“Biz onların göğüslerinde
kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: ‘Bizi buna
ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidâyet vermeseydi doğruya
ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler’. Onlara: ‘İşte
bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mîrasçı kılındığınız cennettir’ diye
seslenilecek” (A’raf 43).
Kâinât muhteşem bir düzene
ve âhenge sâhiptir. Öyle ki; en küçük asteroitlerden galaksi kümelerine kadar
tüm evren materyâli, tam da Allah’ın kendilerine çizdiği yola göre hareket eder
ve hiç şaşmadan bu hareketi devâm ettirir. Bu nedenle de kâinatta bir bozukluk,
düzensizlik, uygunsuzluk, yamukluk, çarpıklık vs. görülmez. Allah Kur’ân’da
bunu şu şekilde söyler:
“O, biri diğeriyle ‘tam
bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın
yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun?” (Mülk 3).
Tabî ki Allah’ın yarattığı varlıklar
“bâki” değildir ve Termodinamiğin İkinci Yasası’nda da görüldüğü üzere, tüm
yaratılmışların bir ömrü vardır. Bundan dolayı kâinatta materyâllerin
ömürlerini doldurması ve dağılıp giderek yok olması mukadderdir. Varlığın kaderidir
bu. Zîrâ varlık -hâşâ- Allah değildir. Allah olmadığı için de varlıkları bâki
değildir. Bâki olmaması nedeniyle de bir “son”a doğru gitmekten kurtulamazlar.
Oysa cennet öyle mi?..
Cennet, Dünyâ’da Allah’ın emirlerine göre yaşayan mü’minlere verilecek olan
“ebedî bir nîmet diyârı”dır ki, muazzam bir ödüldür bu. Cennetin nîmetleri
“Dünyâ’dakine benzer” nîmetler olsa da, Dünyâ’daki gibi geçici ve sınırlı
değildir. Üstelik cennet sâkinleri ebedî bir nîmet yurdundadırlar. Korkacakları
bir şey yoktur. Zîrâ ebedî bir güvenlik, huzûr, sevinç, selâmet ve sonsuz
nîmetlerin olduğu bir yerdedirler. Burada olumsuz hiç-bir şey yoktur. Nîmetleri
bitmez ve tükenmez, tatları bozulmaz. Bu nîmetlere erişmek için çabalamak ve
yoğun gayret göstermek gerekmez. Her yerde bir huzûr ve mutluluğun kokusu ve
neşesi vardır.
Tabi bu sonsuz nîmete
erişmenin bir bedeli de vardır ki bu bedel, “Dünyâ’da tam da Allah’ın emrettiği
ve peygamberlerin gösterdiği örnek hayatlar gibi bir hayat yaşamak, bâtıla,
şirke, küfre ve dolayısı ile zulme karşı çıkmak ve tevhidi Dünyâ’ya hâkim kılma
yolunda olmak”tır. Çünkü Allah’ın yarattığı bir mekânda Allah’tan bağımsız bir
varlık alanının olması ve bu alanda hakka-hakîkate aykırı yaşanması, yakın-uzak
vâdede mutlakâ şirke, küfre ve de dolayısı ile zulme yol açacaktır. Bu da,
başta insanları, sonra da diğer canlı varlıklar olan hayvan ve bitkiler olmak
üzere nihâyet tüm varlığı doğal, normâl ve fıtrî yörüngesinden çıkaracak, Dünyâ,
şeytanın ayartmasına uğrayan tâğutların ve onların taşeronlarının ifsâd alanı
olacaktır. Sonuçta da tüm Dünyâ bir “fitne yurdu” olunca, şeytan insanları “cennete
lâyık” olmak yerine, “cehenneme müstahak” olacak hâle getirecektir. Çünkü
cehennem de ebedîdir ve Allah’a değil de, şeytana, tâğuta, nefse-çıkara göre yaşayanların
ve de dolayısıyla şirke, küfre düşerek mutlakâ zulme yol açanların son durağı ebedî
azap yurdu olan cehennemden başkası değildir.
Kâinâtta sâdece insanlar
arasındaki düzenin tevhid-merkezli olmadığı görülür. Çünkü insanlarda bir nefs
ve irâde vardır. İnsan her ne kadar Allah’ın dediği gibi yaşamaya, vahye uygun
bir hayat sürmeye ve cennete meyyâl olarak yaratılmış olsa da, yaratılışın amacı
olan imtihanın bir sonucu olarak, insanda bulunana nefs ve irâde, onun haktan
sapıp bâtıla yuvarlanmasına yol açabilmektedir. Böylece ebedî cennet yerine
sonsuz cehenneme müstahak olabilmektedir.
Böyle bir sonucun olmasının
nedeni, insanların şeytana ve nefislerine uyarak îmandan mahrûm kalmaları ve
bundan dolayı da gaybî bir konu olan âhiret, cennet ve cehennemi göz-ardı
ederek, akıllarını ve nefislerini ilahlaştırmalarının sonucunda, “cenneti
Dünyâ’da kurmak” istemeleridir. Âhiret ve gayba îmandan yoksun olanların
yapabileceği tek şey, “Dünyâ’yı cennete çevirmek ve cenneti Dünyâ’da kurmak ve
yaşamak düşüncesi”dir. Tabi söylediğimiz gibi, ihtiraslar sınırsız olsa da,
Dünyâ sınırlıdır. O hâlde arzuladıkları “sözde cennet”, Dünyâ’nın sâdece bir
bölümünde ve sınırlı bir şekilde kurulabilecektir. Fakat cenneti Dünyâ’da
kurmak ve bu sûni cennette nefisleri doğrultusunda diledikleri gibi yaşamak isteyenlerin
bunu yapabilmeleri için, Dünyâ’nın yarısından fazlasını ifsâd ederek cehenneme
çevirmeleri ve insanların da çoğunu bu cennetten mahrûm bırakmaları
gerekecektir. Zîrâ böyle bir cennet kurmak, Dünyâ’nın büyük bir bölümünün
sömürülmesine, sömürülen yerlerde yaşayanların da aç-susuz-çıplak ve mahrûmiyet
içinde yaşamasına sebep olacaktır. O hâlde cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak
isteyenler, Dünyâ’nın büyük bir bölümünü cehenneme çevirmek ve insanların büyük
bölümünü de “Dünyâ cehennemi”nde yakmak zorunda kalacaklardır. Yâni cenneti
Dünyâ’da kurmak için, birilerine “Dünyâ’yı dar etmek” şarttır. Zâten son 200
yıldır modernite ile birlikte görülen şey de budur.
Son 200 yıldır olan bir
mahrûmiyet ve ifsâd târihin hiç-bir döneminde bu seviyede yaşanmamıştı. Tabi Dünyâ’nın
doğal zorluklarından dolayı mahrûmiyetler ve zorluklar yaşanmıştı ve yine bâzı
insanların-devletlerin sebep oldukları zulümler nedeniyle Dünyâ birilerine dar
olmuştu ama târih boyunca, modernite ile birlikte başlayan böyle yüksek
seviyedeki bir mahrûmiyet hiç-bir zaman olmamıştı. Çünkü bundan önce insanlar
arasında cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak düşüncesi bu derece
yaygınlaşmamıştı. Zîrâ “cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak” düşüncesi bâtıl ve
sapık bir düşüncedir. Bu nedenle de mutlakâ “ucu açık zulümler” üretir.
Rönesans yâni “yeniden
doğuş”, âhiretin yâni gerçek “yeniden doğuş”un inkârıdır. Bu nedenle de
tâğutlar ve onlar tarafından aldatılanlar (mecbûren) cenneti bu Dünyâ’da kurmak
isterler. Fakat sâdece kendileri için. “Diğerleri” için ise Dünyâ’da cehennemi
kurmaktadırlar.
Seküler sistem;
Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke
ettiğinden dolayı, insanlığın çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması
kaçınılmaz oluyor. Batı, Dünyâ’nın bir yarısında, diğer yarısını perişân ederek
kendine bir cennet kurdu. Kurdukları bu sûni cennette kendilerinden geçmiş
oldukları için aslâ o cennetten çıkmak istemiyorlar ve o cennetin yok
olabileceği düşüncesinden dolayı bunalıma giriyorlar.
Oysa İslâm’da, “Dünyâ’yı cennete
çevirmek” değil, “Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapmak”
düşüncesi ve hedefi vardır. Cennetin aynısı değil de benzeri. Yâni güvenlik,
barış, huzûr, mutluluk, adâlet ve eşitlik anlamında. Dâr’üs-selam” anlamında Çünkü
mü’minler ebedî nîmet ve huzûr diyârının, -güyâ- “Dünyâ’da kurulacak cennet”
değil, âhirette karşılaşılacak olan cennet olduğuna îman ederler ve zâten bu
bilinçle yaşarlar. Böyle olunca da “Dünyâ’yı cennete çevirme cinneti”ne
yakalanmazlar. Sonuçta da böyle bâtıl amaçların peşinde koşarken insanların
büyük bölümünü çiğneyip geçme düşüncesine ve eylemine girmezler.
Modern insan, özellikle
bilim ve teknolojiyi kullanarak Dünyâ’da cenneti yaratmayı başarabileceğini
zannetmektedir. Bu uğurda bâtıldan-bâtıla, sapıklıktan-sapıklığa savrulmaktadırlar
ki, zâten bu düşünce, bâtıl ve sapık bir hayat yaşamanın sonucunda oluşan bir
düşünce ve arzudur.
Bireycilik, insan hakları,
demokrasi ve serbest piyasadan oluşan liberâlizm, insanı mutlakâ bu tarz sapık
düşüncelere yöneltir. Bu bâtıl düşüncede olanlar, ölümsüzlüğü aramakta ve
Dünyâ’yı cennete çevirmek istemektedirler. Çünkü buna mecburdurlar. Zîrâ âhiret
bilinci ve inancı olmadığında, ölüm ve ölüm düşüncesi-korkusu bu bilinçten ve
îmandan yoksun olanlar için ağır bir travma ve trajedidir. Oysa ölümün kesin
olduğu bir Dünyâ’da böyle bir hırsa kapılmak ne kadar da saçmadır. Her nefis
ölümü mutlakâ tadacaktır ve tatmaktadır da. Buna rağmen bir-çokları bâtılın
açtığı yolda yürürler ve bir hayâl uğruna bâtılın salıncağında sallanıp
dururlar. Bunun sebebi, âhiret bilinci ve inancına sâhip olmayanların, ölüm ile
her-şeyin biteceği ve anlamsızlaşacağı inancından kaynaklanan bunalımıdır.
Çünkü onların zannına göre ölü ile birlikte her-şey bitiyor ve hiç-bir umut
kalmıyor. Bu nedenle de boşluğa ve bunalıma düşmekten kurtulamıyorlar. Buna
dayanamadıkları için de “ölümü öldürmek” ve “ebedî yaşamı kurmak” düşüncesine
ve hayâline kapılıyorlar. Hattâ bunu dinleştiriyorlar. Bilimin ve teknolojinin
“çok yakında” hem ölümsüzlüğü sağlayacağını hem de Dünyâ’yı cennete çevirerek
ebedî bir hazzın içinde sonsuza kadar yaşamayı umuyorlar. Bunu bir de
ciddî-ciddî, din edindikleri bilim ve teknolojik değerlendirmelerle yapmıyorlar
mı.. Acınası bir durum.
Bir inanç, îman, hedef,
ideâl ve en sonunda da meleklerin selamlaması eşliğinde ebedî nîmet diyârı olan
cennete girme düşüncesiyle açığa çıkan bilinç yâni “âhirete îman”, insanı boşluğa
ve de bunalıma düşmekten, bu nedenle de sapıtarak olmayacak hayâllere
kapılmaktan alıkoyacak tek gerçektir. Bu bilinçten ve inançtan mahrûm olan modern
insan ne kadar da zavallıdır. Cenneti Dünyâ’da arıyor yada sanki cennetteymiş
gibi davranıyor. Hz. Îsâ’nın diliyle “badanalanmış kabirler”e benziyor modern
insan. Dışı parlak, içi ise çürümüş kemik yığını. O yüce amaçtan yoksunluk ve
îmandan mahrûmiyet, insanı içten-içe kemiren ve eritip bitiren etkenlerdir. Bir
dâvâsı olmalı insanın, yoksa boşluğa düşer. Boş insan ise kısa zamanda mutlakâ kafayı
yer.
Cenneti bu Dünyâ'da kurmak
ve yaşamak isteği insanları çıldırttı. Sorunsuz ve sıkıntısız bir yaşam isteği,
“âhirete îman”ın zayıflığının bir işâretidir, çünkü Dünyâ “cennet” değildir ve
bu nedenle de Dünyâ'da her zaman sorunlar olacaktır. İmtihan bilinci bunu
söyler bize. Zâten biz bu sorunlarla boğuşmaya ve sorunları düzeltmeye geldik
Dünyâ'ya. Allah bu sorunlarla boğuşmanın reçetesini göndermiş. Acaba insan
şimdi bu sorunları es mi geçecek, yoksa bu sorunları çözmek için Allah'ın
reçetesini mi kullanacak ve uygulayacak..
İnsan, Allah’ın emrettiği
gibi yaşamayı bir türlü kabûl etmek istemiyor. Zîrâ vazgeçmek istemiyor,
ıskalamak istemiyor Dünyâ’yı. Hazzı en zirvede ve sürekli-kesintisiz olarak yaşama
isteği var ya.. İşte insanın ilk önce içini, sonra da dışını çürüten şey budur.
O hâlde, “uçlarda yaşamak
isteği” insanı saptırıyor. Müslümanlar olarak biz vasat bir ümmetiz. Dünyâ’da
vasat bir şekilde yaşayacağız, sınırsız arzuların cenderesine kaptırmayacağız
kendimizi, cennete îman ediyoruz çünkü. Zâten îman insanı bu şekilde yolda
tutar, yoksa yoldan sapmak kaçınılmazdır. Hem Kur’ân bize inkâr edenler
üzerinden diyor ki, “tüm zevklerinizi Dünyâ’da tüketmeyin”:
“İnkâr edenler ateşe
sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün
güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk
sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve
fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile
cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).
Niceleri var ki, uçuruma
düşerken bile doğru yolda olduğunu sanıyor. Çoğu insan Dünyâ’yı tercih ediyor.
Dünyâ’ya tutkun ve meftûn olmak insanın hem içini hem de dışını karartıyor.
Modern insan, kararmış yüzünde azâbın izleri bâriz bir şekilde ortaya çıkmış
olmasına rağmen yine de doğru yolda olduğunu sanıyor:
“Gerçekten bunlar (bu
şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten
hidâyette olduklarını sanırlar” (Zuhrûf
37).
“De ki, davranış (ameller)
bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların,
Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş
yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).
Mü’mini cennetten aşağısı
kesmez. Kâfir ise -güyâ- Dünyâ ile tatmin olan bir bahtsızdır. Zîrâ cenneti
Dünyâ’da kurmak ve yaşamak bâtıl düşüncesi ve boş hevesine kapılmıştır. Âhiretteki
cennetten vazgeçmeden “cenneti Dünyâ’da kurma cinneti”ne kapılmak mümkün
değildir.
Dünyâ, cenneti kazanma
yeridir. Bu nedenle mü’minler Dünyâ’dan cennete bir köprü kurmakla vazîfelidirler.
Bu, “Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi yapmak”la olur. Böylece o köprüden cennete kolayca
geçilebilecektir.
Âhirette “cennete kadar”
sıçrayabilmek için, Dünyâ’da “1.400 yıl öncesine kadar” gerilmek gerekir. Örnek
çağ olan Asr-ı saadet bir cennet-yaşamı değil, tevhid-merkezli bir mücâdele
çağıdır. Cennet, işte bu mücâhedeyi ve mücâdeleyi kazananlara verilen bir
ödüldür. Kur’ân’da, Allah’ın insandan râzı olacağı ve “insanı cennete
götürecek” her-şey vardır. Kur’ân bir “cenneti kazanma kılavuzu”dur.
Maddî
âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte,
düşünüldüğü gibi olmaz. Maddî olan, “en ideâl” olandan “daha az ideâl”dir.
Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve
düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.
Biz cennetten kovulmadık, imtihanın
bir gereği olarak uzaklaştırıldık. İşte hedefimiz ve görevimiz tekrar orayı hak
etmek ve cenneti kazanmaktır:
“Rabbinizden olan bir
mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın, ki (o cennet)
genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler
için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah
büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21).
Biz Dünyâ’ya, “cennetteymiş
gibi yaşamaya” değil, “cennette ebedî yaşamı kazanmak için” geldik. Bu dünyâ,
müslüman için “imtihan dünyâsı”dır, “zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve
sefâ sürmek cennete olacak inşaallah.
Dünyâ’da çoğu zaman insanın
“gönlüne göre” olmaz, zîrâ Dünyâ “cennet” değildir. O hâlde bu dünyâda
“cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur.
Cennet, bitki ve ağaçların
bolluğundan dolayı dibi gözükmeyen yemyeşil bir bahçedir. İşte modern insan bu
bahçeden (cennet) mahrumdur. Cennet için yaşamayan, cinnet içinde yaşar. Fakat
cennet, “yol geçen hanı” değildir. Cennet, elini-kolunu sallaya-sallaya
gidilecek bir yer değildir. Zîrâ cennete gayr-ı meşrû yoldan girilemez.
Cennete “ölünce” gidilir,
ölmeden cennete gidilemez. İnsanlar (müslümanlar da dâhil) hem ölmek
istemiyorlar hem de cennete gitmek istiyorlar. Allah yolunda olmadan ve Allah
yolundayken ölmeden cennete girilemez. Ölümün olduğu yerde “cennet” olmaz,
fakat cennete ölerek gidilir. Cennete götüren bu ölümün, “Allah yolunda olan
bir ölüm” olması şarttır.
Cennete
sâdece “müslüman” olanlar girecektir. Fakat bu müslümanlar, “yaşayışlarında müslüman
olanlar”dır, nüfus kâğıtlarında “müslüman” yazanlar değil. Cennete; nüfus
kâğıdında “müslüman” yazanlar değil, kâlbinde “müslüman” yazanlar ve ona göre
amel işleyenler girecektir. Çok söylenegelen; “müslümanlardan başkası cennete
girmeyecek” sözü kesin doğru bir sözdür. Fakat bu, “gerçek müslümanlık” için
geçerlidir; “kimlik müslümanlığı” için değil. O hâlde bu sözün Muhammedî,
Îsevî, Mûsevi olmakla alâkası yoktur.
Cennette para geçmez. O
yüzden paranın peşinde hızla ve hırsla koşanların cennet için yaşayacak
zamanları kalmayacağından dolayı cenneti görmeleri çok zorlaşacak yada
imkânsızlaşacaktır.
Mars’ta su mu varmış?.
Uzayda başka yaşanacak yer var mıymış?, vs. vs. Dünyâ’da fitne çıkaranlar ve
Dünyâ’yı fesada uğratanlar, başka dünyâlar ve cennetler arıyorlar. Bulsalar
kısa sürede orayı da kirletip cehenneme çevirecekler. Mü’minler ise, “Dünyâ’yı
şirkten, küfürden ve de zulümden nasıl arındırıp “cennetin bir şûbesi
yapabilirim”in derdinde olanlardır.
Dünyâ'yı “cennetin bir
şûbesi” yapmak, “Dünyâda bir İslâm toplumu ve İslâm Devleti-Ülkesi-Medeniyeti
kurmak”la olur. Dünyâ cenneti, İslâm Devleti'dir.
İmtihan dünyâsında değil de,
sanki cennetteymiş gibi davranıyoruz. Kendimizi
o kadar cennetlik sayıyoruz ki, cehennemden korkmuyoruz artık. Bu yüzden de
sanki cenneti garantilemiş gibi “Dünyâ’ya göre” yaşıyoruz. Ôysa Dünyâ’dan
kısmadan ve ferâgat etmeden cennet hak edilemez. Peygamberlerin içinde göbeğini
kaşıya-kaşıya yaşayan bir peygamber örneği yoktur.
Dünyâ’nın geçici bir imtihan
alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan bir mü’minin
Dünyâ’da “kaybedeceği” bir şey yoktur fakat âhirette kazanacağı bir cennet
vardır Allah’ın izniyle.
İnsan “yarı-mahrûmiyete
uygun” yaratılmıştır. Refah onu hasta eder. Hele “sahte refah” (aslında refah
içinde olunmadığı hâlde refah içindeymiş gibi yaşama) ise, “aptal hasta” eder.
Dünya şu-anda bu durumdadır. İnsan, “özlem odaklı” yaratılmıştır. Bu özlem
“cennet özlemi”dir. Dünyâ’da hiç-bir zaman kurulamayacak ve tatmin edemeyecek
cennet. Âhirete has olan. Mahrûmiyet insanın fıtrî bir terapisidir. Refah,
insanları hasta etti. “Yalancı refah” ise insanları perişân etti. İnsanlar
mahrûmiyetten mahrûmdurlar.
Şeytan, zamânında Hz.
Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin şeytanları da
insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti. Fakat sonuçta
modern kentler yaşanılamayacak birer cehenneme döndü.
Modernite, “ebedî âlem
(cennet)” yerine “geçici âlem”in (Dünyâ) tercih edilmesidir. İnsanlar artık,
Dünyâ’daki “uzun yaşam”ı, cennetteki “ebedî yaşam”a tercih ediyorlar.
Modern insan, “cennet
için yarışın” (Hadîd 21) âyetini “yeryüzü cenneti için yarışın” şeklinde
anlıyor. Modern yeryüzü cennetine yüz çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete
ulaşamazlar.
Mü’minler Dünyâ’da, “cenneti
anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Mü’minliğin özelliklerinden biri
de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min ancak cennet ile tatmin bulur. Dünyâ’da cennetin bir şûbesini kurmak, bir İslâm
toplumu-devleti-medeniyeti kurmaktır. İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan
ilmel-yakîn de olsa haberi olmayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş
durumdadırlar ve modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler.
Hiç kimse, cennetten daha
iyi bir teklif sunamaz. Fakat insanlar cennete gitmeye korkuyorlar. Çünkü Allah
yolunda olmaya ve ölmeye istekli değiller. Lâkin bu yolda olmak ve ölmek
gerekiyor cenneti hak etmek için. Müslümanlığı seçmek, Dünyâ’dan ziyâde cenneti
seçmek demektir.
Kadının erkeğe üstün olduğu
bâriz şey “annelik”tir. Cennet “annelerin” ayakları altındadır. Bu nedenle
anneleri râzı etmek cennete girmenin kısa-yoludur. Zâten Allah’ı râzı etmenin
yollarından biri de, ana-babayı râzı etmektir.
Müslümanın “ebedî tâtil yeri”
cennettir.
“Cenneti Dünyâ’da kurma ve
yaşama” isteği “cinnet” ile sonuçlanmaya mahkûmdur. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama
isteği cinnet”tir vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder