“(Ey
mü’minler!); Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler
size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Yoksulluk ve sıkıntı onlara
öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman
edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman
(onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi)” (Bakara 214).
Modern insan Dünyâ’nın
sorunları karşısında “üç maymun”u oynamakta ve kendisine sorumluluk yükleyecek
bir şeyi görmesine, duymasına ve bilmesine rağmen “görmedim, duymadım ve
bilmiyorum” demektedir. Aslında o şeyi görmek, duymak ve bilmek-söylemek bile istememektedir.
Bunu, kendilerini sıkıntıya ve zahmete sokmamak için, psikolojilerinin ve
morâllerinin bozulmaması için, neşe içinde süren hayat konforlarını bozmamak
vs. için yapmaktadırlar. Çünkü duyduğunu, gördüğünü ve bildiğini söylemek,
aynı-zamanda sorumluluk almak da demektir. Çünkü bir şeyi gördüğünüzde,
duyduğunuzda ve bildiğinizde artık duyduğunuz, gördüğünüz ve bildiğiniz şeye
karşı duyarsızlık yapamazsınız. O yüzden modern insan “morâlim bozuluyor, canım
sıkılıyor, keyfim kaçıyor, psikolojim bozuluyor” vs. nedenlerle “en iyisi tüm
bunlardan uzak olmak, görmemek, duymamak ve bilmemektir” düşüncesini benimsiyor.
Görse, duysa ve bilse bile bunlardan hiç bahsetmemekte ve sanki sorunlar yokmuş
ve olmamış gibi davranıyor, böylece -güyâ- huzûr ve neşe içindeki hayâtını
sürdürmek istemektedir. Tabi bunu ne kadar başarabili(yo)r, tartışılır.
İnsan deve-kuşu
gibi başını kuma gömünce yada daha doğrusu görmezden gelerek sorunlardan
kaçınca belki bir nebze ve bir süreliğine stressiz bir hayat yaşayabilir, fakat
insanı rahatsız edip morâlini bozan şeyler, insan, rahatsız edici o şeyi
düzeltip yoluna koymadıkça aslâ ortadan kalkmış olmayacaktır.
Modernleşerek
bencilleşmiş olan insan, kendisini sıkıntıya sokmamak, morâlini bozmamak vs.
için, “negatif insanlarla muhâtap olmuyorum”, “haberleri izlemiyorum”,
“görmezden geliyorum”, “takmıyorum” vs. diyebilmektedir. Bu şekilde davranmak “modern
bencillik”tir ve aslâ hiç-bir sorunu çözmez.
Böyle kişilere
göre sanki Dünyâ güllük-gülistanlık bir yerdir ama bir yerlerde negatif ve
olumsuz insanlar var bu insanlar negatif ve olumsuz olarak konuşuyorlar. Hayır!;
tabî ki de cennet gibi bir dünyâda yaşamıyoruz. Dünyâ’da neredeyse her-şey kötü
ve modern sarhoşluk içindeki insanlar bunun farkında değil. Fakat daha da
kötüsü, biraz da olsa farkında olanlar da görmezden gelmenin yollarını
arıyorlar. “Farkındalık”tan ve sorumluluktan korkup kaçıyorlar. Birilerinin “negatif”
dediği insanların çoğu Dünyâ’daki kötülükleri görüyor ve Dünyâ’nın mevcut durumunu
ortaya koyuyor. Söyledikleri şeyler insanın morâlini bozan ve rahatsız eden
şeyler olsa da bunlar Dünyâ’nın gerçeğidir. Yine de negatif insanlarla muhâtap
olmak istemeyenler, o hâlde peygamberlerle de muhâtap olmamalıdırlar. Çünkü
peygamberler de Dünyâ’daki sorunları görüp negatifliği açıkça söylemek ve negatifliği
pozitifliğe çevirmek için gönderilmişlerdir.
Âhireti inkâr eden
ve Dünyâ’dan başka bir hayat tanımayan seküler insanların bunu yapmasında bir
mantık olabilir. Çünkü onlar, ölümden sonraya inanmadıkları için Dünyâ’da en
uzun şekilde ve kesintisiz bir haz içinde yaşamak istemektedirler. Bu nedenle
de kendilerini sıkıntıya sokacak, kafa ve beden konforlarını bozacak en küçük
bir şeyden bile kaçmak istemektedirler. Hattâ bunun için büyük paralar
harcayabilmektedirler. Zîrâ onlara göre Dünyâ hayâtından başka hayat yoktur ve
bu hayâtın da en küçük bir sorun ve sıkıntı bile olmadan yaşanması en yüce
hedeftir. Fakat müslümanların yâni Dünyâ-hayâtından başka bir de sonsuz âhiret-hayâtı
olduğunu ve Dünyâ’nın “geçici bir imtihan alanı” olduğuna inanan insanların
böyle düşünmeleri ve buna göre bir davranışta bulunmaları söz-konusu bile olamaz.
Sorunlar onlardan
kaçmakla değil, onların üstüne gitmekle, onları düzeltmek ve düzenlemekle giderilebilir
ancak. Bir sorunun üzerine milyonlarca yıl gidilmediğinde o sorun orada milyonlarca
yıl sorun olarak kalmaya devâm edecektir. Sizi rahatsız eden bir şeyi görmezden
gelerek o sorundan aslâ kurtulamazsınız. Hattâ Dünyâ’daki tüm sorunlar zâten bu
düşüncede ve davranışta olmaktan kaynaklanır.
“Deve-kuşu
müslümanlığı” dediğimiz müslümanlıkta ise, “sorunlardan-sıkıntılardan kaçıp uzaklaşma
ve gönlünü ferah tutma” düşüncesi ve davranışı ortaya çıkmaya başlamıştır. Öyle
ki artık hiç kimse kırk yıllık komşusunun çocuğuna, “oğlum-kızım yapmayın, çok
ayıp” bile diyememekte ve dememektedir. Çünkü sorunlar karşısında duyarlılığını
kaybetmiştir. Çünkü Allah’ı, âhireti, Peygamber örnekliğini, Kur’ân’ı ve
takvâyı unutmuş yada bunlardan vazgeçmiştir. Lâik-seküler-demokratik oldukça bu
düşüncesi ve duygusu artmıştır. Böylece en sonunda da “bana ne, bana dokunmayan
yılan bin yıl yaşasın, hiç karışmayayım” vs. gibi düşüncelere kapılmaktadır.
Hattâ böyle yapmayı “en doğru davranış” zannetmektedir.
Deniz, Güneş ve
kum.. Modern insanın ve de müslümanların hayâli olmuştur. Çünkü modern insan en
sıkıntısız ve stressiz zamânın bu şekilde geçirileceğini düşünmektedir. Sürekli
olarak deniz, kum, Güneş ve tâtil hayâli, “kafayı kuma sokma”nın modern şeklidir.
Modern insan, tâtil aracılığı ile kafayı kuma sokmaktadır. Kumu özlemesinin
psikolojik nedeni belki de budur. Bir tarafta savaşlar, depremler, seller,
ölümler, hastalıklar, acılar ve çeşitli sıkıntılar yaşanırken, sözde her türlü
sıkıntıdan kaçıp da kafa ve beden konforunun dibine vurulan tâtiller hayâl edilmekte
ve tâtil yerleri dolup-taşmaktadır. Turizm bu düşünceden beslenmektedir. İnsanların
mutlakâ kafa dağıtmak, bir hava almak, nefeslenmek, ara vermek, başka bir şeyler
yapmak gibi ihtiyâçları vardır tabî ki. Fakat bu, “tüm sorunlardan kaçmak ve sorunları
unutarak görmezden gelmek” anlamında değil, “sorunların üzerine daha sağlam
gidebilmek için kafa ve beden enerjisi toplamak” amaçlı olmalıdır. Müslümanların
kafalarını kuma sokma lüksü olamaz. Böyle olduğunda “müslüman” olarak
kalınamaz. Müslümanlık “hiç-bir şeye karışmamak” demek değildir, olamaz.
Peygamberlerde de bunun bir örneği yoktur ve hiç-bir peygamber göbeğini
kaşıya-kaşıya müslümanlık yapmamıştır. Zâten Dünyâ’nın formatı buna uygun ve
müsâit değildir. Çünkü insandan kaynaklanan hiç-bir sorun olmasa bile,
“imtihanın gereği olarak” doğal sorunlar yada zorluklar insanların karşısına
çıkıp duracaktır. Hava sıcak ve soğuk olacaktır, hastalık ve ölüm olacaktır, iş
yapmanın zorluğu insanı yoracaktır, insan sürekli olarak zorluk ve sıkıntı ile
yaşayacaktır. Bunlardan kaçmak imkânsızdır ve bu sorunlar ve sıkıntılar
insanları ölüme kadar bırakmayacaktır:
“Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça
mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır
gösterenleri müjdele” (Bakara 155).
Dünyâ’nın doğal
zorlukları yanında kolaylığı ve güzelliği de taşır. Fakat insanların ortaya
çıkardığı zorluklar böyle değildir. Bitmek bilmez ve sürer gider. Çünkü
tâğutlar ve zorbalar bundan geçinirler. İşte bu yüzden insandan kaynaklana
zorlukların üzerine gidilmeli ve doğal olmayan zorluklar ve sıkıntılar bertarâf
edilmelidir. Bunu yapmaktan kaçarak bu zorlukların ve sıkıntıların yok olması
-sünnetullah gereğince- imkânsızdır ki zâten an îtibârıyla Dünyâ’nın zorluğa,
sıkıntıya ve pisliğe batmasının nedeni, insanların başına zorluk ve sıkıntı
çıkaranlara bir şey dememesi ve zorluk ve sıkıntıların birikmesinden dolayıdır.
Hâlbuki insanlar toplanıp da ses çıkarsalar ve tepki gösterseler böyle
olmayacaktır.
“Yada (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve
şimşek(ler)le yüklü, gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş (kimseler)
gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle, ölüm korkusundan parmaklarıyla
kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır” (Bakara 19).
Yıldırımın
gürültüsünden korkmamak için kulakları tıkamanın bir faydası olmaz. Dünyâ’da
meydana gelmekte olan kötülükleri de; haber izlememekle, görmezden gelmekle vs.
o kötülükler ortadan kalkmış olmaz. Bir kötülükten etkilenmemek için ya esaslı
önlemler almak, yada bir kötülüğü ortadan kaldırmak için bir şeyler yapmak
gerekir.
Kişisel
gelişimciler, yaşam-koçları ve diğerleri… Bunlar İslâm-merkezli değil de modern-seküler
dünyâ-merkezli bir düşünüşte ve görüşte oldukları için, insanları sürekli
olarak “kaçmaya” çağırmaktadırlar. “Ondan uzak dur, bundan kaç, şunu-bunu sorun
etme, kafana takma, sen bir tânesin, çok değerlisin, kendini üzme, relaks ol”
vs. gibi düşüncelerle insanları deve-kuşuna çevirmektedirler. Sonuçta kafaları
kumda gezen insanların olduğu bir Dünyâ ortaya çıkmıştır. Şeytanın, tâğutların
ve de nefsin güçlenmesi ve Dünyâ’ya hâkim olmasının nedeni budur.
Hadi tek-dünyâlı
olan insanları anlıyoruz. Onlar güyâ “bir kez gelinecek olan Dünyâ”da hiç-bir
sıkıntıyla karşılaşmak istemiyorlar ve en uzun süre boyunca en yüksek seviyede
ve kesintisiz bir hazzın peşinden gitmek istiyorlar ve bu bağlamda en küçük bir
sorun ve sıkıntıyla karşılaşmak bile istemiyorlar. Hattâ kendilerini strese
sokacak bir söz bile duymak istemiyorlar. Bu bağlamda artık insanlar çocuklarının
yanında “hayır”, “ölüm”, “olmaz” gibi -sözde- negatif kelimeleri bile kullanmıyorlar
ve kullanılmasını istemiyorlar. Bu çocuklar ileride psikolojik ilaçların
bağımlısı olacaklardır tabi. Çünkü dediğimiz gibi Dünyâ’da böyle bir hayâtın karşılığı
yoktur ve Dünyâ’nın formatı buna uygun değildir. Bu şekilde yaşamak ancak cam
bir fânusun içinde olabilir belki de.
Sorun şu ki,
sorunların ve sıkıntıların üstüne-üstüne gitmesi gereken müslümanlar da artık
bu düşünce, tutum ve davranışta olmaya başladı ve bu çok fazla yayıldı.
Rahatlık, sürekli relaks olma isteği ve sorunlardan uzak olma düşüncesi
müslümanların arasında da yayıldı. Artık müslümanlar da kafaları kumda bir
hayat yaşıyorlar, tabi buna “hayat” denirse. Oysa müslümanlık, sorunları ve
sıkıntıları bertarâf etmek için vardır ve tüm peygamberler ve de Peygamberimiz
bunun için gönderilmiş ve bunun için uğraşmışlardır. Yoksa Dünyâ ifsâd olmaya
mahkûm ve mecbur olurdu. Sorunların üstüne gidilmediğinde ve tam tersine
kaçıldığında, artık her-şey şansa bağlı olur ve insanlar bir sorunla ve sıkıntıyla
karşılaşmamayı umar dururlar. Bunun için yapacakları en kolay şey, “her türlü
sorun ve sıkıntıdan kaçmak” olur. Fakat bu, o sorun ve sıkıntının bitmesi demek
değildir. O sorun ve sıkıntı gün gelir tüm Dünyâ’yı kuşatır ve kaçaklar da
kaçacak bir yer bulamazlar.
Sürekli relaks
hâlinde gülüp eğlenerek hiç-bir dert ve tasa görmeyen insanlar, kendilerini
gerçekleştiremezler. İnsan ve de müslüman olamazlar. İnsanlık ve de
müslümanlık, sorunlara ve sıkıntılara karşı bir eleştiri yapmak, îtirâzda
bulunmak, bir ses yükseltmek, isyân etmek ve kötülüğe el, dil ve hiç olmazsa
“kâlp ile buğz” şeklinde karşı gelmektir.
Dünyâ’nın yarısı
deve-kuşuna döndüğü ve kafasını kuma soktuğu için, diğer yarısı ateş içinde,
aç, susuz, çıplak ve evsiz olarak yaşamaktadır. Dünyâ’nın kafasını kuma sokan diğer
yarısı ise, mânen ve ahlâken çökmüş ve intihârın eşiğine gelmiş insanların
doldurduğu bir yer hâline gelmiştir.
Kafaların sürekli
olarak kumda durması yâni her türlü yanlışın, çirkinin ve kötülüğün görmezden
gelinmesi insanların psikolojilerini ve morâllerini koruyor gibi görünse de,
aslında psikolojileri daha da zayıflatıyor. Çünkü “psikolojik bağışıklık”
düşüyor. Güçlü psikolojilerin olmaması, kafaların deve-kuşu gibi kuma sokulmasından
kaynaklanıyor. Dünyâ’nın hâl-i pür melâline karşı duyarsız olan müslümanların
çoğalmasının nedeni, “deve-kuşu müslümanlığı”dır.
Kötü, çirkin ve
sinir bozucu şeylerden sürekli olarak uzak kalmak o sorunları çözmez, bir soruna
etki etmediğinizde o sorun kendi-kendine çözülmez ve bitip gitmez. Siz o soruna
el atmadığınızda o sorun hiç-bir zaman ortadan kalkmaz. Eğer “yangın” başlamış
ise mutlakâ sizin eve doğru da gelmeye ve nihâyet sizin evinizi de yakmaya
başlar. Bu nedenle “ne de olsa ateş benim evime uzak” deyip de sıkıntıya
girmemek için bir kova suyu bile dökme zahmetine girmekten kaçınmak, “kendini
ateşe atmak” anlamına gelecektir. Kaçmak, “aspirin tedâvisi”dir. Ağrıyı biraz
hafifletir gibi olur ama zamanla iç-kanama yapar ve sorunu büyütür.
Sorunları,
sıkıntıları ve zorlukları bertarâf etmenin ilk adımı, “kafaları kuma sokmak” değil,
“kafaları secdeye eğmek”tir. Böylece ilk adım Allah ile atılır. Yoksa kafalar
günümüzdeki gibi her zaman kumda kalır.
Çocuklar sürekli
olarak hijyenik ortamda kalır ve sürekli olarak mikroplu ortamdan uzak
tutulursa bağışıklık sistemleri tam gelişemeyeceği için tam korunmuş olmaz ve
hijyenik olmayan bir ortama girer-girmez bağışıklık yeterince gelişmediği için
çabuk ve kolay hasta olurlar. İşte bunun gibi; zorluk, sıkıntı ve negatiflikten
sürekli kaçan insanların da mânevî-psikolojik bağışıklıkları çökmüş durumdadır.
Çünkü gelişmemiştir. Mânevî-psikolojik bağışıklık, sorunların ve sıkıntıların
içindeyken ve onlarla mücâdele ederken gelişir ve güçlenir. Gelişmediğinde ise,
istedikleri kadar kaçsınlar, gün gelir kaçamayacakları bir durumla
karşılaşırlar ve güçlü bir bağışıklığa sâhip olmadıkları için en küçük bir
sıkıntıyla karşılaştıklarında -ki karşılaşmamaları imkânsızdır- ânında mânevî-psikolojik
bağışıklıkları çöküverir ve soluğu psikiyatristlerde-psikologlarda alırlar ve
psikolojik ilaçların müptelâsı olurlar.
Eğer “Allah’ın
olmadığı” bir yere gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de
gidilemez. Demek ki sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur. Gittiğimiz
her yere zorluklar, sıkıntılar ve sorunlar da bizimle birlikte gelecektir ve
biz sürekli olarak onlarla uğraşmak zorunda kalacağız. Çünkü varlığın formatı
böyledir ve imtihan bunu gerektirir. Biz nereye gidersek-gidelim, Allah, şeytan
ve imtihan -dolayısıyla zorluk ve sıkıntı- da bizimle birlikte gelecektir. Son
nefesimize ve kıyâmete kadar bundan kaçılamaz. Bir süreliğine kaçanlar gerçek
anlamda bundan kaçmış olmazlar. Sâdece kaçmayanlara daha fazla yük yüklemiş ve
hak yemiş ve de haksızlık etmiş olurlar. Çünkü ortada taşınması gereken bir yük
varsa, herkes o yükün altına birlikte girmelidir. Yoksa kaçmayanlar için o yük
çok ağırlaşır ve bellerini büker.
Müslümanlık iddiâsında
bulunup da İslâm’ın kişiye yüklediği tüm sorumluluklardan kaçarak “müslüman”
olduğunu zannetmek, İslâm’ın ve müslümanlığın ne demek olduğunu bilmemek
demektir. Müslümanlık “bir yükü omuzlamak” demektir. Bu yük, “Peygamber’in
misyonu”dur, işte tüm müslümanların yükümlü oldukları şey, bu misyonu (salât)
sürdürmektir. Bu misyonu sürdür(e)meyen müslümanlar “yarı-müslüman” olmuş
olurlar ve şirke düşerler:
“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne
olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir;
Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir
yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden,
merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın
adamlarıdır (Ashab-ı Meymene)” (Beled 11-18).
Öyle oturulup durulan yerden
mü’min olunamayacağı gibi, müslümanlık da korunamaz ve yarı-müslümanlığa
düşerek “müşrik” olunabilir. Zîrâ İslâm’da gri renk olmaz. Bakın, müslümanların
önderi Peygamberimiz’e mü’minlik-müslümanlık ne yapmış:
Hz. Ebû
Bekir, Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum.
Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap
verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57).
Peygamberimiz, kendisini
mü’minliğin-müslümanlığın yâni İslâm’ın Kitab’ına olan bağlılık ve sadâkatin
yorduğunu, ihtiyarlattığını söylüyor. Çünkü Hûd Sûresi o’na: “emrolunduğun gibi
dosdoğru ol” diyordu. Hiç kolay değildir dosdoğru olmak, zîra dosdoğru olmakta
“kaçmak” yoktur. İşte!, eğer siz de böyle yapmazsanız mü’min olamadığınız gibi,
müslümanlığınızı da koruyamaz ve yarı-müslümanlığa yâni “kültürel ve psikolojik
müslümanlık”a düşersiniz ve Allah-merkezli yaşayamadığınız için artık kaçmaktan
başka yapacağınız bir şey kalmaz.
Din/İslâm, neyin söylendiği
ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Kötülükten
uzak kalarak “iyi insan” ve müslüman olunamaz.
Gelelim deve-kuşlarına…
Deve-kuşları
neredeyse 3 metre boyunda, 160 kilogram ağırlığında olabilirler ve tehdit
altında iken bir aslanı tek tekmeyle öldürebilirler. Açıkça görülüyor ki, deve-kuşlarının
doğal savunma mekanizmalarını değerlendirince saklanmalarını gerektirecek bir
durum yoktur. Korkacakları çok da fazla bir etken yoktur çünkü. Peki, “deve-kuşu
kafasını kuma gömüyor” sözü nereden geliyor?. Aslında bu davranışın sebebi “sorumlu
anne-baba olmak”tan başkası değildir.
Deve-kuşlarının
korktukları zaman yada tehlike anında kafalarını kuma gömdüğünü sanırız. Hattâ
bu o kadar yayılmıştır ki “deve-kuşu gibi başını kuma sokmak” deyimi dilimizde
yer etmiştir. Aslında deve-kuşları kafalarını kuma “bir kötülüğü görmemek,
korkmak ve sorumluluktan kaçmak” için sokmazlar. Tam-tersine, deve-kuşları
kafalarını kuma, sorumlulukları gereğince sokarlar.
Şöyle ki; âile
kurma zamânı geldiğinde, deve-kuşları 1,5-2 metre genişliğinde ve 0,5-1 metre
derinliğinde büyük bir çukur kazarlar. Deve-kuşları yumurtalarını güvenli bir
şekilde bu çukurlarda saklarlar, sonra anne ve baba sırasıyla yavrular
yumurtadan çıkmaya hazır hâle gelene kadar toprağın üzerinde oturur. Anne-baba
gün içerisinde bir-kaç kez kumların içindeki yumurtalara bakmak için kafalarını
kumun içine sokarlar ve gagalarını kullanarak nâzik bir şekilde yumurtaları
çevirirler. Uzaktan bakıldığı zaman, yumurtasını çevirmekte olan bir deve-kuşunun
kafası sanki toprağın altında gömülüymüş gibi görünüyor olabilir. Aslında deve-kuşları
kafalarını kuma, sorumluluklarının bir gereği olarak, yumurtaları kontrôl etmek
ve çevirmek için sokarlar. Yâni kafalarını kuma sokmaları, korkudan yada
görmezden gelmek için değil, mutlakâ yapılması gerekeni yapmak içindir.
Bahsettiğimiz “başını deve-kuşu gibi kuma sokmak” deyimi cehâletin ve yanlış
anlamanın bir sonucudur.
Sorumluluktan
kaçmak insanın morâlini-psikolojisini düzeltmez ve kurtarmaz. Zâten tam-tersine,
insanın psikolojisinin bozulması, korkak olması, görmezden gelmesi ve sorumluluklardan
kaçmasından dolayıdır. Kaça-kaça artık her-şeyden korkar ve her-şeyden
etkilenir duruma gelmiştir. Bunun tek çâresi, kişinin elini taşın altına sokması
yâni sorumluluk almasıdır. Elini taşın altına sokma cesâretini gösteremeyenler
gün gelir o taşın altında kalırlar da, “aman psikolojim bozulmasın” diyenler yardım
için dönüp bakmazlar bile. Bu da bu tavrın bir bedeli ve cezâsı olur.
Deve-kuşları “müslüman”
oldukları yâni Allah’ın yaratmasına göre davrandıkları için sorumluluklarını
bilirler ve yerine getirirler. O hâlde başları kumdan çıkarmak, görmezden gelmekten
vazgeçmek ve deve-kuşları gibi sorumluluk alarak, yerin altında bile olsa o şeye
karışmalıyız.
Kafaları kumdan
kurtarmanın ilacı, “başları secdeye eğmek”tir vesselam.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder