- oluşur.
Dünyâ’mız Güneş’e konumu îtibâriyle 365 ayrı gün yaşar. Dünyâ’mızın önemli bir
fenomeni olan gece-gündüzün oluşumuna, bir-çok Kur’ân âyetinde dikkat çekilir.
Kur’ân’da 365 gibi yüksek bir adette tekrarlanan ‘bir gün’ (yevm/yevmen) ifâdesinin
tekrâr adedinin, bu astronomik fenomenle âhengi oldukça ilginçtir.
Diğer
yandan ‘yevm’ kelimesinin ‘günler’ anlamındaki çoğul ifâde eden türevleri ise
Kur’ân’da 30 kez geçer. Müslümanların, oruç ve hac gibi ibâdetlerini kendisine
göre gerçekleştirdikleri Ay takviminde, bir ay 29 veya 30 gün çeker. Ay’ın
Dünyâ etrâfındaki dönüşünü 29,53 günde tamamlamasıyla Ay takviminin ayları
oluşur. Matematiksel bir işlem olan tam sayıya yuvarlamayı buraya uyguladığımızda
30 sayısı karşımıza çıkar. (Nitekim Dünyâ Güneş etrâfında 365,25 günde döner;
bunun tam sayıya yuvarlaması 365’tir).
Kur’ân’da
‘Ay (Kamer)’ kelimesi, bütün türevleriyle berâber 27 kez geçer. ‘Ay’ın sideral
yörünge periyodu 27 gündür; yâni yıldızlar esas alınarak hesaplanan ‘Ay’ın
Dünyâ etrâfındaki yörüngesi 27 gündür. Dünyâ’nın Güneş etrâfında dönerken
aldığı yolla açılan farkı, ‘Ay’ iki-üç gün arası bir sürede kapattığı için ‘Ay’
takviminde aylar 29-30 gün olur. ‘Ay’la ilgisi açık olan 27 sayısıyla aynı
adette ‘Ay’ kelimesinin 27 kez geçmesi ilginç bir âhenk örneğidir. (Daha önce
geçen ‘günler’ ifâdesinin iki formunun 27’ye 3 şeklinde geçmesiyle de bu husus
arasında bir âhenk olması ilginçtir. ‘Ay’ takviminde günler; ‘Ay’ın 27 günlük
süredeki sideral (yıldız) dönüşüyle, buna ilâveten Dünyâ’nın aldığı yoldan
oluşan farkı 2-3 gün arasında kapatmasının birleşiminden oluşur. ‘Günler’ ifâdesi
de 27 ‘eyyam’ ve 3 ‘yevmeyni’ formlarının toplamı olarak 30 kez geçer).
Kur’ân’da
‘sene’ kelimesinin tüm türevleri 19 kez geçer. Astronomide Meton dönemi ‘19
senelik’ bir dönemden oluşur; bu dönem Güneş takvimi ve Ay’a bağlı oluşan
aylara ortak bir çarpan oluşturması açısından astronomide önem taşır. Meton
döneminin diğer bir adı Enneadeceateris (Yunanca 19 sene) de 19 seneyi ifâde
eder. Meton döneminin 12 senesi 12 ay, 7 senesi ise 13 ay barındırmasıyla
farklılaşır. Güneş’e göre oluşan seneden kısa olan Ay’a bağlı senenin, aynı
hizâya gelişi, 7 senesine birer ay eklenmesiyle gerçekleşir. Kur’ân’daki ‘sene’
kelimesinin tekil formunun (sene) 7 kez geçmesine karşın, çoğul formunun (sinyn)
12 kez geçmesi de diğer bir âhenk göstergesidir. Meton dönemi; Güneş ve Ay
periyotlarının 19 yılda bir aynı hizâya getirilmesini ifâde eder. Diğer ilginç
bir husus, Kur’ân âyetlerinde, ‘Güneş ve Ay’ kelimelerinin ikisinin berâber,
Meton dönemindeki ‘sene’ adediyle aynı oranda; 19 kez geçmesidir”.
Şimdi bu
söylenenler “Kur’ânî” bir çalışma mıdır?. Hayır değildir. Hattâ tam-aksine bu
söylenenler Kur’ânî çalışmayı blôke etmekte ve engellemektedir. Kur’ân bizden
bunu yapmamızı mı istiyor ve bekliyor. İyi de, Peygamber ve sahabe bunları
bilmiyordu. Peki ne kaybettiler?. Peygamber ve sahabe bunları bilmediği ve
anlayamadığı için “Kur’ân’ı tam anlayamamış” ve onunla amel edememiş mi oldular?.
Câhil mi kaldılar?. Bu âyetler karşısında afallayıp kaldılar mı yâni?. Biz bunları
bilince onlardan daha iyi ve üstün müslüman mı olduk?. Bunları bilmek bize ne
kazandırdı ki?. Modern müslümanlar Kur’ân’ın modern-bilim mûcizeleriyle dolu
olduğunu zannediyorlar ve bunun anlaşılması için nâzil olduğunu sanıyorlar.
Peki bunları bilmesek ne kaybederiz?. Çünkü 1.400 yıllık İslâm târihinin %95’lik
bölümünde bunlar bilinmiyordu. Peygamber ve sahabe bu söylenenleri bilmiyordu.
İyi de onlar neyi eksik yaptılar ve neyi anlayamadılar?. Kur’ân bu tür
çalışmalar yapılmasını mı emrediyor ve bekliyor bizden?. Amaç bunları öğrenmek
ve bilmek midir yâni?. Evet!; eğer Peygamber’in “güzel örnekliği” olan
Sünnet’ini iptâl edip de “sâdece Kur’ân” düşüncesiyle Kur’ân’ı okursanız,
modernitenin çok memnun olduğu bu tür çalışmalardan başka bir şey yapamazsınız
ve İslâm’ın en yüce amacının da bu olduğunu zannedersiniz.
Oysa İslâm’ın
amacını Kur’ân çok açıkça beyân etmiştir ve Peygamberimiz de zâten 23 yıl
boyunca bu amacı yerine getirmek için çalışmış ve sonunda da o amaca-hedefe
ulaşmıştır. Tabi tüm peygamberler bu amaca ulaşamamıştır. Çünkü bu amaca
ulaşmak kolay değildir ve her zaman olmayabilir de. Fakat şu kesin ki, tüm
peygamberler üstün gayret göstererek ömürlerinin sonuna kadar Kur’ân’ın
gösterdiği bu amaç için çalışmışlardır. Kur’ân bu amacı şu şekilde ifâde eder:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz
kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet
ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına
düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü.
Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi.
Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir”
(Şûrâ 13).
Evet;
İslâm’ın amacı, “Allah’ın dînini hayâta egemen kılmak (ekîmûd dîn)”tır. Zâten aşağıdaki âyet de müslümanlara bu amacı
gösterir ve bu amaca ulaşmada izlenmesi gereken yolu ve bu amaca kimlerin ulaşabileceğini
şu şekilde gösterir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa,
onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip-beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana
hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
İslâm’ın
amacı; “insanların kâlplerini ve zihinlerini İslâm-merkezli olarak değiştirerek
ve İslâm’a adanmış şahsiyetler yetiştirerek ‘İslâm kardeşliği’ merkezinde bir
İslâm toplumu kurmak, bu toplum ile tebliğ ve dâvette bulunmak, küfre, şirke ve
adâletsizliğe-zulme karşı sağlam bir direniş ve dik duruş sergilemek, Allah
râzı olduğunda ve zamânı geldiğinde her-şeyden vazgeçerek
devlet-cihad-şahâdet-medeniyet bilinci ortaya koyarak Dünyâ’yı İslâm-merkezli olarak
şekillendirmek ve şeytana, tâğutlara ve zulme meydan verilmeyen bir Dünyâ
kurmak”tır. İslâm’ın en yüce amacı budur. İslâm’ın amacı “İslâmî bir Dünyâ
kurmak”tır. İslâm’ın amacı, Allah’ın müslümanlar için Dünyâ’da emrettiği ve
beklediği şeydir. Zîrâ İslâm ancak bu amaç gerçekleştiğinde “hakkıyla”
yaşanabilir.
Yüce bir hedef-amaç üzre olmayanlar, ya hazzın kuşatması,
yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşamaya mahkûmdurlar.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder