“Aralarında Allah’ın
indirdiği ile de hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana
indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86;
A’raf 3).
1.400 yıldır İslâm târihinde
ortalık klâsik ve modern anlamda “hadis”, “rivâyet” ve “hurâfe” adı altında
uydurmalar ve “zırvalık” diyebileceğimiz sözlerden geçilmiyor ve genel halk
bunları “din” zannediyor ve bunlara sıkıca yapışıyor. Üstelik bu uydurmalar
insanları “gerçek din”den yâni Kur’ân’dan ve onun “hayat pratiği” olan
Sünnet’ten uzaklaştırıyor. Böylece “uydurulmuş bir din ve siyâset” ortaya
çıkıyor. Uydurulmuş dîne ve de siyâsete uyanların akılları ve kâlpleri blôke
oluyor ve Peygamber’in iç ve dış âlemini inşâ eden şeyin Kur’ân olduğu yalın
gerçeğini bile düşünemez hâle geliyorlar. Sünnilerin 1 milyon ve Şiilerin 1 milyon
olmak üzere toplamda yaklaşık 2 milyon hadis olduğundan söz ediliyor. Tüm bu
sözleri Peygamber’in söylemiş olması zâten akla ve mantığa terstir. Zîrâ
Peygamber hiç-bir şey yapmadan devamlı olarak konuşmuş olsa bile bu kadar çok
söz söyleyemez.
Tabi Peygamber hiç-bir söz
etmemiş de olamaz. Aksi-hâlde “klâsik târif” olan “ara kablosu” ve “postacı”
konumunda olurdu ve hattâ eğer Peygamber sâdece vahyi alıp iletmekle görevliyse
ve başka hiçbir şey yapmadıysa, o zaman vahyin iletilmesi için bir insana da
gerek yoktur.
Peygamberimiz tabî ki de,
aldığı vahiyleri insanlara duyurmaktan başka, âyetler hakkında soru soranlara
cevap vermiştir ve âyetler hakkında görüşlerini ve âyetlerden anladığı
söylemiştir. Bunlar da dinleyenler tarafından “hadis” diye aktarılmıştır. Fakat
bunların sayısı kanımca 500 ile en fazla 1.000 arasında olabilir. Zâten bizzat Peygamber’e
âit olan sözler hemen göze çarpar. O hâlde kayıtlara geçmiş olan tüm hadislerin
%100’ünün reddedilmesi doğru olmaz. Ama %99’u için “uydurma” denebilir.
Yine, 1.400 yıllık İslâm
târihini tümden kötü görerek inkâr etmek de doğru değildir. Aksi-hâlde “bir
sınır olmadığında hiç-bir sınır olmayacağı” için, eğer bir şeyi ölçüsüzce
reddetmeye başlarsanız, bu reddetme belli bir yerde durmaz ve hiç gelmemesi
gereken yerlere bile gelmeye başlar. Hadislerin tümünü reddedenlere
baktığımızda, âyetlerin tümünü de kabûl etmekte zorlandıklarını görmeye
başlıyoruz. Reddetme buraya kadar geliyor. Gelenekçiler âyetleri hadislere
boğdurarak inkâr ederken, târihselciler âyetlerin çoğunu târihe hapsederek
âyetleri inkâr ediyorlar. Modernistler de aşırı yoruma boğarak ve böylece
âyetleri başkalaştırarak inkâr ediyorlar. Siyâsiler ise vahye göre
hükmetmedikleri için âyetleri inkâr etmiş oluyorlar. Hadisleri yada 1.400
yıllık târihte yazılanları, söylenenleri ve yapılanları tümden reddetmek ve
değersizleştirmek, belli bir yerde durmayınca, iş Kur’ân’ın âyetlerini
değersizleştirmek ve daha da kötüsü bâzı âyetleri inkâr etmeye kadar varıyor.
Bu bağlamda “19’cular”ın Tevbe Sûresinin son 2 âyetini inkâr edip iptâl
etmeleri bâriz bir örnektir. Kısır akıllarıyla ortaya koydukları “programa
uymuyor” diye Kur’ân’ın âyetlerini Kur’ân’dan çıkarmaya cüret edebiliyorlar.
1.400 yıldır İslâm târihi boyunca
yazılan ve söylenen her-şeyi tümden inkâr ve iptâl etmek, şöyle bir sonuca da
getirir bizi.. Şimdi biz de bir şeyler yazıyoruz ve söylüyoruz ya; bizden
100-200 yıl sonra yaşayanlar da, -güyâ Kur’ân’ı merkeze aldıkları için- bizim
şu-anda Kur’ân-merkezli olarak yaptığımız çalışmaları inkâr edeceklerdir. Şimdi
de bizim söylediklerimiz 100 yıl sonra yaşayanlar için “hurâfe” olacaktır.
Hâlbuki biz Kur’ân’ı merkeze alan bir din anlayışından bahsediyoruz. Tümden
iptâl etmenin böyle bir sonucu olur. O
hâlde mümeyyiz bir akılla ayıklama yapmak ve işin hakkını verenleri ayırmak
gerekir. Tabi dîni yozlaştıranları, ifsâd edenleri ve halkı yanlış bir din
inancına sokanları da hem ağır bir şekilde eleştirip îtirâz etmeli, hem de
artık onların hâkimiyetini bitirecek şeyler yapmalıyız.
Ben şahsen sayıları 500 ile
1.000 arasında, gerçekten de Peygamberimiz’in ağzından çıkmış olan ve âyetler
hakkındaki görüşlerden ve sorulara verilen cevaplardan oluşan sözler söylemiş
olduğunu kabûl ediyorum. Bu hadisler “Kur’ân’a paralel bir din” ortaya koyan
sözler değildir, olamaz da. Fakat benim için bu sözlerden daha çok, “Peygamber’in
23 yıl boyunca İslâm adına yaptıkları” önemlidir. Zâten “yapmayacağınız şeyi
söylemeyin” âyeti uyarınca ve Peygamberimiz de yapmadığı bir şeyi
söylemeyeceğine göre, o hâlde Peygamberimiz’in ne söylediğinden çok ne yaptığı
önemlidir ki Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca vahiy-merkezli olarak, vahyin
kendisine yüklediği sorumluluğun bir sonucu olarak “vahyi hayâta aktarma” anlamında
yaptıkları önemlidir ve “Sünnet” de budur. Zâten Ahzâb Sûresi 21. âyetinde de: “Andolsun,
sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için
Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” denir. Bu âyet Kur’ân’da
bulunduğu için kıyâmete kadar geçerlidir. Bu âyete göre Peygamberimiz, vahyi
hayâta aktarmada ve yaşamada hattâ vahyi hayâta hâkim kılmada, “ulaşılamaz ve
aşılamaz” ideâl bir örneklik ortaya koymuştur. Biz bu örnekliğe bakarak kendi
zamânımızda vahiy-merkezli dîni hem kendi içimizde ve hem de hayatta hâkim
kılmalıyız. Hikmet denilen şey budur ve hikmet, “ilmi, doğru ve faydalı eyleme
yâni sâlih amele çevirebilmek” demektir.
Peygamberimiz kendisine inen
vahiylere göre iç-âlemini inşâ ettikten sonra dış-âlemde de bir pratiklik
ortaya koymuştur. Hayâtın her alanında vahiy-merkezli bir hayat hedefi
olmuştur. “Örneklik” zâten budur. “Güzel örneklik”, hayâtın her alanı için
geçerlidir. Peygamberimiz bu örneklikle, ideâl bir İslâmî hareket metodu, vahyi
hayâta aktarma kılavuzu ve “on numara mü’min olarak nasıl yaşanılır”ın
pratikliğini göstermiştir. İşte buna literatürde “Sünnet” deniliyor. Güzel
örneklik (usvetün hasenetün) “Sünnet”tir.
Bâtıl-merkezli bir hayatı
savunanlar, “güzel örneklik”i es geçerler ve vahyi de bâtıl ve modern-merkezli
olarak yorumlarlar. Zâten bunu yapabilmeleri için “güzel örnekliği” görmezden
gelmeleri gerekir. Ya aşırı yüceltmeyle yada görmezden gelmeyle Peygamber
örnekliği göz-ardı edilir ve bâtılın egemenliği sürdürülür. Peygamber
örnekliğini es geçenler Ahzâb Sûresi 21. âyetinden hiç bahsetmezler. Bu
örnekliği “sâdece Kur’ân okumak” zannediyorlar. Oysa örneklik hayat ile
ilgilidir. Hayâtın her alanıyla ilgili yaşanan şeylerdir örneklikler. Ahzâb 21.
âyet çok açıktır. Uydurma hadislere-rivâyetlere (haklı da olarak) olan karşılık
ve düşmanlık, Peygamber’i göz-ardı etmeye dönüşmemelidir. Çünkü bilgi ve
bilincimizin kaynağı tabî ki de Kur’ân’dır fakat Kur’ân sâdece “zihinlerin,
kâlplerin ve vicdanların kitabı” olmayıp hayâtın tam ortasında ve her alanında
da gözükmesi ve hattâ hâkim kılınması için bir pratikliği de emredilmiş ve gösterilmiş
olan bir Kitap’tır. İşte Peygamber bu pratikliği en ideâl bir şekilde ortaya
koymuştur ki “güzel örneklik” bu demektir. O hâlde bu âyet Kur’ân’da
bulunduğuna göre “amel ve eylemin örnekliği de bizim için kıyâmete kadar bâki
olacak” demektir. Zihinlerimiz ve kâlplerimiz Kur’ân ile inşâ olduktan sonra bu
örnekliği de hesâba katarak günümüzde biz de “güzel örnekliğe paralel” bir
örneklik ortaya koymalıyız. Zîrâ vahyin bir insan aracılığı ile gönderilmesinin
nedeni, onun hayatta pratiğe de dökülmesi içindir.
Gelenekçiler, târihselciler,
modernistler ve de siyâsiler, “dîni mânâya indirgemek” noktasında birleşmektedirler.
Sanki “din ayrı, dünyâ ayrı”dır ve “Kur’ân ve Sünnet, sâdece dinden bahseder ve
dünyâ-hayâtına karışmaz” gibi bir algı ortaya koyuyorlar. Tabi böyle olunca
dünyâ-hayâtına karışmak beşer olanlara yada ipleri ellerinde tutanlara kalıyor
ve hayat onların cehâletlerine, çıkarlarına ve arzularına göre belirleniyor. Bu
nedenle de, küresel ve yerel tâğutlardan korkan ve çekinen gelenekçiler,
târihselciler ve modernistlerden bu üçlü grup, dînin en önemli kavramları olan
tevhid, küfür ve şirki hayattan soyutlayarak “sâdece din”e yâni “sâdece mânâ”ya
indirgiyorlar. Meselâ “Allah’ın hükümlerinden başka bir hüküm koymak şirktir”
derken, bunu sâdece “dîn anlamında” ve “dîne has” olarak kullanıyorlar. Hâlbuki
Kur’ân, bunu hayâtın her alanı için söyler. Allah’ın hükümlerinden başka hüküm
koymak, sosyâl, kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyâsi her alanda şirk ve
küfürdür. Özellikle de siyâsî alanda Allah’ın hükümlerine aykırı hüküm koymak
şirktir, küfürdür ve dolayısı ile de zulümdür. Din, hayâtın her alanına; toplumsal,
sosyâl, ekonomik ve siyâsî alanına da karışır ve dînin hükümleri tüm zamanlar
ve mekânlar için geçerlidir.
Modern zamanlarda toplumun
tasavvurunu, düşüncelerini ve dolayısıyla amel ve eylemini şekillendiren sosyâl
teorisyenlerin ortaya koyduğu teorilerin, seküler teorisyenlerin ortaya attığı
ve siyâsiler tarafından uygulanan “Allah’sız ideolojiler”in ve siyâsîlerin
vahye tam aykırı olarak çıkardıkları kânunların, dîni, din-adamlarından çok
daha fazla yozlaştırıp ifsâd ettiğinden hiç bahsedilmiyor. Böyle olunca da
halk, moderniteden ve din-dışı ideolojilerden (lâiklik, demokrasi, kapitâlizm, liberâlizm
vs.) çok da bir rahatsızlık duymuyor. Yada bu konuları ve sorunları ilk sıraya
almıyor. Bu nedenle din-adamları (çok haklı olarak) suçlandıktan sonra,
küresel-seküler siyâset, siyâsiler ve onlara çanak tutan modern din-algıları ve
bu algıyı ortaya koyanlar da suçlanmalıdır. Zîrâ siyâsiler, bâtılın yasama ve
yürütmesini yapmaktadırlar ve bâtılın pratiğini uygulamaktadırlar.
Kur’ân; içki, kumar, zinâ, fâiz
ve adâletsizliği apaçık ve mutlak anlamda yasaklarken, siyâsiler ise, içkiyi
daha düne kadar kendileri üretiyordu. Şimdi ise denetimini yaparak ve vergisini
alarak bu “şeytan-işi pisliği” desteklemiş oluyorlar. Kumarı daha düne kadar
“milli” adı altında kendileri oynatırken, şimdi ise denetimini yapıp vergisini
alarak kumarı desteklemiş oluyorlar. Zinâyı da kendi denetimlerinde olduğu ve
vergisini aldıkları için desteklemiş oluyorlar. Fâizi ise kendileri
alıp-veriyor ve hattâ oranlarını belirliyorlar. Seküler sistem fâizi bir “Dünyâ
gerçeği” olarak kabûl etmiş durumdadır. Oysa Allah kat’i bir şekilde içkiyi,
kumarı, zinâyı ve fâizi yasaklayıp haram kılmıştır. Fâiz almayı “Allah ve
Peygamber’e savaş açmak” olarak ifâde etmiştir. Şimdi; siyâsilerin bu yaptığı
da “dîni yozlaştırmak ve tahrip etmek” olmuyor mu?. Bu da bir tahrif ve tahrip
değil midir?. Çünkü Allah’ın “haram” dediklerini “helâl” yaparlarken, “helâl”
dediklerini ise haramlaştırıyorlar. Siyâsiler bunları yapmakla yâni Allah’ın
hükümlerine karşı hüküm koymakla şirk koşmuş ve küfretmiş olmuyorlar mı ve
dolayısı ile de zulmetmiş olmuyorlar mı?. Çünkü bu yaptıkları, “kendilerini
ilahlaştırmak”tır. Parlamentolarda Allah’ın kânunlarına tam aykırı kânunları
yaptıkları için ve halk da bunları destekledikleri için şirke ve küfre düşmüş
olmuyorlar mı?. Gelenekçiler, târihselciler ve modernistler bunlara
kitaplarında hiç değinmiyor. Böyle olunca da bunların kitaplarını okuyanlar, konuşmalarını
dinleyenler, şirkin, küfrün ve dolayısı ile de zulmün, sâdece belli bir zaman
önce yaşayan insanlara has olduğunu düşünmeye başlıyorlar ve vuruyorlar
geleneğe. Sonuçta da seküler siyâset, siyâsiler ve bunlara çanak tutanlar
eleştirilmiyor. Oysa siyâsilerin yaptıkları da “atalara tapmak”tır, “dîni
tahrip etmek”tir, “şirki ve küfrü yaygınlaştırmak”tır. “İş-başına geçince
karada ve denizde fesat çıkarıp ekini ve nesli ifsâd edenler” sâdece belli bir
zaman önce yaşamış olan kâfir ve müşrikler değil, daha çok seküler ve dînî
teorisyenler, ipleri elinde tutan sermâyedarlar ve Allah’sız ideolojilere göre
eylemde bulunan siyâsilerdir. Gelenekçiler, târihselciler ve modernistler, “suç
ortakları” oldukları için kitaplarında-yazılarında bunlara hiç değinmezler.
Serdar Duman:
“Türkiye’de
İslâm adına konuşan, yazan, çizen entelektüel yada ilim-adamı vasfıyla bilinen
kimseler halkın kafasını karıştırmaya devâm ediyorlar. Bir kısmı geleneğin
zaaflarını görmezden gelerek dîni gelenek ile özdeşleştirirken, diğer bir kesim
de modernliğin zaaflarını görmezden gelerek modern bir din inşâsına
soyunuyorlar” der.
Târih, hayâtın hak-merkezli
mi yoksa bâtıl-merkezli mi yönetileceğinin mücâdelesinin târihidir.
Hak-merkezli yönetimde, idâreciler Allah’ın sözüne (vahiy) göre hareket
ederlerken, bâtıl-merkezli yönetimde ise, beşerin cehâletine, arzularına ve
çıkarlarına göre hareket edilir. Hak-merkezli yönetimde de bâtıl merkezli
yönetimde de her zaman bu iki yönetim-şeklinin taraftarları olmuştur. Bu İslâm
târihinde de böyledir. Sahabe ve ondan sonra gelen “hakka göre olsun” diyenler
hak-merkezliliği savunurlarken, Peygamberimiz’in vefâtından bir süre sonra
bâtıl-merkezliliği savunanlar da çıkmış ve yönetimi ele geçirmişlerdir. Bu
süreç bir bakıma belli oranda zorunlu olabilir. Zîrâ Dünyâ bir “imtihan
dünyâsı”dır ve imtihan bir mücâdeleyi gerektireceği için, hak-bâtıl çatışması
her dâim olacaktır. Biz bu yazıda kısaca, hak-merkezlilik yerine bâtıl-merkezliliği
savunan ve dîni mânâya indirgeyen din-adamları ve seküler siyâsilerden bahsedeceğiz..
1-Din-adamları
“Ey îman edenler!; gerçek
şu ki, bilginlerinden ve ruhbanlardan çoğu, insanların mallarını haksızlıkla
yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah
yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele” (Tevbe 34).
Her peygamber, gönderildiği
toplumlardaki siyâsilerden, zenginlerden ve din-adamlarından muhâlefetin her
türlüsüyle ağır bir muhâlefet görmüşlerdir. Zîrâ onları ağır bir şekilde
eleştiriyorlar ve onlara îtirâz ediyorlardı. Bu bağlamda meselâ Hz. Îsâ
din-adamlarına şöyle diyordu:
“Vay hâlinize ey din-bilginleri
ve Ferisiler, ikiyüzlüler!. Tek bir kişiyi dîninize döndürmek için denizleri,
kıtaları dolaşırsınız. Dîninize döneni de kendinizden iki kat cehennemlik
yaparsınız” (Matta 23: 13-14).
Peygamberimiz’in vefâtından
bugüne kadar, din ve Peygamber adına uydurulmuş geniş bir külliyat vardır.
Başta isrâiliyat olmak üzere, İslâm’a yeni katılanların, önceki dinlerinden ve
geleneklerinden getirdikleri, Arapların örf, âdet ve gelenekleri ve de şeytanın
da fısıldamalarıyla ortaya çıkarılan uydurmalar ve hurâfeler, dîni
bulanıklaştırmış, akla ve mantığa aykırı bir hâle getirmiş ve İslâm’ı
“dinlerden bir din” yapmıştır. Oysa İslâm, “Allah katındaki tek din”dir. Dinde
yapılan tahrifat ve tahribatlar, “Kur’ân’ı merkeze almama”nın bir sonucudur
tabî ki. Kur’ân-merkezli değil de, din-adamları merkezli bir din anlayışında
dînin temeli olan Kitap arkaya atılmış ve din-adamlarının yorumu ön-plâna
çıkarılmıştır. Böylece ortaya din-adamlarının yetersiz ve kısır akılları
ölçüsünde bir din çıkmıştır ki bu bâtıl dînin tüm zamanlar ve mekânlar için bir
karşılık bulması ve iyiliğe götürmesi imkânsızdır. Şu da var ki, din-adamları,
uydurmalara bağlı olan popülerliklerinin devamlılığını, tüm zamanlarda siyâsilerin
etkisiyle sağlayabilmiştir.
Dînin, klâsik ve modern
anlamda uydurma rivâyetler ve hurâfelerle dîni tekeline almış olanlar
tarafından ifsâd edildiği ve aslından uzaklaştırıldığı bilenler için çok
açıktır. Zîrâ bu kişiler yâni din-adamları denilen kesim, dinde yâni söz ve
amel bütünlüğünde Kur’â ve Sünnet-merkezli değildirler. Peygamber’e ve sahabeye
yeten vahiy, bunlara yetmemiş ve dîne, kısır akıllarına yada bencil
çıkarlarına, korkularına ve cehâletlerine uygun ilâveler yapmışlardır. Bu
ilâveler zamanla dinleşmiş ve hattâ Kur’ân ve Sünnet’in bile önüne geçebilmiştir.
Kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden
üstün görmüşler ve demişlerdir ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan
âyetler neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız ve bilgimiz
vahiyden üstündür” demeye getirmişlerdir. Sâdece âyetlerin de değil, hadislerin
de mensuh kabûl edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “gerçekten sen,
pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için
yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de
üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil
ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını
söylüyorlar. El-Kerhî aynen şöyle der: “Mezhep
imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil
edilir yâhut mensuh kabûl edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). Allah ise bu zihniyete
karşı tüm zamanlar ve mekânlar için şu âyetini göndermiştir:
“Yoksa onların bir-takım ortakları mı var
ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir
şeriat kıldılar)?. Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm
(karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûra 21).
Şu da var ki, dînin
uydurmalara ve rivâyetlere boğulmasının nedeni olarak sâdece “gelenekçi
din-adamları”nı suçlamak eksik kalır. “Modern din-adamları” da dînin ifsâdında
önemli bir paya sâhiptirler ve hattâ günümüzde ağırlıklı olarak modern
din-adamları dîni ifsâd etmektedir. Tamam, tabî ki dîni “babalarının malı” zanneden din-adamları din hakkında
atıp-tutmuş ve istedikleri gibi hurâfeler ortaya atarak ve rivâyetler üreterek
yada kullanarak dîni Kitap-merkezli olmaktan çıkarmışlardır. Böylece din,
insanı ve Dünyâ’yı aydınlatacak etkiden uzaklaşmıştır. Fakat suç sâdece
din-adamlarında da değildir. Hattâ suçun büyüğü din-adamlarından daha çok,
siyâseti elinde tutanlarda ve bunlara çanak tutan yandaşlardadır. Bu yandaşlar
içinde gelenekçiler de vardır, târihselciler de vardır, modernistler de vardır.
Dîni ifsâd eden iki kesimden din-adamları, hem klâsik anlamda (gelenekçiler)
hem de modern anlamda (târihselci-modernist) din-adamlarıdır.
Din-adamlarının ortaya
koyduğu “uydurulan dîn”in iptâl edilmesi, bilinçli bir İslâm toplumun
yönlendirmesi ve siyâsilerin de bunu istemesiyle olacaktır. Klâsik ve modern
anlamda “uydurulmuş din”den kurtulmak için siyâsilerin de vahiy-merkezli olması
şarttır. Aksi-hâlde insanlar bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân ile yeniden
bilgilendirilip bilinçlendirilene kadar hurâfeler “din” zannedilmeye devâm
edilecektir.
“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
Târihselcilik, “Kur’ân’ın
bir bölümüne (Mekke) inanıp bir bölümünü (Medîne) ise târihte bırakmak”
demektir ki aslında bu, Kur’ân’daki çoğu âyeti “tınlamamak” anlamına gelir.
Zâten târihselciler çoğunlukla Medenî âyetlerden oluşan bu âyetlere “ölü
âyetler” demektedirler.
Târihselcilik, “Kur’ân’ın
belli bir târihî dönemde indiği, o târihe hitâp ettiği, indiği zamâna uygun bir
metin olduğu, bu nedenle de bu metnin yâni Kur’ân âyetlerinin tamâmının tüm
zamanlar ve mekânlar için geçerli olamayacağı, Kur’ân’da sâdece ahlâkî yada
Mekkî sûreler ve âyetlerin “evrensel” olabileceği, diğer âyetlerin -ki
özellikle Medenî sûre ve âyetlerin- ise hükmünün nesh edildiğini ve indiği
târihle ve Mekke ve çevresindeki Arapları kapsadığı, bu yüzden de 1.400 yıl
önceki hükümlerin çağımızda bir uygulama alanı olmadığından ve bulmayacağından dolayı
artık nesh olduğu ve geçersizleşerek hükmünü yitirdiğini” düşünmek ve
söylemektir. Buna göre Kur’ân’ın hükümleri ve emirleri, indiği târihte okunup
anlaşılacak ve sâdece mânâsı (lafzı değil) çağa uygun olarak yeniden yoruma
tâbi tutulup günümüze taşınabilecektir.
Bu düşünce modern bir
düşüncedir. Zâten modernitenin ağır baskısı ve kuşatması altında savunmacı
(apolejetik) bir düşünce olarak gelişmiştir. Bu görüşü savunanlar, batı’dan ve
moderniteden, müslüman oldukları için neredeyse özür dileyecekler ve -hâşâ-
Allah’ı böyle bir metin indirerek “başımızı belâya soktuğu” ve “batı karşısında
ezik duruma soktuğu için” kınayacaklardır.
Bu süreç, hristiyan
batı’nın, dinden kopması ve protestanlaşması, lâikleşmesi, demokratikleşmesi ve
nihâyet de kapitâlist-liberâl-beşerî politikaları dinleştirerek, dîni kâlplere
ve vicdanlara hapsetmesi sürecidir. Batı’nın peşinden adım-adım gidiliyor ve
modern müslümanlar da buna çanak tutuyor:
“Sana indirilene ve
senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar,
tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle
emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
Kur’ân, bir boşluğa
inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl
bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan
ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız
ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların
içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı
Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta
hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel
örneklik” denmiştir:
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
İşte bu örneklik
ıskalandığında hak-merkezli değil, bâtıl-merkezli bir din ve siyâset açığa
çıkacaktır.
Kur’ân’ı modern-merkezli
okumak, Kur’ân’ın “modernizme uygun” anlaşılmasına ve modernizme göre
yorumlanmasına neden olur. Böyle olunca da bir-çok âyet için ya “nesh
edilmiştir” denilir yada “o âyetin anlamı o değil” diyerek mevcut
modern-seküler sisteme uygun yorumlar yapılır ve anlamlar verilir. Tabî ki bu,
aşırı zorlayarak yapılan yorumlamalardır. Gerek klâsik dönemde gerekse de
modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh edildiği için,
yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını söylemişlerdir. Böylece seküler siyâsete
alan açmışlardır.
2-Siyâsiler
“O, iş-başına geçti mi
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar.
Allah ise, bozgunculuğu sevmez”
(Bakara 205).
Siyâsilerin desteği ve izni
olmasa, din-adamları istedikleri gibi at oynatamazlardı. Bu durum günümüzde de
böyledir. Klâsik din-adamları dîni “babalarının malı” zannedip vahiy yerine,
Arap örf-adetlerini, isrâiliyatı, şeyhlerinin kısır ve delilsiz fikirlerini vs.
“din” diye anlatıyorlar. Halkın geneli için bu masallar daha kolay anlaşıldığı
ve din diye anlatılan bu şeyler genel halkın kafa ve beden konforlarını çok da
zorlamadığı için halkın teveccühünü çekiyor ve yoğun destek buluyor. Böylece
halk, %98-99’u zırvalıklardan oluşmuş olan uydurmaları din zannediyor. Fakat
dediğim gibi, bu durum aslında siyâsilerin de hoşuna gidiyor. Çünkü uydurma
din, aklı kullanmayı, düşünmeyi ve ferâset kazanmayı blôke edip engellediği
için, sonuçta halk, bir yanlışa karşı bir eleştiri, îtirâz ve hattâ isyanda
bulunmuyor. Böylece siyâsiler de istedikleri hareket alanını fazlasıyla
buluyorlar. Siyâsilerin özellikle diyâneti ve bâzı hurâfeci vâiz ve
din-adamlarını desteklemesinin başka bir sebebi yoktur. Tüm zamanlarda
siyâsiler “klâsik ve modern hurâfeciler”i desteklemiştir ve bu durum günümüzde
de aynen devâm etmektedir.
O hâlde “klâsik din-adamları”nı
suçladıktan sonra, hem resmî kurum olan diyânet, hem de akademisyenler de dînin
yozlaştırılıp başkalaştırılması konusunda suçlanmalıdır. Çünkü dînin
yozlaştırılması ve hurâfelere boğulması sâdece klâsik anlamda değil, modern
anlamda da oluyor. Meselâ târihselciler vahyi târihselleştirerek
etkisizleştiriyor. Örneğin şöyle diyorlar: “Kur’ân’ın çoğu âyetleri ‘ed-din’
değildir. Târihte kalmıştır ve günümüzde bir etkisi ve uygulanabilirliği
olamaz. O âyetler sâdece teberrüken okunur”. Yine modernistler de, dini;
modern-bilime, modern târihe, modern seküler siyâsete yâni modern dünyâya
uydurmak için olmadık yorumlarla vahyi yorumlayıp tam da moderniteye uygun hâle
getirmeye çalışıyorlar. Tabi bunu yapmak için çok aşırı yorumlar yaparak vahyi
orijinâl anlamından kaydırmaları gerekiyor. İlginçtir ki siyâsiler bunları da
destekliyorlar. Çünkü işlerine yarayan “modern hurâfeler”e uygun yorumlar
yapılıyor. Seküler din-dışı siyâset tüm zamanlarda dîni kullanmıştır yada
kullanmak istemiştir.
Toplumun tasavvurunu,
düşüncelerini ve dolayısıyla amel ve eylemini şekillendiren teorisyenlerin
ortaya koyduğu teorilerin; seküler teorisyenlerin ortaya attığı ve siyâsiler
tarafından uygulanan “Allah’sız ideolojiler”in ve siyâsîlerin vahye tam aykırı
olarak çıkardıkları kânunların, dîni, din-adamlarından çok daha fazla
yozlaştırıp ifsâd ettiğinden hiç bahsedilmiyor. Böyle olunca da halk,
moderniteden ve din-dışı ideolojilerden (lâiklik, demokrasi,
kapitâlizm-liberâlizm vs.) çok da bir rahatsızlık duymuyor. Yada bu konuları ve
sorunları ilk sıraya almıyor. Bu nedenle din-adamları (çok haklı olarak)
suçlandıktan sonra, küresel-seküler siyâset, siyâsiler ve onlara çanak tutan
modern din-algıları ve bu algıyı ortaya koyanlar da suçlanmalıdır.
Dünyâ’da son 200-300 yıldır
Allah-merkezli düşünme ve edip-eyleme terk edilerek, beşer yâni akıl-merkezli
bir düşünce-ideoloji ortaya çıkmış, bu düşünceye göre hareket edilmeye
başlanmıştır. Bu durum, dîni istismâr edenler tarafından zulme uğratılmış
olanlar için bir kurtuluş yolu olarak görüldüğünden, bu düşünce benimsenmiş ve
yayılmıştır. Bir düşünce ilk ortaya çıktığında, Allah-merkezli olmadığından
bozuk bir temele sâhip olsa da, insanlar mevcut durumu hemen bir-önceki duruma
göre kıyasladıkları için, yeni durumu çok çabuk benimserler ve ona sımsıkı
sarılırlar. Oysa o durum Allah-merkezli örnek toplumlar ve zamanlara göre çok
da iyi değildir. İşte modernizm, hümanizm, rönesans, aydınlanma, bilim, akıl
vs. gibi kavramlarla ifâde edilen yeni sistem, zamanla güçlenerek (bu
güçlenmenin nedeni aslında hırsızlığa ve zulme dayanır) tüm Dünyâ’ya yayılmaya
başlamış ve insanların genelinin desteğini
almıştır. Bunun yapılabilmesi için insanların fıtratlarına işlemiş olan
dînin vicdanlara gömülmesi ve oraya hapsedilmesi şart olmuştur. Daha önceki kötü
durumun sebebinin din olduğu söylenmiştir. Bu durum gerçekten de batı
toplumları için geçerlidir ama İslâm toplumu için böyle bir durum bir-kaç
istisnâ hâriç geçerli değildir. Böylece dînin yerini ilâhi olanı göz-ardı eden
ve yadsıyan akıl almış, hayat “akla göre” daha doğrusu “nefse göre”
düzenlenmeye başlamıştır. Tabi buna “düzen” denilebilirse. Aslında bu durum,
insanın, kendini Allah’ın da -hâşâ- üstüne çıkarması anlamına gelir.
Modern
müslümanlar, batı’lı filozofların zokasını yutmuşlardır. Aynen onların önerdiği
düşünce ve amel-eylem sürecini izlemektedirler. Ahmet Hakan Çakıcı bu konuda
şunları söyler:
“Aydınlanmanın en önemli temsilcileri; Descartes, İmmanuel
Kant, John Locke, Jean Jacques Rousseau, Charles Montesquieu, François Marie
Arouet de Voltaire, Denis Diderot, Jean Le Rond D'alembert ve David Hume’dur. Başlangıçta,
Tanrıyı değil Tanrı adına konuşanları sorguluyor, kilisenin Tanrının öğretisini
tahrip ettiğini, ‘uydurulmuş dîn’e değil, ‘indirilmiş Îsâ’ya’ inandıklarını
söylüyorlardı. Mûcizelere karşı çıkıyor, Tanrının akıl ve bilim çerçevesinde
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Ancak; bilimin yasalarına mahkum olmuş, mûcize yapamayan,
ateşin içine düşeni kurtaramayan, denizleri yaramayan, kötüleri cezâlandıramayan,
iyileri ödüllendiremeyen yâni fakirlerin ve güçsüzlerin umut olup onların
intikamlarını alamayan bir Tanrı kimsenin işine yaramazdı. Ve bu hareket kısa
sürede Tanrı tanımaz (ateist) ve materyâlist bir çizgiye evrildi. Dönemin
sembol sloganını İmmanuel Kant (1724-1804) dile getirdi: ‘Sapare Aude’ (Kendi
Aklını kullanmaya cesâret et!, yada aklını kimseye emânet etme!).
Ortega Y
Gasset şöyle der: ‘Bundan önceki çağda kalabalıklar, papazların, üstadların,
asillerin etrâfında toplanmışlardı. İyiyi, kötüyü, yapılması yada yapılmaması
gerekeni onlar söylüyorlardı. Sonra birileri o kalabalıklara; ‘neden onları
dinliyorsunuz?. Sizin de aklınız var; pekalâ düşünebilir, iyiyi-kötüyü ayırt
edebilir, siz de seçebilirsiniz’ dediler. Bu, kalabalıkların çok hoşuna gitti.
Koşarak ‘merkeze’ geldiler. Seçmek istiyorlardı. Sorun şuydu: İlimleri yada
yeterli tecrübeleri olmayanların fikirleri de olmuyordu. Neyi, nasıl
seçeceklerdi?. ‘Endişe etmenize gerek yok’ dediler. ‘Her sabah ihtiyâcınız olan
fikirleri Tv’lerden ve gazetelerden vereceğiz. Fikirsiz kalmayacaksınız’.
Böylece kalabalık, her sabah kafasında bir sürü fikirle uyandı. Ancak bunların
kendi fikirleri olmadığını da fark edemedi. Kafasının içinde âniden bulduğu
fikirleri, diğerlerine duyurmak için heyecanla evden çıktı. Kimse, ‘herkesin
aynı şeyleri bulmasından’ da şüphelenmiyordu. Çünkü kimsenin diğerini
dinleyecek kadar vakti yoktu. Kazâ ile dinlese de bunu, ‘fikrinin doğruluğuna’
delil sayıyordu. Kitlelere ‘siz de düşünebilir ve seçim yapabilirsiniz’ demek,
gerçekten seçim yapma bilgisine ve tecrübesine sahip olanları susturmak
içindi”.
İnsan târih boyunca, her
dâim “2 S”, “2 Ş”den ve “
Allah-merkezli olmayan
siyâseti desteklemek şirktir. Allah’tan başkalarının kânunlarına uymak şirktir
ve O’nun kânunlarından başka kânunlara uyanlar, kânunlarına uyduklarını
ilahlaştırmış olurlar. “Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun
dînindensiniz” demektir. Türkiye’de “Allah’ın kânunlarına” göre hareket etmek
kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına
göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’nin “ilahı” yada “rabbi”
kimdir?.
En iyi kânun, kânun
koyucunun o kânundan yararlanmadığı kânundur. Allah’tan başka kânun koyucular
yâni müşrikler, kim olursa-olsun mutlaka o kânunları kendi çıkarına istismâr
ederler.
“Kur’ân hakkıyla okumak”
demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir.
Ey Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirmeyi hayâl edenler!.. Bilin ki, yaşadığınız
ülkenin/Dünyâ’nın kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç işlemeden” o
değişimi gerçekleştiremezsiniz. Bu değişim, Allah’tan başkalarının koydukları
kânunları reddetmekle başlar:
“Allah'tan başka bir
hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir.
Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak
indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).
Allah’tan başkalarının
belirlediği siyâsete göre düzenlenen bir sistem şirk sistemidir. Allah ise
şirki aslâ bağışlamaz:
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları
bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim
Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).
Bâtılın yolunda gidenler
iş-başına geçtiklerinde:
“O, iş-başına geçti mi
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar.
Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara
205).
Hak yolunda gidenler iş-başına geçtiklerinde ise :
“Onlar ki, yeryüzünde
kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar,
zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin
sonu Allah’a âittir” (Hacc 41).
Şu âyetler, ilk başta
“müslümanım” diyen herkese ve ondan sonra da hem gelenekçi-târihselci-modernist
din-adamlarına, hem de tüm zamanlardaki seküler siyâsetçilere bir uyarıdır.
Zîrâ dîni ifsâd etmede ve modern-bâtıl din-dışı sisteme uymada hepsi de
birleşmektedirler:
“Bir ülkeyi helâk etmek
istediğimiz zaman, onun varlık ve güç-sâhibi önde gelenlerine emrederiz,
böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu
kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).
“Onların tümü-toplanıp
(kıyâmette) Allah’ın huzûruna çıktılar da zayıflar (müstaz’aflar) büyüklük
taslayanlara (müstekbirlere) dedi ki: Şüphesiz, biz size tâbi idik; şimdi siz,
bizden Allah’ın azâbından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?. Dediler ki:
Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik.
Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez, bizim için kaçacak bir yer yoktur” (İbrâhim 21).
“Öyle ki (o gün)
kendilerine tâbi olunanlar, kendilerine tâbi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır.
(Artık) Onlar azâbı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar (ve ilişkiler) de
parçalanıp-kopmuştur. (O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: Eğer bize bir
kere (daha Dünyâ’ya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden
uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüz-üstü bırakır)dık.
Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle (pişmanlıkla)
gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler” (Bakara 166-167).
“Kimine hidâyet verdi,
kimi de sapıklığı hak etti. Çünkü bunlar, Allah’ı bırakıp şeytanları veli
edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar” (A’raf 30).
“Ve dediler ki: Rabbimiz,
gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi
yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azabtan iki katını ver ve büyük bir
lânet ile lânet et” (Ahzâb 67-68).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder