“Ey oğlum!; namazı
dosdoğru kıl, ma’rufu emret, münkerden sakındır ve sana isâbet eden
(musîbetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir” (Lokmân 17).
İslâm’da bir emrin gereği,
“ruhsat”a veyâ “azîmet”e göre yapılabilir. Hayâtın bâtıla meylettiği ve
yaslandığı zamanlarda yapılması gereken şey, “ruhsat”a göre değil “azîmet”e göre
amel-eylemde bulunmaya insanları teşvik etmek, fakat “ruhsat”la amel edenleri
de mâkûl ve mâzur görmektir. Bu, ibâdetten cihada kadar tüm alanlarda böyle
olmalıdır. Meselâ bir kadının “âdet” hâlindeyken namaz kılmasına ve oruç
tutmasına ara vermesi bir “ezâ” durumu olduğu için “ruhsat” olarak kabûl edilebilir.
Fakat “azîmet”e göre bunları yapmasında bir beis yoktur ve yapması daha iyidir.
İbâdete ara veren hanım, “ruhsat”ı kullanmış olur sâdece. Bu durumdan dolayı kınanamaz
tabî ki.
Mü’minler ruhsattan ziyâde
azîmeti tercih ederler. Özellikle İslâm’ın ilk yıllarında azîmete göre
yaşanmıştır ve günümüzde de “İslâm’ı hayâta yeniden hâkim kılma” sürecinde de
ruhsattan ziyâde azîmete göre yaşanılması şarttır. İslâmî bir toplumun ve devletin
özellikle ilk yıllarının azîmetle geçmesi gerekir.
Doğada azîmete göre hareket
etmek hâkimdir. Hayatta kalmak ve nesillerini bir sonraki zamâna aktarmak için
çırpınan hayvanlar ve hattâ bitkiler vardır. Meselâ akıntıya karşı yüzen somon,
inci kefali ve alabalıklar vardır. Bu balıkların yaptıkları, “azimetle yapılan
bir iş”tir. Çünkü çoğu balık bu işi başaramaz ve avcılara yem olur. Bunu başaranlar
çok azdır ve söz-konusu balıklar bunu başarmak için aşırı çaba harcamak zorunda
kalırlar yâni azîmetle iş yaparlar. İşte en azından İslâm’ın ilk zamânlarında,
bu balıkların yaptıkları gibi “akıntıya karşı yüzmek” şeklinde azîmetle iş
yapmak şarttır. Öyle ki bu azîmet, akıntıya galebe çalacak oranda çaba
gerektirir. İlk zamanda biraz daha fazla gösterilmesi gereken azîmetle iş
yapmak, sonraki zamanlarda da devâm edecektir tabi. Belli bir noktadan sonra
ise, insanları çok da zorlamamak için ruhsatlar daha fazla kullanılabilir.
Fakat bu, azîmetin eden bırakılacağı anlamına gelmez. Zîrâ imtihan devâm
etmektedir ve şeytanın “son saat”e kadar süresi vardır.
Müslümanlıkla mü’minliği bir
noktadan sonra ayırmak gerekir:
“Bedeviler, ‘îman ettik’
dediler. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk
deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat
ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir”
(Hucurât 14).
Mü’min olmakla müslüman
olmak arasında fark vardır. Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her
müslüman aynı-zamanda “mü’min” değildir, olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve O’nun
peygamberlerine, peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan yada bunu
kabûl eden kişidir. Aslında “inanma” ile “kabûl etmek” arasında fark vardır.
İnanmak kâlp ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde zihin ile, kültür ile,
alışkanlık ile alâkalıdır. Yâni “kabûl eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine
göre daha uygun bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile
ilişkilidir bu. Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkarına göre hareket eden
müslüman”dır. Îman ise; eğer münâfıklık yapılmayacaksa, kâlbinin onayından
sonra olur.
Müslümanlığın tezâhürü
kâlpte her zaman görülmeyebilir fakat îmânın tezâhürü dış âlemde görünmek
zorundadır. Zîrâ îman sâdece kâlpte kalabilecek-durabilecek bir şey değildir.
Hattâ îman, kâlbe hapsedilirse zamanla değeri azalır, samîmiyeti kaybolur.
Îmânın ispâtı, eylem ile olur. Îmânın sağlaması eylem ile yapılır ancak. Îman
ettiği hâlde namaz kılmamak, oruç tutmamak, hacca gitmemek, okumamak,
çalışmamak, zekat vermemek, savaşmamak olmaz, olamaz. Îman, eylemden bağımsız
olamaz çünkü. Îman, azîmet ister ve azîmete yönlendirir. O hâlde îmandan
kaynaklanan azîmet, kendini illâ ki eylemde göstermek zorundadır. Bu zorunluluk
îmânın içinde mündemiçtir. Eğer îman varsa, mutlakâ eylemin zorlaması da vardır
ki kişi bu zorlamaya çok fazla karşı koyamaz. Hayâtı pahasına da olsa o eylemi
ortaya koyar. Eğer “eylemsiz de îman olur” deniliyorsa, buna îman değil,
“inanç” denebilir ancak ki bu da, “mevcut ve iktidarda olan inanca psikolojik
ve kültürel bir katılım” olur ancak. O hâlde güçlü inanç sürekli olarak
“ruhsat” ararken, îman, azîmetle iş yapmayı kolayca kabûl edebilir.
Kur’ân’da azîmetli
davranılması gerektiğinde böyle davranmayanların örneği ve azîmetli davrananların
örnekleri vardır. Meselâ azîmetli davran(a)mayanlara örnek şu âyettir:
“Dediler ki: Ey Mûsâ!;
biz, onlar durduğu sürece hiç-bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git,
ikiniz savaşın. Biz burada duracağız”
(Mâide 24).
Bu âyette azîmetli
davranılması gerekmesine rağmen azîmetle davran(a)mama örneği vardır. Yoksa bu
âyette “ruhsata göre davranmak” durumu yoktur. İsrâiloğulları burada azîmete
göre davran(a)mamıştır. Oysa olağan-üstü bir durumla yâni mucize ile Hz. Mûsâ
İsrâiloğullarını zâlim Firavun’un esâretinden ve zulmünde kurtarmıştı ve onlara
Allah’ın apaçık âyetlerini getirmişti. Buna rağmen, tüm bu olanlardan sonra
îmânı kâlplerine yerleştirmeleri ve azîmetle davranarak Allah’ın yolunda olup
çaba harcamaları gerekirken, -görece- biraz güçlü bir toplum karşısında
gevşeklik göstererek peygamberlerinin emirlerine uymamışlardır.
Târih hakka ve bâtıla
yapılan dâvetin târihidir. Fakat bu iki dâvette bir fark vardır. Bâtılın dâveti
Dünyâ ile sınırlı olduğundan aslında dâvet, maddeye yapılmaktadır. Bâtılın
dâvetinin başarılı(!) olmasının nedeni ise, dâvetin maddeye ve dolayısı ile
Dünyâ’ya meyyâl olan nefse uygun olmasındandır. Nefse uygun olan şeye icâbet de
hem kolay, hem çabuk hem de çok olur. Oysa İslâm’ın dâveti, kâlplerin şifâsı ve
huzûrundan başka; zorluğa, sorumluluğa, vazgeçmeye, canlarla ve mallarla bu
uğurda cihad etmeye dayandığı için, kendilerini İslâm’a adayacak insan sayısı
tüm zamanlarda az olmuştur-olacaktır. Çünkü İslâm sâdece iç-âlemi inşâ eden bir
“gönül dîni” olmadığından ve dış-âlemin de İslâmlaştırılmasını hedefleyip
emrettiğinden ve de bâtılı savunanların Dünyâ’nın İslâm-merkezli olmasını kabul
etmemesinden dolayı bir çatışmanın, bir savaşın olması kaçınılmazdır. Bu da
insanların, icâbında her-şeylerini ortaya koyarak kendilerini adamalarını
gerektirmektedir. İşte bundan dolayı târih boyunca hakkın dâvetine uyan ve
hakkın tarafında olanlar az, bâtılın dâvetine uyarak bâtılın tarafında olanlar
ise çok olmuştur. Fakat Allah katında ölçü azlık-çokluk değildir. Allah itaate,
kâlplere, samîmiyete, gayrete, ehliyet ve liyâkate bakar:
“Talût, orduyla birlikte
ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim
ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç-
onu tadmazsa bendendir’. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O,
kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar):
‘Bugün bizim Calût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O
zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: Nice küçük
topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah
sabredenlerle berâberdir” (Bakara
249).
Sâdece Allah’a teslim
olanlar ve bu teslîmiyetleri kayıtsız-şartsız olanlar Allah’tan başkalarından
korkmazlar ve teslîmiyetlerini en zorlu durumda bile göstererek azîmetli
davranabilirler. Bu zor durum teslim olanların îmanlarını, teslîmiyetlerini ve
azimlerini arttırır. Çünkü îman teslîmiyeti arttırırken, teslîmiyet de îmânı
arttırır ve azîmet ortaya çıkar:
“Mü’minler (düşman)
birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu,
Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru
söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini
arttırdı” (Ahzâb 22).
Bâzı durumlar vardır ki, insanın gücü, tahammülü yetersiz
kalır ve azîmetle davranmaya dermânı ve dirâyeti yetmez. Hâlbuki kişi ilk başta
kâlbinde azîmetle davranmaya niyet etmiş olabilir fakat kişinin maddî,
psikolojik ve mânevî durumu buna belli bir noktadan sonra izin vermeyebilir. Azîmetle
davranmaya tahammül edemeyince ruhsat kullanabilir. İslâm buna cevaz vermiştir.
Bu durumun en güzel örneği Ammar bin Yasir’in yaşadığı örnektir:
“Bir defâsında Peygamber efendimiz, Ammâr’ı ağlarken görür:
‘Ne oldu, niçin ağlıyorsun?’ diye sorduğunda Ammâr, zâlimlerin vücûdunu ateşle dağladıklarını
anlatır. Allah Resûlü, Ammâr’ın gözyaşlarını siler, onu teselli eder. Başka
bir gün mübarek elini Ammâr’ın ateşte dağlanan başına koyar ve şöyle buyurur:
Ey ateş!, İbrâhim’e serin ve selâmetli olduğun gibi Ammâr’a da serin ve selâmetli
ol.
Kureyş’in, Ammâr b. Yâsir’i rahat bırakacağı yoktur. Başını
suya sokup nefessiz bırakır ve bağırırlar: ‘Muhammed’i terk edinceye, Lat ve
Uzza’ya tapıncaya kadar bu durumdan kurtulamayacaksın’. Ammâr ölmek üzeredir.
Kızgın kumlar, demir zırhlar, açlık, susuzluk, dayak ve kırbaçlar, nihâyet
nefesini kesen kuyular nedeniyle artık tahammül edecek gücü kalmamıştır. Tam
boğulup öleceği sırada müşriklerin istediği sözler çıkar ağzından. Mekkeliler yakasını
bırakır, dağılıp giderler başından.
Şehrin sokaklarında kara bir haber yayılır; ‘Ammâr dinden
dönmüş, yeniden putperest olmuş’ diye. Allah Resûlü buna ihtimâl bile vermez; ‘Ammâr
tepeden-tırnağa îmanla doludur’ buyurur. Sevgili Efendimiz, Ammâr’ı
görünce çok duygulanır. Üstü-başı toz-toprak içinde, hıçkıra-hıçkıra ağlamaktadır.
‘O sözleri söylerken kâlbin nasıldı’ diye sorar Ammâr’a. Çilekeş müslüman, ‘yüreğim
îmanla doluydu Ya Resûlallah’ deyince, Muhammed aleyhisselam onu teselli eder: ‘Bir
daha sana böyle yaparlarsa kurtulmak için yine aynı sözleri söyle’. Ammâr’ın
hüznüne yer-gök ortak olur. Âlemlerin Rabbi âyetleriyle kuluna rahmet indirir,
teselli verir:
“Kim îmanından sonra
Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kâlbi îmanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı
altında zorlanan hâriç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir
gazab vardır ve büyük azab onlarındır”
(Nâhl 106).
Allah böyle durumlarda
ruhsat kullanmaya izin vermiştir. Bu noktada bir sorun yoktur. Ammar bin Yasir,
İslâm’ın samîmi mü’minlerinden biridir.
Tabi benzer bir durumla
karşılaşmasına rağmen azîmete göre davrananlar da olmuştur. Bunun örneği de Zeyd
b. Desinne’dir:
“Lihyân-oğulları,
İslâmiyet’i kendilerine öğretmeleri için Hz. Peygamber’den muâllim
istemişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s), Ashâb-ı Suffe’den yedi kişiyi
görevlendirdi. Ancak bu sahabîler, Reci Suyu’nun başına vardıklarında,
kendilerini dâvet eden Lihyân-oğulları tarafından ihânete uğradılar. Zeyd b.
Desinne ve arkadaşı Hubeyb hâriç, diğerleri hemen orada şehit edilmişti.
Lihyân-oğulları bu iki sahâbîyi esir edip Mekke’lilere sattılar. Mekkeli
müşrikler bu iki sahabîyi îdâm etmeye karar vermişlerdi. Son dakîkalarını
yaşadığını anlayan Zeyd, iki rekât namaz kılmak için kıyâma kalktı. Böylece o;
İslâm’da ilk defâ, îdâmdan önce namaz kılma âdetini ortaya koymuştur.
Orada toplanan seyircilerin huzûrunda Ebu
Süfyan, ona: ‘Doğru söyle ey Zeyd!; şimdi Muhammed’i bulup da senin yerine o’nu
öldürmemizi, senin de sağ-sâlim olarak âilene dönmeni istemez misin?’ deyince;
Zeyd; ‘vallâhi ben, âilem içinde sağ-salim oturup da Resûlullâh’ın, değil sizin
yanınızda, şimdi bulunduğu yerde bile ayağına bir diken batıp incinmesine râzı
olmam’ diye karşılık vermiştir. Bu sözleri duyan Ebu Süfyan: ‘Ben insanlar
içinde Muhammed’in ashâbının, Muhammed’i sevdiği kadar, hiç-bir kimsenin bir
başkasını sevdiğini görmedim’ diyerek hayâl kırıklığına uğradığını dile
getirmişti.
Bu konuşmalardan sonra
müşriklerin karârı iyice kesinleşti. Safvan bin Umeyye, âzatlı kölesi Nistas’a
işâret ederek, Hz. Zeyd’i öldürmesini istedi. Nistas mızrağını Hz. Zeyd’in
göğsüne saplayarak sırtından çıkardı. Böylece, Peygamber âşığı Hz. Zeyd,
cennetteki makâmına yükseldi”.
Kur’ân’da, açlık
durumlarında da ruhsata göre davranılabileceği ve yenmesi haram olan şeylerin,
belli ölçüde yenebileceği ruhsatı verilmiştir:
“O, size ancak ölüyü,
kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı haram
kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve sınırı aşmamak üzere
(yiyebilir). Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nâhl 115).
Kör, topal ve hasta olanlar,
isterse ruhsata göre davranıp ağır sorumluluklardan ve savaştan uzak
kalabilirler. Fakat Peygamberimiz, savaşa giderken âmâ olan Abdullah bin Ümmü
Mektum’u Medîne’de yerine 4-5 kere vekil bırakmıştır. Çünkü İslâm’a göre hem
“ıskarta adam” yoktur hem de şu dâr-ı Dünyâ’da azîmete göre yaşamak, âhirette
sonsuz nîmet diyârı olan cenneti kazanmak için daha iyi ve daha garantili bir
yoldur.
Maalesef günümüzde modernitenin
ve post-modernitenin bâriz ve azgın kuşatması, insanları ve müslümanları
gevşetmiş, gazlarını almış, sivri yerlerini törpülemiştir. Artık müslümanlar
âhiret-merkezli değil, Dünyâ-merkezli bir tasavvur, düşünme ve amel-eylem
şeklinde hayatlarını yaşamaktadırlar. İslâm’ı yeryüzünde hâkim kılma umdesi
artık gözden düşmüş, hattâ bu umde kişinin; aşırı, gerici, yobaz ve terörist
gibi yaftalanmasına sebep olmaktadır. İslâm kâlplere, vicdanlara, zihinlere ve
dört duvar arasına hapsedilmiştir. Îmanlar zayıflamış, kâlpler kararmıştır. Bu
nedenle artık azîmetle iş yapacak adam bulmak çok zor olduğu gibi, azîmetle iş
yapmaktan bahsetmek de karşılık bulmamakta ve hattâ bu çokları tarafından “aşırılık”
olarak görülmektedir. Modern müslümanlar ruhsata göre yaşamanın yoluna düşmüşlerdir.
Ruhsat bulmadıklarında güvendikleri birileri gerekli bir ruhsat
uyduruvermektedir. Tabi ruhsat kullanma İslâm’ın izin verdiği ölçüde haklarıdır
fakat aradıkları ruhsatı İslâm’da bulamadıklarında “moderniteye uygun yeni ruhsatlar”
da türetmişlerdir ve hızla türetmeye devâm etmektedirler.
“İslâm’ın Dünyâ’ya hâkimiyeti”,
“Allah’ın sözünün Dünyâ’ya hâkim olması” umdesi göz-ardı edilince ve bu artık “kötü”
görülmeye başlanınca müslümanlar da azîmete göre yaşamayı nefret edici bulmakta
ve azîmete göre değil de ruhsata göre yaşamak istemektedirler. Lâkin modern
hayat, İslâm’ın ruhsata göre yaşamasına da müsâit değildir ve ruhsata göre
yaşamaya da izin vermiyor ki!. Ruhsata göre yaşamak için bir alan yok. Zâten bu
nedenle “modern ruhsatlar” üretiyorlar ve bu yüzden ultra-modern ruhsatlar
ortaya çıkmaktadır. Bu ruhsatlar tabî ki de İslâm’a uygun olarak değil,
moderniteye uygun olarak çıkarılmaktadır. Zîrâ artık, Kur’ân da modern-merkezli
yorumlanmaktadır. Böyle olunca da moderniteye tam uygun yeni ruhsatları
çıkarmak zor olmamaktadır. Modern insanlar-müslümanlar, azîmete göre
yapmamak-yaşamamak için ellerinden geleni hattâ daha da fazlasını
yapmaktadırlar.
Akıntıya karşı kürek çekmek,
“İslâm’ı hayâta yeniden hâkim kılma yolu”nda yapılması olmazsa-olmaz bir
çabadır. Çünkü sırf “inandım” demekle olacak iş değildir bu (Ankebût 2).
Uydurma ruhsatlara göre; “lâilâheillallah” dedikten sonra cenneti
garantilediğini sananlar, azîmete göre iş yapmayı düşünemezler bile.
Şirkin, küfrün ve de doğal
olarak zulmün ayyuka çıktığı ve Dünyâ’yı ifsâd ettiği modern zamanlarda, “emr-i bil-mâruf nehy-i
ani’l-münker” yâni “iyiliği emr ve kötülüğü men etmeyi” hakkıyla yapacak
ve ruhsatı kabûl ettikten sonra azîmete göre yaşayacak mü’min bir toplum ortaya
çıkana kadar şeytan Dünyâ’da iktidârını azimle sürdürmeye devâm edecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder