1 Haziran 2019 Cumartesi

Cenneti Dünyâ’da Yaşamak




“Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: ‘Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidâyet vermeseydi doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler’. Onlara: ‘İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mîrasçı kılındığınız cennettir’ diye seslenilecek” (A’raf 43).

Kâinât muhteşem bir düzene ve âhenge sâhiptir. Öyle ki; en küçük asteroitlerden galaksi kümelerine kadar tüm evren materyâli, tam da Allah’ın kendilerine çizdiği yola göre hareket eder ve hiç şaşmadan bu hareketi devâm ettirir. Bu nedenle de kâinatta bir bozukluk, düzensizlik, uygunsuzluk, yamukluk, çarpıklık vs. görülmez. Allah Kur’ân’da bunu şu şekilde söyler:

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk 3).

Tabî ki Allah’ın yarattığı varlıklar “bâki” değildir ve Termodinamiğin İkinci Yasası’nda da görüldüğü üzere, tüm yaratılmışların bir ömrü vardır. Bundan dolayı kâinatta materyâllerin ömürlerini doldurması ve dağılıp giderek yok olması mukadderdir. Varlığın kaderidir bu. Zîrâ varlık -hâşâ- Allah değildir. Allah olmadığı için de varlıkları bâki değildir. Bâki olmaması nedeniyle de bir “son”a doğru gitmekten kurtulamazlar.

Oysa cennet öyle mi?.. Cennet, Dünyâ’da Allah’ın emirlerine göre yaşayan mü’minlere verilecek olan “ebedî bir nîmet diyârı”dır ki, muazzam bir ödüldür bu. Cennetin nîmetleri “Dünyâ’dakine benzer” nîmetler olsa da, Dünyâ’daki gibi geçici ve sınırlı değildir. Üstelik cennet sâkinleri ebedî bir nîmet yurdundadırlar. Korkacakları bir şey yoktur. Zîrâ ebedî bir güvenlik, huzûr, sevinç, selâmet ve sonsuz nîmetlerin olduğu bir yerdedirler. Burada olumsuz hiç-bir şey yoktur. Nîmetleri bitmez ve tükenmez, tatları bozulmaz. Bu nîmetlere erişmek için çabalamak ve yoğun gayret göstermek gerekmez. Her yerde bir huzûr ve mutluluğun kokusu ve neşesi vardır.

Tabi bu sonsuz nîmete erişmenin bir bedeli de vardır ki bu bedel, “Dünyâ’da tam da Allah’ın emrettiği ve peygamberlerin gösterdiği örnek hayatlar gibi bir hayat yaşamak, bâtıla, şirke, küfre ve dolayısı ile zulme karşı çıkmak ve tevhidi Dünyâ’ya hâkim kılma yolunda olmak”tır. Çünkü Allah’ın yarattığı bir mekânda Allah’tan bağımsız bir varlık alanının olması ve bu alanda hakka-hakîkate aykırı yaşanması, yakın-uzak vâdede mutlakâ şirke, küfre ve de dolayısı ile zulme yol açacaktır. Bu da, başta insanları, sonra da diğer canlı varlıklar olan hayvan ve bitkiler olmak üzere nihâyet tüm varlığı doğal, normâl ve fıtrî yörüngesinden çıkaracak, Dünyâ, şeytanın ayartmasına uğrayan tâğutların ve onların taşeronlarının ifsâd alanı olacaktır. Sonuçta da tüm Dünyâ bir “fitne yurdu” olunca, şeytan insanları “cennete lâyık” olmak yerine, “cehenneme müstahak” olacak hâle getirecektir. Çünkü cehennem de ebedîdir ve Allah’a değil de, şeytana, tâğuta, nefse-çıkara göre yaşayanların ve de dolayısıyla şirke, küfre düşerek mutlakâ zulme yol açanların son durağı ebedî azap yurdu olan cehennemden başkası değildir.

Kâinâtta sâdece insanlar arasındaki düzenin tevhid-merkezli olmadığı görülür. Çünkü insanlarda bir nefs ve irâde vardır. İnsan her ne kadar Allah’ın dediği gibi yaşamaya, vahye uygun bir hayat sürmeye ve cennete meyyâl olarak yaratılmış olsa da, yaratılışın amacı olan imtihanın bir sonucu olarak, insanda bulunana nefs ve irâde, onun haktan sapıp bâtıla yuvarlanmasına yol açabilmektedir. Böylece ebedî cennet yerine sonsuz cehenneme müstahak olabilmektedir.

Böyle bir sonucun olmasının nedeni, insanların şeytana ve nefislerine uyarak îmandan mahrûm kalmaları ve bundan dolayı da gaybî bir konu olan âhiret, cennet ve cehennemi göz-ardı ederek, akıllarını ve nefislerini ilahlaştırmalarının sonucunda, “cenneti Dünyâ’da kurmak” istemeleridir. Âhiret ve gayba îmandan yoksun olanların yapabileceği tek şey, “Dünyâ’yı cennete çevirmek ve cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak düşüncesi”dir. Tabi söylediğimiz gibi, ihtiraslar sınırsız olsa da, Dünyâ sınırlıdır. O hâlde arzuladıkları “sözde cennet”, Dünyâ’nın sâdece bir bölümünde ve sınırlı bir şekilde kurulabilecektir. Fakat cenneti Dünyâ’da kurmak ve bu sûni cennette nefisleri doğrultusunda diledikleri gibi yaşamak isteyenlerin bunu yapabilmeleri için, Dünyâ’nın yarısından fazlasını ifsâd ederek cehenneme çevirmeleri ve insanların da çoğunu bu cennetten mahrûm bırakmaları gerekecektir. Zîrâ böyle bir cennet kurmak, Dünyâ’nın büyük bir bölümünün sömürülmesine, sömürülen yerlerde yaşayanların da aç-susuz-çıplak ve mahrûmiyet içinde yaşamasına sebep olacaktır. O hâlde cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak isteyenler, Dünyâ’nın büyük bir bölümünü cehenneme çevirmek ve insanların büyük bölümünü de “Dünyâ cehennemi”nde yakmak zorunda kalacaklardır. Yâni cenneti Dünyâ’da kurmak için, birilerine “Dünyâ’yı dar etmek” şarttır. Zâten son 200 yıldır modernite ile birlikte görülen şey de budur.

Son 200 yıldır olan bir mahrûmiyet ve ifsâd târihin hiç-bir döneminde bu seviyede yaşanmamıştı. Tabi Dünyâ’nın doğal zorluklarından dolayı mahrûmiyetler ve zorluklar yaşanmıştı ve yine bâzı insanların-devletlerin sebep oldukları zulümler nedeniyle Dünyâ birilerine dar olmuştu ama târih boyunca, modernite ile birlikte başlayan böyle yüksek seviyedeki bir mahrûmiyet hiç-bir zaman olmamıştı. Çünkü bundan önce insanlar arasında cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak düşüncesi bu derece yaygınlaşmamıştı. Zîrâ “cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak” düşüncesi bâtıl ve sapık bir düşüncedir. Bu nedenle de mutlakâ “ucu açık zulümler” üretir.

Rönesans yâni “yeniden doğuş”, âhiretin yâni gerçek “yeniden doğuş”un inkârıdır. Bu nedenle de tâğutlar ve onlar tarafından aldatılanlar (mecbûren) cenneti bu Dünyâ’da kurmak isterler. Fakat sâdece kendileri için. “Diğerleri” için ise Dünyâ’da cehennemi kurmaktadırlar.

Seküler sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke ettiğinden dolayı, insanlığın çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması kaçınılmaz oluyor. Batı, Dünyâ’nın bir yarısında, diğer yarısını perişân ederek kendine bir cennet kurdu. Kurdukları bu sûni cennette kendilerinden geçmiş oldukları için aslâ o cennetten çıkmak istemiyorlar ve o cennetin yok olabileceği düşüncesinden dolayı bunalıma giriyorlar.

Oysa İslâm’da, “Dünyâ’yı cennete çevirmek” değil, “Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapmak” düşüncesi ve hedefi vardır. Cennetin aynısı değil de benzeri. Yâni güvenlik, barış, huzûr, mutluluk, adâlet ve eşitlik anlamında. Dâr’üs-selam” anlamında Çünkü mü’minler ebedî nîmet ve huzûr diyârının, -güyâ- “Dünyâ’da kurulacak cennet” değil, âhirette karşılaşılacak olan cennet olduğuna îman ederler ve zâten bu bilinçle yaşarlar. Böyle olunca da “Dünyâ’yı cennete çevirme cinneti”ne yakalanmazlar. Sonuçta da böyle bâtıl amaçların peşinde koşarken insanların büyük bölümünü çiğneyip geçme düşüncesine ve eylemine girmezler.

Modern insan, özellikle bilim ve teknolojiyi kullanarak Dünyâ’da cenneti yaratmayı başarabileceğini zannetmektedir. Bu uğurda bâtıldan-bâtıla, sapıklıktan-sapıklığa savrulmaktadırlar ki, zâten bu düşünce, bâtıl ve sapık bir hayat yaşamanın sonucunda oluşan bir düşünce ve arzudur.

Bireycilik, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasadan oluşan liberâlizm, insanı mutlakâ bu tarz sapık düşüncelere yöneltir. Bu bâtıl düşüncede olanlar, ölümsüzlüğü aramakta ve Dünyâ’yı cennete çevirmek istemektedirler. Çünkü buna mecburdurlar. Zîrâ âhiret bilinci ve inancı olmadığında, ölüm ve ölüm düşüncesi-korkusu bu bilinçten ve îmandan yoksun olanlar için ağır bir travma ve trajedidir. Oysa ölümün kesin olduğu bir Dünyâ’da böyle bir hırsa kapılmak ne kadar da saçmadır. Her nefis ölümü mutlakâ tadacaktır ve tatmaktadır da. Buna rağmen bir-çokları bâtılın açtığı yolda yürürler ve bir hayâl uğruna bâtılın salıncağında sallanıp dururlar. Bunun sebebi, âhiret bilinci ve inancına sâhip olmayanların, ölüm ile her-şeyin biteceği ve anlamsızlaşacağı inancından kaynaklanan bunalımıdır. Çünkü onların zannına göre ölü ile birlikte her-şey bitiyor ve hiç-bir umut kalmıyor. Bu nedenle de boşluğa ve bunalıma düşmekten kurtulamıyorlar. Buna dayanamadıkları için de “ölümü öldürmek” ve “ebedî yaşamı kurmak” düşüncesine ve hayâline kapılıyorlar. Hattâ bunu dinleştiriyorlar. Bilimin ve teknolojinin “çok yakında” hem ölümsüzlüğü sağlayacağını hem de Dünyâ’yı cennete çevirerek ebedî bir hazzın içinde sonsuza kadar yaşamayı umuyorlar. Bunu bir de ciddî-ciddî, din edindikleri bilim ve teknolojik değerlendirmelerle yapmıyorlar mı.. Acınası bir durum.

Bir inanç, îman, hedef, ideâl ve en sonunda da meleklerin selamlaması eşliğinde ebedî nîmet diyârı olan cennete girme düşüncesiyle açığa çıkan bilinç yâni “âhirete îman”, insanı boşluğa ve de bunalıma düşmekten, bu nedenle de sapıtarak olmayacak hayâllere kapılmaktan alıkoyacak tek gerçektir. Bu bilinçten ve inançtan mahrûm olan modern insan ne kadar da zavallıdır. Cenneti Dünyâ’da arıyor yada sanki cennetteymiş gibi davranıyor. Hz. Îsâ’nın diliyle “badanalanmış kabirler”e benziyor modern insan. Dışı parlak, içi ise çürümüş kemik yığını. O yüce amaçtan yoksunluk ve îmandan mahrûmiyet, insanı içten-içe kemiren ve eritip bitiren etkenlerdir. Bir dâvâsı olmalı insanın, yoksa boşluğa düşer. Boş insan ise kısa zamanda mutlakâ kafayı yer.

Cenneti bu Dünyâ'da kurmak ve yaşamak isteği insanları çıldırttı. Sorunsuz ve sıkıntısız bir yaşam isteği, “âhirete îman”ın zayıflığının bir işâretidir, çünkü Dünyâ “cennet” değildir ve bu nedenle de Dünyâ'da her zaman sorunlar olacaktır. İmtihan bilinci bunu söyler bize. Zâten biz bu sorunlarla boğuşmaya ve sorunları düzeltmeye geldik Dünyâ'ya. Allah bu sorunlarla boğuşmanın reçetesini göndermiş. Acaba insan şimdi bu sorunları es mi geçecek, yoksa bu sorunları çözmek için Allah'ın reçetesini mi kullanacak ve uygulayacak..

İnsan, Allah’ın emrettiği gibi yaşamayı bir türlü kabûl etmek istemiyor. Zîrâ vazgeçmek istemiyor, ıskalamak istemiyor Dünyâ’yı. Hazzı en zirvede ve sürekli-kesintisiz olarak yaşama isteği var ya.. İşte insanın ilk önce içini, sonra da dışını çürüten şey budur.

O hâlde, “uçlarda yaşamak isteği” insanı saptırıyor. Müslümanlar olarak biz vasat bir ümmetiz. Dünyâ’da vasat bir şekilde yaşayacağız, sınırsız arzuların cenderesine kaptırmayacağız kendimizi, cennete îman ediyoruz çünkü. Zâten îman insanı bu şekilde yolda tutar, yoksa yoldan sapmak kaçınılmazdır. Hem Kur’ân bize inkâr edenler üzerinden diyor ki, “tüm zevklerinizi Dünyâ’da tüketmeyin”:

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

Niceleri var ki, uçuruma düşerken bile doğru yolda olduğunu sanıyor. Çoğu insan Dünyâ’yı tercih ediyor. Dünyâ’ya tutkun ve meftûn olmak insanın hem içini hem de dışını karartıyor. Modern insan, kararmış yüzünde azâbın izleri bâriz bir şekilde ortaya çıkmış olmasına rağmen yine de doğru yolda olduğunu sanıyor:

“Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidâyette olduklarını sanırlar” (Zuhrûf 37).

“De ki, davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

Mü’mini cennetten aşağısı kesmez. Kâfir ise -güyâ- Dünyâ ile tatmin olan bir bahtsızdır. Zîrâ cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak bâtıl düşüncesi ve boş hevesine kapılmıştır. Âhiretteki cennetten vazgeçmeden “cenneti Dünyâ’da kurma cinneti”ne kapılmak mümkün değildir.

Dünyâ, cenneti kazanma yeridir. Bu nedenle mü’minler Dünyâ’dan cennete bir köprü kurmakla vazîfelidirler. Bu, “Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi yapmak”la olur. Böylece o köprüden cennete kolayca geçilebilecektir.

Âhirette “cennete kadar” sıçrayabilmek için, Dünyâ’da “1.400 yıl öncesine kadar” gerilmek gerekir. Örnek çağ olan Asr-ı saadet bir cennet-yaşamı değil, tevhid-merkezli bir mücâdele çağıdır. Cennet, işte bu mücâhedeyi ve mücâdeleyi kazananlara verilen bir ödüldür. Kur’ân’da, Allah’ın insandan râzı olacağı ve “insanı cennete götürecek” her-şey vardır. Kur’ân bir “cenneti kazanma kılavuzu”dur.

Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi olmaz. Maddî olan, “en ideâl” olandan “daha az ideâl”dir. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.

Biz cennetten kovulmadık, imtihanın bir gereği olarak uzaklaştırıldık. İşte hedefimiz ve görevimiz tekrar orayı hak etmek ve cenneti kazanmaktır:

“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın, ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21).

Biz Dünyâ’ya, “cennetteymiş gibi yaşamaya” değil, “cennette ebedî yaşamı kazanmak için” geldik. Bu dünyâ, müslüman için “imtihan dünyâsı”dır, “zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve sefâ sürmek cennete olacak inşaallah.

Dünyâ’da çoğu zaman insanın “gönlüne göre” olmaz, zîrâ Dünyâ “cennet” değildir. O hâlde bu dünyâda “cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur.

Cennet, bitki ve ağaçların bolluğundan dolayı dibi gözükmeyen yemyeşil bir bahçedir. İşte modern insan bu bahçeden (cennet) mahrumdur. Cennet için yaşamayan, cinnet içinde yaşar. Fakat cennet, “yol geçen hanı” değildir. Cennet, elini-kolunu sallaya-sallaya gidilecek bir yer değildir. Zîrâ cennete gayr-ı meşrû yoldan girilemez.

Cennete “ölünce” gidilir, ölmeden cennete gidilemez. İnsanlar (müslümanlar da dâhil) hem ölmek istemiyorlar hem de cennete gitmek istiyorlar. Allah yolunda olmadan ve Allah yolundayken ölmeden cennete girilemez. Ölümün olduğu yerde “cennet” olmaz, fakat cennete ölerek gidilir. Cennete götüren bu ölümün, “Allah yolunda olan bir ölüm” olması şarttır.

Cennete sâdece “müslüman” olanlar girecektir. Fakat bu müslümanlar, “yaşayışlarında müslüman olanlar”dır, nüfus kâğıtlarında “müslüman” yazanlar değil. Cennete; nüfus kâğıdında “müslüman” yazanlar değil, kâlbinde “müslüman” yazanlar ve ona göre amel işleyenler girecektir. Çok söylenegelen; “müslümanlardan başkası cennete girmeyecek” sözü kesin doğru bir sözdür. Fakat bu, “gerçek müslümanlık” için geçerlidir; “kimlik müslümanlığı” için değil. O hâlde bu sözün Muhammedî, Îsevî, Mûsevi olmakla alâkası yoktur.

Cennette para geçmez. O yüzden paranın peşinde hızla ve hırsla koşanların cennet için yaşayacak zamanları kalmayacağından dolayı cenneti görmeleri çok zorlaşacak yada imkânsızlaşacaktır.

Mars’ta su mu varmış?. Uzayda başka yaşanacak yer var mıymış?, vs. vs. Dünyâ’da fitne çıkaranlar ve Dünyâ’yı fesada uğratanlar, başka dünyâlar ve cennetler arıyorlar. Bulsalar kısa sürede orayı da kirletip cehenneme çevirecekler. Mü’minler ise, “Dünyâ’yı şirkten, küfürden ve de zulümden nasıl arındırıp “cennetin bir şûbesi yapabilirim”in derdinde olanlardır.

Dünyâ'yı “cennetin bir şûbesi” yapmak, “Dünyâda bir İslâm toplumu ve İslâm Devleti-Ülkesi-Medeniyeti kurmak”la olur. Dünyâ cenneti, İslâm Devleti'dir.

İmtihan dünyâsında değil de, sanki cennetteymiş gibi davranıyoruz. Kendimizi o kadar cennetlik sayıyoruz ki, cehennemden korkmuyoruz artık. Bu yüzden de sanki cenneti garantilemiş gibi “Dünyâ’ya göre” yaşıyoruz. Ôysa Dünyâ’dan kısmadan ve ferâgat etmeden cennet hak edilemez. Peygamberlerin içinde göbeğini kaşıya-kaşıya yaşayan bir peygamber örneği yoktur.

Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan bir mü’minin Dünyâ’da “kaybedeceği” bir şey yoktur fakat âhirette kazanacağı bir cennet vardır Allah’ın izniyle.

İnsan “yarı-mahrûmiyete uygun” yaratılmıştır. Refah onu hasta eder. Hele “sahte refah” (aslında refah içinde olunmadığı hâlde refah içindeymiş gibi yaşama) ise, “aptal hasta” eder. Dünya şu-anda bu durumdadır. İnsan, “özlem odaklı” yaratılmıştır. Bu özlem “cennet özlemi”dir. Dünyâ’da hiç-bir zaman kurulamayacak ve tatmin edemeyecek cennet. Âhirete has olan. Mahrûmiyet insanın fıtrî bir terapisidir. Refah, insanları hasta etti. “Yalancı refah” ise insanları perişân etti. İnsanlar mahrûmiyetten mahrûmdurlar.

Şeytan, zamânında Hz. Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin şeytanları da insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti. Fakat sonuçta modern kentler yaşanılamayacak birer cehenneme döndü.

Modernite, “ebedî âlem (cennet)” yerine “geçici âlem”in (Dünyâ) tercih edilmesidir. İnsanlar artık, Dünyâ’daki “uzun yaşam”ı, cennetteki “ebedî yaşam”a tercih ediyorlar.

Modern insan, “cennet için yarışın” (Hadîd 21) âyetini “yeryüzü cenneti için yarışın” şeklinde anlıyor. Modern yeryüzü cennetine yüz çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete ulaşamazlar.

Mü’minler Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Mü’minliğin özelliklerinden biri de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min ancak cennet ile tatmin bulur. Dünyâ’da cennetin bir şûbesini kurmak, bir İslâm toplumu-devleti-medeniyeti kurmaktır. İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan ilmel-yakîn de olsa haberi olmayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş durumdadırlar ve modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler.

Hiç kimse, cennetten daha iyi bir teklif sunamaz. Fakat insanlar cennete gitmeye korkuyorlar. Çünkü Allah yolunda olmaya ve ölmeye istekli değiller. Lâkin bu yolda olmak ve ölmek gerekiyor cenneti hak etmek için. Müslümanlığı seçmek, Dünyâ’dan ziyâde cenneti seçmek demektir.

Kadının erkeğe üstün olduğu bâriz şey “annelik”tir. Cennet “annelerin” ayakları altındadır. Bu nedenle anneleri râzı etmek cennete girmenin kısa-yoludur. Zâten Allah’ı râzı etmenin yollarından biri de, ana-babayı râzı etmektir.

Müslümanın “ebedî tâtil yeri” cennettir.

“Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama” isteği “cinnet” ile sonuçlanmaya mahkûmdur. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama isteği cinnet”tir vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder