“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-âm
116).
İnsanlık târihi
boyunca olan şey, “İslâm’ın merkeze alınıp hâkim kılınması” ile “İslâm’ı
merkeze almaya karşı, şeytan, tâğutlar, onların uşakları ve nefsini din yapanlar
tarafından, İslâm’ı merkezden uzaklaştırma yada dâirenin dışına taşıma ve
dâirenin dışında tutmak”tır. Mü’minler ile kâfirler arasındaki savaş bunun
savaşımıdır.
Peygamberlerin
örnekliğinde gösterilen “İslâm’ı devletleştirme ve hayâta hâkim kılma ameliyesi”,
sünnî ve şii tarzında saltanat, krallık, sultanlık, padişahlık yâni monarşi,
meşrûtiyet, cumhûriyet, komünizm, demokrasi vs. beşer-merkezli ideolojilerle ve
yönetim-şekilleriyle ile yapılmıştır târih boyunca. Bu sistemlerle, İslâm “dâire”nin
dışına çıkarılmak ve sürekli olarak dâirenin dışında tutulmak istenmiştir.
İslâm,
haksızlığa, adâletsizliğe, küfre, şirke ve zulme “dur” demek için ve hakkı-hakîkati,
adâleti ve tevhidi hâkim kılmak için gönderilmiş tek “hak din”dir. İnsanların
içinden özellikle ezilenler, işte İslâm’ın bu özelliklerine bakarak İslâm’ı
kabûl edip ona katılmışlardır. Önceden zulüm gördükleri için, İslâm’ın ortaya
koyduğu ve hâkim kıldığı adâleti ve hakîkati görünce İslâm’ı kabûl etmeleri zor
olmamıştır. Fakat halifelerden sonra başa gelen Emevi ve Abbâsi yönetimleri
adâleti gereği gibi uygulamadıkları için gidişât yeniden bozulmuştur. Bir
yazıda Îran’lı halkın İslâm’ı seçme nedeninden ve sonraki iktidârların bunu
sağlamadığı için yeniden eski inançlarına dönmelerinden yada eski inançları ile
harmanlanmış bir din ortaya çıkardıklarından şu şekilde bahsedilir:
“İslâm
sürecinde Îran’lılar, Îran servet sâhipleri, üst düzey idâreciler, zenginler ve
zerdüştiler eliyle eşitsizliğe mâruz kaldıkları için İslâm’ı seçtiler ve eşit
bir muâmele görmeyi umdular. Zîrâ Kur’ân ve Sünnet pratikliğinde bu vardır.
Lâkin Emevi ve Abbâsiler’in siyâsetleri bunu sağlamadı ve benzer eşitsizliği
devâm ettirdi. Mevâli denen Arap olmayanlar, önceki din ve devletlerinde kendilerine
eşitsiz davrananlara karşı dînî ve kültürel inanç ve düşünceleriyle karşı
çıkmışlardı. Bu bir özellik olarak yerleşmişti. Çoğu tam içselleştirememiş olmasına
rağmen müslüman olmalarıyla birlikte kendilerine adâletli davranmayan mevâli,
askerî, siyâsî ve ekonomik olarak karşı koyacak bir güçleri olmadığı için,
fikrî bir karşı çıkış ortaya koydular. Bu bağlamda da eski din ve düşüncelerine
dayandılar. İşte bu durum zamanla eski inançların baskın olduğu ve İslâm’dan da
alınan âyet ve hadislerle karıştırılan bir din ortaya çıkardı. Bu din biraz da
haklı olarak ezilmiş kesimin eleştiri, îtirâz ve isyân dayanağı oldu”.
İslâm’ı
merkezden çıkarmak yada dâirenin dışına atmak mutlakâ kötü ve adâletsiz bir
yönetim ortaya çıkaracak ve devlet-millet ifsâd olacaktır.
Bu durum
muhâfazakâr düşünceye sâhip olan Selçuklu ve Osmanlı’da da devâm etti ve güçlenen
heretik akımlar isyanlar çıkardı. Böylece sağ-sol yada muhâfazakâr Sünnîlik ile
bâtınî-tasavvuf-heretik akımlar arasında sürekli bir mücâdele başladı. Fakat
halk her zaman güçlüden yana olduğu ve isyân istemediği için sağ tarafı tuttu. Şehirleşeme
ve yerleşiklik arttıkça sağ muhâfazakârlık daha da güçlendi. Bu uçurum Safeviler’le
çok derinleşti ve bârizleşti. Şii-Sünnî yada alevi-sünnî kavgası başladı. Günümüzde
bu AKP-CHP şeklinde sürmektedir. Yâni aslında “ebedî karşıtlık” devâm
etmektedir. Burada yanlış olan şey, heretik akımlara karşı hak yolun
muhâfazakârlık olduğu zannıdır.
Biz Kur’ân’ı
merkeze almış ve Sünnet’i gözeten mü’minler olarak iki taraftan da uzak dururuz
ve İslâm’ı savunuruz. Çünkü İslâm’ın hakîkati varken bâtıl yollara giremeyiz.
Fakat eğer (Allah korusun) Tevhid olmasaydı, “istikrar” için belki de sağı ve
muhâfazakârlığı seçerdik. Çünkü açıkça görünen odur ki, sağ taraf daha iyi
yönetiyor. Zîrâ ne de olsa sağ muhâfazakârlıkta dînin resmî olmayan bir
geçerliliği vardır. İslâm’a açıkça düşmanlık yapanlardansa, dîne açıkça
düşmanlık yapmayanları destekleyebilirdik. Lâkin çok şükür ki Tevhid var ve biz
iki taraftan da olamayız ve olmayacağız. Çünkü iki taraf da İslâmî yada
İslâm-merkezli değil. İki taraf da lâik-seküler modernite ile yönetim yapıyor
ve bu nedenle de İslâm “dâirenin” merkezinde olmadığı gibi içinde bile değil.
Mü’minler olarak
sol heretik tarafı savunmadığımız gibi, onlara göre “daha iyi yönetiyor” ve “ehven-i
şer” diyerek sağı da savun(a)mayız. Zîrâ İslâm %100 İslâm’dır ve İslâm zâten
bunlara karşı gönderilmiş ve hakkı ve hakîkati tam ortaya koyarak adâleti
gerçekleştirmek için inmiş olan bir din’dir. Şeytanın sağdan ve soldan yaklaşmasına
zinhar izin veremeyiz.
Baktığımızda
görülen şey, Hakkın ortaya koyduğu iyiliklerin, toplumsal kırılmalar sonucunda
değiştiğidir. Tüm kırılmalar adâletsizlikten ve olağan-üstü siyâsî-askerî
olayların sonucunda ortaya çıkar. Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından
sonra ortaya çıkan fitne, Hz. Ali’den sonra Muâviye ile birlikte değişmiş ve
bâtıl yeniden iktidâr olmuştur. Zâten işin raconu budur. Mü’minler her dâim
bunu değiştirmekle görevlidirler ve târih boyunca da bunun için çalışmışlardır.
İmtihan budur. Peygamberler de bunun için çalışmıştır. Bunun ille de gerçekleştirilmesi
değildir önemli olan. İmtihan, “bu uğurda samîmi, ciddî ve gayretli bir şekilde
çalışmak”tır. Önemli olan budur.
Fakat İslâm-dışı
hizipler yada müslüman olduğunu söylemesine rağmen İslâm ile yönetilmeyi ve
Dünyâ’yı İslâm’ın belirlemesini istemeyenler, Dünyâ’yı İslâm’ın-Kur’ân’ın
belirlemesini istememişler ve buna çeşitli şekillerde îtirâz etmişlerdir. İslâm
Devleti denilenler bile aslında İslâm’ı merkeze almamışlar ve almamaktadırlar.
İslâm yerine beşeri-nefsi-şeytâni düşünceleri ve ideolojileri merkeze almışlardır-almaktadırlar.
Emevi ve Abbâsi
devletlerinde İslâm “resmen” geçerli olmasına rağmen asıl merkezde olan şey,
Arap düşüncesi, geleneği ve örfüydü. Bunlara göre çıkarılmış kânunlar
geçerliydi. Selçuklu ve Osmanlı’da da İslâm dâirenin içindeydi ama örf ondan
bir adım öndeydi. Merkezde örf vardı. Bir şeyin İslâm’a aykırılığında bâzen göz-ardı
etme olmasına rağmen örfte aslâ olmuyordu. Bu da bunların İslâm’ı değil örfü merkeze
aldıklarını ve böylece İslâm’ı dâirenin içindeymiş gibi göstermelerine rağmen
merkeze almamaları demektir. Lâiklik ise merkeze aklı, beşerî ideolojileri ve demokrasiyi
alır ve İslâm’ı dâirenin dışına atar ama İslâm’ı kısıtlanmış hâliyle yine de
kendinden sayar. Fakat dâirenin dışına atılan İslâm aslında yok hükmündedir.
Zâten lâikliğin amacı budur.
Dâirenin içine
ve hattâ merkezine alınmayan İslâm yok hükmündedir ve kâlplere-vicdanlara
hapsedilmiş demektir. Bir mü’minin buna râzı olması zinhar mümkün değildir.
İşte tüm peygamberler ve Peygamberimiz, dâirenin dışına atılan tek hak din olan
İslâm’ı dâirenin içine ve merkezine almak için gönderilmişlerdir. Bu zorlu görevde
tüm peygamberler canla-başla çalışmış ama bu herkese nasip olmamıştır. O hâlde
bizim de aynı şey için çalışmamız ve İslâm’ı yeniden dâirenin merkezine
koymamız, dâirenin içine mâruf örfü alsak da merkeze İslâm’ı yâni Kur’ân’ı
koymamız bize Allah’ın bir emridir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa,
onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
“Allah, dinden
Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e,
Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini
hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu
konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat
düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a
ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Bu âyet İslâm’ın
niçin vâr olduğunu gösteren apaçık ve muhteşem bir âyettir. Hem gelenekçilere,
hem de târihselci ve modernistlere tokat gibi çarpan bir âyettir bu.
Müslümanlara; “Dünyâ’nın altını üstüne getirin de, İslâm’ı, yâni adâleti
Dünyâ’ya hâkim kılın” emrini hem zihinlere hem de gönüllere rapteder. Âyet o
kadar açıktır ki, aslında üzerinde yorum yapmaya ve tefsir etmeye bile gerek
yoktur. Buna rağmen, zamânın şeytânî ideolojilerine, fikirlerine, ürünlerine
müptelâ olmuş olan müşrik ve münâfık karakterli olanlar, bu âyeti canını
çıkarırcasına yorumlamaya, te’vil ve tefsir etmeye pek meraklı ve
isteklidirler. Zîrâ bu âyet onların tüm seküler plânlarını bozmaktadır.
İslâm dâirenin
dışında tutulacak-tutulabilecek bir din değildir. Formatı ve özelliği buna müsâit
de değildir. Hakkın-hakîkatin ve adâletin tek kaynağı olduğu için, aynen göklerdeki
gibi bir düzenin kurulması için olmazsa-olmaz şey İslâm’dır. O hâlde dâirenin dışına
itilmiş İslâm’ı yeniden dâirenin içine ve merkezine koymak bizim boynumuzun
borcudur. Buna ömrümüz yetmese de bunun için samîmi, ciddî ve gayretli olmamız kesin
şarttır. Aksi-hâlde tâğutlardan tâğut beğenmek ve zillet içinde yaşamak
kaderimiz olur.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder