“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme
(imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100)
“De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka
kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar” (Neml 65).
“Îman edip sâlih
amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
“Îman etmek çok
büyük bir nîmettir ve kişiyi îmâna ulaştıracak olan şey akıl ve aklı kullanarak
yapıp-ettikleridir. Aklederek ulaşacağı sonuç ile sahih îmânın kapısına varır
insan. Aksi-takdirde körü-körüne bir îman söz-konusu olur. Yûnus 100. âyet,
akıl ile îmânı alâkalandırır ve îman etmeyenler, ya akıllarını kullanamazlar
yada akıllarını kullanmalarına rağmen, “Allah onları îmâna lâyık bulmadığı için”
îmân edememektedirler. O hâlde akıl ve akletmek, kişiyi ancak îmânın kapısına
kadar getirip bırakır ve artık o noktada kişi, îmânın kendisine mutlakâ
yükleyeceği bedeli kabûl ederek yada etmeyerek, îman eder yada etmez. Îmânın
bedelini ödemeyi göze alamayanlar, îmâna lâyık olmamış olurlar ve çok cins bir
akla sâhip olsalar bile îman edemezler:
“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti.
Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra
bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve
büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir
büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir dedi” (Müddesir 18-25).
Görüldüğü gibi
Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ın
diline aslında hayran olmasına rağmen kendisine yükleyeceği sorumluluk yükünden
olsa gerek, onun inkâr etti. Zîrâ anlıyor ki, Kur’ân’ı kabûl ettiğinde bir-çok
şeyden vazgeçmesi gerekecek.
Kur’ân
zihinlerden başka, kâlplere de hitâp eder. Kâlben bir türlü tatmin ol(a)mayanlar,
Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde boğulurlar. “Kâlpleri-yürekleri”
olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Aslında bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek
zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz kâlp, “akleden kâlp”tir:
“İçlerinden seni dinleyenler vardır;
fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar,
kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona
inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu,
eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).
Kur’ân’a akıl
erdirmelerine rağmen bir türlü îmân edemeyenler, Kur’ân’da bir çelişki ve
yetersizlik gördüklerinden değil, Kur’ân’ın istediği, fakat ancak îmanlı
kişilerin kabûl edebilecekleri İslâmî hayat-şekline râzı ol(a)mamalarından
dolayı îman etmiyorlar. İşte budur kişiyi îman etmekten alıkoyan. Yoksa sorun
“akıl erdirememek” değildir. Çünkü Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek
bir kitaptır. O hâlde akıl, kişiyi yalnızca îmânın kapısına kadar getirebilir.
Akılla îman edilmez, “yürek” ile îman edilir. Îman, akıl işi değil, yürek
işidir. İbni Haldun akıl konusunda şunları söyler:
“Aklın bir
sınırı vardır ve bu sınırı aşıp Allah’ı ve
sıfatlarını (bütün boyutlarıyla) idrâk etmeye
yönelmemesi gerekir. Çünkü akıl, Allah’tan
gelen varlık zerrelerinden sâdece bir zerredir.
Buradan, bu gibi meselelerde aklı nakilden üstün tutanların düştükleri yanlış,
anlayışlarının yetersizliği ve görüşlerinin çürüklüğü anlaşılmış olur. Evet,
böylece senin için bu meseledeki doğru açıklığa kavuşmuş oluyor. Dolayısıyla
(araştırılan) sebepler, idrâkimizin ve
varlığımızın sınırlarının dışına çıktığında, artık bilinip anlaşılmazlar ve
böylece akıl, vehimler çölünde yolunu kaybedip sapıtır ve biter. Öyleyse tevhid, sebeplerin ve onların etkilerinin
mâhiyetinin idrâk edilmesinden âciz kalmak ve bütün
bunları, onların yaratıcısına ve ilmiyle onları kuşatana havâle etmektir. Sıddıklardan
birinden nakledilen şu sözün anlamı da budur: İdrâk etmekten âciz olmak, idrâk etmektir”
Akıl ve aklı
kullanmak çok önemli olmasına rağmen, aklın da bir sınırı vardır ve akıl, daha
varlık âlemini bile kesin olarak idrâk edip de açıklayamaz. Abdulhamid ebu Süleyman:
“Evrende vâr olan şeyler arasındaki sonsuz ilişki, insan zihninin kavrayışının
ötesindedir” der. Ömer Hakan Yavaşoğlu ise şöyle der:
“Günümüzde mevcut kâinâtın henüz sâdece
%4’ünün tesbit edilebildiğine ve geri kalan %96’sının ise ne olduğu
bilinmediğine göre, bu görünmeyen/gaybın aslında belki de hakîkate işâret
ettiğine inanan bilim-adamları, şu-anda hâlâ mevcut bilinen %4’ün sınırlarına
ulaşmaya çalışıyorlar.
Evrenin sırlarını beş duyu ile açıklamak
zordur. Bu yüzden insanlar farklı kanallardan gerçeklere ulaşmaya çalışırlar.
Kişiyi gerçeklere götüren birinci yol, deney-gözlem, ampirik yaklaşımdır.
Nöropsikiyatrinin ve pozitif bilimin ilgi alanıdır. İkinci yol, akıl
yürütmedir. Teorik pozitif bilim ve din-biliminin, sosyâl bilimler ve
psikiyatrinin ilgi alanıdır. Gerçeğe götüren üçüncü yol, önsezi ve sezgi’lerdir
ki bunlar din bilimlerinin dışında bugün nöropsikiyatri’nin de ilgi alanı
olmuştur. Dördüncü yol, inançtır. Diğer üç yolla açıklanamayan durumların açıklanmasına
yardımcı olur, örneğin nöro-psikoloji de artık bu alanla ilgilenmektedir”.
Bizim gözümüz
“mutlak olan”ı görmeye programlanmadığı gibi, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk
etmeye programlı değildir. Bu nedenle daha varlığı bile net olarak idrâk edip
de açıklayamayan akıldan, gaybî konuları açıklayabilmesini beklemek abestir.
Bakın 1.400 yıldır okunan Kur’ân, bir anlamda gayb ve dolayısıyla îman ile
ilgili olduğundan, onu anlama işi bitirilememiştir ve de bitirilemez. Gaybın
özelliği budur. Gayb çok-boyutlu ve derinlikli olduğundan dolayı, sâdece üç
veyâ dört boyutlu olan varlığı anlamlandırabilme kapasitesine sâhip olan akıl,
gayb konusunda çâresizdir. Zâten akıl, daha kendisinin yâni aklın ne olduğunu
bile açıklayamaz. Bu nedenle akılla her-şeyin çözüleceğini söylemek yanlıştır
ve de “îmânı iptal etmek” demektir. Öyle ya; akıl ile her-şeyi çözebileceksek
îmâna ne gerek var?. Hattâ artık tevekküle (Allah’a ısmarlamak) bile gerek kalmayacaktır.
“Dediler ki: ‘Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet
sâhibi olansın” (Bakara 32).
Bir milyon tâne
akıl, bir milyon yıl uğraşsa da, gayb hakkında “Allah’ın bildirdiğinden başka”sını
akledip de bilemez. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Böyle bir yetisi ve gücü
yoktur. Bu nedenle de akıl gayba bağlıdır. Gayb demek “îman” demektir. Çünkü
îman “gabya îman”dır. Bu gayb meselâ vahiydir. Vahyin açıklamadıklarını ve onaylamadıklarını
akıl istediği kadar açıklamaya çalışsın, o açıklama yine de yanlıştır ve geçersiz
olacaktır.
Akıl her zaman
doğru sonuca ulaşamaz. Meselâ vahiy, “Allah’tan başka hüküm koyucu olmaması”
gerektiğini söylerken, akıl, meclise, “beşeri hüküm” koyması için 550 tâne
milletvekîli gönderir ve bunu mâkûl bulur. Bu da vahyin tahrif ve tahrip
edilmesi demektir. Vahyin tahrif edilmesi tüm zamanlarda, gaybın ve vahyin kendisinin
“akılla bilinmek ve açıklanmak” istenmesiyle başlar. Tabi açıklanamadığı yerde
de uydurmalar başlar.
Akılla tüm bilgiye
ulaşılabileceğini zannedenler, “Allah’ın bilgisine ulaşılabileceğini” söylemiş
olduklarının farkında değildirler. Oysa bırakın insanları, melekler bile
Allah’ın bilgisine muttalî olamazlar. Hâlbuki melekler de gaybın konusudur.
Gaybın konusu olan melekler bile Âdem’in yaratılış nedenine akıl erdiremiyorlar
da, bunu Allah’a soruyorlar:
“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde
bir halife vâr edeceğim’ demişti. Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve
(sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi
vâr edeceksin?’ dediler. (Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’
dedi” (Bakara 30).
Demek ki insan
bir akla sâhip diye her-şeyi bilecek değildir. Aksi-hâlde aklını, dolayısı ile
kendini ilahlaştırmış olur. Aynen, modern Dünyâ’nın aklı ve dolayısı ile insanı
ilahlaştırdığı ve bundan dolayı ilâhi olandan vazgeçip, insanı merkeze aldığı
gibi. Tabi bu durum çeşitli adâletsizlikleri ve zulmü yâni şirki ortaya
çıkarmıştır-çıkartmaktadır.
Akılla başlayıp,
“akleden kâlp”e geçilmedikçe yâni îmâna geçilmedikçe ilim kemâle ermez. Akleden
kâlbe sâhip olanlar, “îman edenler”dir. İş “akleden kâlb”e bırakıldığında bir
meselede “leb” demeden leblebi idrâk edilir ve akılla meselâ 1 ayda ulaşılan
şeye îcâbında tek bir günde ulaşılabilir. Artık bir “Furkân” kesbedilmiştir ve
Furkân ile meseleler kolay idrâk edilebilir. Peki idrâk edilecek olan nedir?.
Kur’ân’ın bir
rûhu, bir şuuru vardır ve anlaşılması bilinmesi gereken şey de budur. Başta
Peygamberimiz olmak üzere sahabe işte bu rûhu idrâk edip bilmişti. Bu rûha ulaşmanın
yolu Kur’ân’ın âyetleri (yada âyet grupları) sayısıncadır. Her âyetinden
çıkılarak bu rûha ulaşılabilir. Çünkü o rûh Kur’ân’ın tümünü kuşatmıştır. Yoksa
kelimelerin bizzat lafzı değildir Kur’ân’ın tamâmı. O lafızlar Kur’ân’ın rûhuna
ulaştırmak içindir ve o rûh da bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecine
dâvet eder ve sokar kişiyi. Fakat bu sürece, ancak aklını kullandıktan sonra,
îmâna erenler dâhil olabilir.
Zâten İlâhi
olanın dilini, “beşerî olan”ın diline tam olarak aktaramazsınız ve bu konuda
bir uzlaşma sağlayamazsınız. İlâhi olanın mutlak idrâki, insanın mukayyet
sınırlı idrâkine sığmaz çünkü. Fakat ilâhi idrâk, yine “tam anlamıyla idrâk
edilemeyecek olan hayat”ın içinde “amel olarak” gözükebilir ki, insanın amacı
ve hedefi de, vahyi yorumlamaktan ziyâde, “hayatta görünür kılmak”tır. İlâhi
olanın dili, amele-eyleme aktarılabilir. Lâkin vahyi amele-eyleme yâni hayâta
aktaracak olanlar da, “îman edenler” olacaktır. Zîrâ akıl her zaman
amele-eyleme yönlendirmez ama îman mutlakâ yönlendirir. Çünkü “îman” demek,
“amel” demektir. Yoksa kuru-kuruya îman “îman” değildir:
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). İslâm’a yapılacak en büyük hakâret, onun
kuru-kuruya “sâdece îman edilecek” bir din olduğunu söylemektir.
Bilmek amele
yönlendirmiyor ama îman amele yönlendiriyor. Îmânın akla üstünlüğü bu
sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da;
“akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın
kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.
Teslimiyetten
(îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun
en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz.
Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir.
“Sağ elindekini atıver, onların
yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü
hîlesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz. Bunun üzerine büyücüler, secdeye
kapandılar: ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine îman ettik’ dediler. (Firavun) dedi
ki: ‘Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi?. Şüphesiz o, size
büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O hâlde ben de ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz
olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette,
hangimizin azâbı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.
Dediler ki: ‘Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih
edip-seçmeyiz. Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen,
yalnızca bu dünyâ-hayâtında hükmünü yürütebilirsin” (Tâ-hâ 69-72).
Hiç kolay değil
aslında; tüm bilgi-birikimini, inancını değiştirmek ve ölüm pahasına bir
zorbaya karşı gelmek. Peki bunu sihirbazlara yaptıran neydi?.
Akılları-zekâları-beyinleri mi?. Hayır, çünkü onlar zâten eskiden bêri bunlara
sâhiptiler. Başka bir şey olmalı bu. Sihirbazlar akıllı-zeki kişiler olmasına
rağmen îmâna ulaşamıyorlardı, fakat bir mûcize yetiyordu onların o güçlü îmâna
yönelmeleri için. Demek ki Hz. Mûsa ve Hârûn’un söyledikleri vahiy üzerinde araştırmalar
yaptılar ve onu derinlemesine düşündüler. İçten-içe söylenenlerin doğru
olduğunu anladıkları hâlde zekâları yetmedi îmâna. Gönüllerinin tatmin olması
için bir görüntü gerekiyordu, o da mûcize ile gerçekleşti. Mûcize kâlplerini
etkiledi ve îmâna ulaştırdı onları. Sürekli akletmek üzerinde oldukları için
olağan-üstü bir durum onları bir-anda îmâna ulaştırmaya yetti. Akıllı oldukları
için, akılsızlar gibi “üstün bir sihirbazlık bu” demediler. Onun sihir
olmadığını hemen anladılar. Açıklayamadıkları şey “başka bir şey”di ve onun ancak
üstün bir kudret ile alâkalı olabileceğini anladılar. Dolayısı ile hemen
secdeye kapandılar.
İşte îmâna
ulaşmak böyle bir süreçle olur ancak. Îmâna ulaşan yerinde duramaz.
Harekete-amele geçmek için sabırsızlanır durur. Bu rûh-idrâk kavranılmadıkça
kişide bulunan şey îman değil, inançtır. Çünkü akıl ancak inanca ulaşabilir,
îmâna değil. Fakat îmâna ulaşmak için inançtan ve akıldan yola çıkmak
gereklidir ve makbûldür. O rûhu idrâk etme süreci böyle işler. Kur’ân bu
nedenle: Yâ eyyuhellezîne âmenû, âminû billâh. “Ey îman edenler îman edin” der.
Yâni “ey gerçek îmâna ulaşmamış olduğu için eyleme-amele geçemeyenler!, îmân edin
de İslâmî bir eylemde-amelde bulunun” demek ister. O hâlde îmânın delîli çok
akıllı olmak değil, amel ve eylem üzre olmaktır. Zîrâ kişiyi Allah için olan
amel ve eyleme ancak îman yönlendirir.
Vahyi de en iyi idrâk
edebilecek olanlar, îman edip de aklını kullanacak olanlardır. Îmân etmemiş
olan akıl, onu idrâk edemez. Zâten îman edememesinin nedeni de budur. Allah’ın
âyetlerinde, akleden kâlbe ulaşmak için îmandan akla doğru bir süreç vardır:
“Elif, Lâm, Mim, Râ. Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Ve
sana Rabbinden indirilen haktır. Ancak insanların çoğu îman etmezler.
Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz.
Sonra arşa istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş
bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer
açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız.
Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada
ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir.
Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.
Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı
ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde
(ki verimde ve lezzette) bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını
kullanan bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Ra’d 1-4).
Demek ki “sahih akıl”a yâni
akleden kâlbe ancak îman edince ulaşılabiliyor ve bu akıl kullanılabiliyor.
Aklın belli bir
noktadan sonra yetmediğinin delîli, vahye mutlakâ ihtiyaç duymasıdır. En saf ve
temiz akla sâhip olan Hz. Muhammed, vahiy gelemeden önce, aklını
kullanabilmesine rağmen, (çünkü uluslar-arası ticâret yapabilecek bir
kapasitedeydi) ne yapacağını bilmez hâldeydi:
“Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip
iletmedi mi?” (Duhâ 7).
Demek ki gaybın
ne olduğuna dirâyetle ve akıl yürütmeyle ulaşılamaz. O sâdece Allah’ın
bildirdiği kadardır. Şu âyetler, akıl yoluyla gaybın bilinemeyeceğini ve aklın
sınırının, gaybın kapısı olduğunu söyler:
“Allah sizi gayb üzerine muttalî kılacak değildir” (Âl-i İmran 179).
“Size Allah’ın hazîneleri yanımdadır demiyorum, gaybı
da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden
başkasına uymam” (En-âm 50).
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka
hiç kimse gaybı bilmez” (En-âm 59).
“Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri
hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte
olanlardır” (Enbiyâ 49).
“Sen, yalnızca gayb ile Rablerinden ‘içleri
titreyerek-korkmakta’ olanları ve dosdoğru namazı kılanları uyarırsın” (Fatır 18).
“Yoksa gayb (bilgisi) onların katında mıdır, böylece
yazıp-duruyorlar?” (Tûr 41).
“Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O’nu görmedikleri
hâlde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir mağfiret
(bağışlanma) ve büyük bir ecir vardır”
(Mülk 12).
“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi
hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).
Muhammed Celil: “İki
türlü “gayb” vardır: 1-Mutlak gayb ve
2-Mukayyet/izâfi gayb” der ve açıklamasını şu şekilde yapar:
1-Mutlak gayb: Allah bu alanı, elçileri de
dâhil herkese kapatmıştır. Bunu duyular ve araştırmalarla bilmeye kimsenin gücü
yetmez. Ancak gaybın sâhibi olan Allah’ın elçileri vâsıtasıyla ne kadar
bildirmişse o kadarını bilebiliriz. Allah’ın varlığı, cennet, cehennem, kıyâmetin
saati, melek bu nevidendir. Bu konuda gayba îman edenler, Allah’ın bildirdiği
kadarıyla yetinmek zorundadırlar. Bu gayba taş atmak insanın başını belâya
sokar.
2-Mukayyet/İzâfi gayb: Çalışmakla, çabayla
elde edilebilir (görece) gaybtır. Eşyânın tabiatı, yer-altı
kalıntıları(arkeoloji), bir duvarın arkası, kapalı bir nesnenin içi. Bize izâfi
gaybtır”.
Ahmet Sihrindi
bu konuda şunları söyler:
“Eğer peygamberler
gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, O’nun büyüklüğünü
kavrayamazdı. Nitekim kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allâh-u
Teâlâ’nın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her-şeyi
“zaman” yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazreti İbrâhim ile çekişmesi Kur’ân-ı Kerim’de
bildirilmektedir. Firavun da, “Benden başka tanrınız yoktur” demiş ve Hazreti
Mûsâ’yı, “benden başka tanrıya inanırsan, seni hapsederim” diye korkutmak
istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları, bu en büyük nîmeti anlayamaz.
Bir peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete kavuşamaz”.
Allah’ın apaçık hükmüne rağmen
akıl üretmek “akıllılık” değil “akılcılık”tır. Şeytan, Allah’ın secde emrine
akıllık edip de uymadı ve akılcılık edip secde etmekten kaçtı. Şeytanı örnek
alan modern insanlar da “akıllılık” yerine “akılcılık” yaparak gaybı boş yere
taşlayıp durmaktadır. Oysa apaçık hüküm varken o hüküm üzerinde akıl yürütmek
vahye aykırıdır:
“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min
bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı
yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir
sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
Gaybı, gaybî varlıklar olan
cinler bile anlayamamıştı. Hz. Süleyman’ın öldüğünü cinler bile anlayamadılar,
çünkü gaybı sâdece Allah bilir:
“Böylece onun (Süleyman’ın) ölümüne karar verdiğimiz
zaman, ölümünü onlara, âsâsını yemekte olan bir ağaç-kurdundan başkası haber
vermedi. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şâyet cinler
gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde
kalıp-yaşamazlardı” (Sebe’ 14).
Kur’ân’a îman
etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.
Müslümanları
İslâmî anlamda harekete geçirmek için onlarca, yüzlerce ve hattâ binlerce
yazılar yazılıyor. Hem de bu yazıların bir-çoğu hârika ifâdeler içeren yazılar.
Fakat buna rağmen ortada somut bir şey yok. Bir-türlü Ülke ve Dünyâ çapında
dikkat çekecek amel ve eylemlerde bulunamıyoruz. Somut bir hareket ortaya
konulamadığı için, bir-süre sonra bu güzel yazılar, mevcudu-zulmü
normâlleştirmeye başlayacaktır mâzallah. Demek istediğim; sorun, aklı
kullanarak güzel yazılar yazamamak, yâni birilerine bir şeyleri anlatamamak
değil, “hakkı ortaya koyamamak”tır. Bunun nedeni ise “anlama-anlatma sorunu”
değil, “îman sorunu”dur maalesef. O hâlde îmanlarımızı arttırmanın yoluna
koyulmalıyız. Îmanların artması ise, amel-eylem ortaya koymakla olur. Îmân, masa-başında
aklı kullanmaktan çok, meydanda, “cihad meydanı”nda artar:
“Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı
insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri hâlde îmanları
artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).
Bir yazıda şunlar
söylenir:
“Eski Yunan felsefecileri, “akıl hiç
şaşmaz, her-şeyin doğrusunu anlar” diyor, aklın her-şeye erdiğini sanıyorlardı.
Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlardı. Hâlbuki akıl,
dünyâ bilgilerinde bile yanılıyor. Âhiret bilgilerini ise hiç anlayamıyor. Akıl,
duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği
şeyler de peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının
üstünde olduğu gibi, peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin
varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir”.
Bir işrâki
romanı olan “Hay bin Yekzan”da, işrak (âni içe doğuş) felsefesi kullanılarak,
bir-anda içe doğuşlar ve akıl yürütmelerle Allah’ın ve hakîkatin bulunmasının
hikâyesi anlatılır. Çünkü tasavvuf, “gaybın yorumu”dur. Gaybı, Allah tarafından
kendilerine gelen sözde tecellilerle (işrak=âni aydınlanmalar) hiç-bir ilmî
süreç yaşamadan bilebildiklerini söylerler. Bunun için de yapılması gereken
şeyin, bir mürşid-i kâmile bağlanmak ve kendilerine has bir aydınlanma süreci
olan “seyr-i sülûk”tan geçmek olduğunu söylerler. Oysa Kur’ân’da böyle bir
işâret yoktur. Kur’ân sâdece, bir kitaba ve kitabı bilenlere danışılmasını
ister. Tasavvufçuların işrak=içe doğuş zannettikleri şeyler, bir-anda
akıllarına geliveren çoğu yanlış düşüncelerden başkası değildir. Fakat bu
düşünceler “kitap” merkezli olmadığından dolayı büyük oranda yanlış
yargılardır. Zâten Kur’ân sürekli; “akıllı ol” derken; tasavvuf sürekli; “âşık
ol” diyor.
“Şüphesiz bu (vahiy) kâlbi olan kimseler
için bir uyarıdır” (Kâf 37).
Kâlbin bilgisi
de aklın ulaşabileceğinden üstündür. Zâten bozulma ilk başta aklın
bozulmasından değil, kâlbin bozulmasından başlar. Kâlbi bozulanın aklı da
bozulur ve artık hakîkat üretemez. Peygamberimiz: “Bakın, cesette bir çiğnem et
parçası vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz
tutunca da bütün ceset bozulup gider. Dikkat!; işte o kâlptir” der. Zâten çocuk
anne karnında gelişirken, önce beyin değil, kâlb gelişmektedir. Beynin
gelişmesi, çocuk bir yaşına gelinceye kadar ancak tamamlanmaktadır. Bedenin
ana-yöneticisi akıl değil kâlptir. Tabi kâlp, “akleden kâlp” yâni akıl ve
kâlbin buluşmasıyla kemâle erer.
Allah’a, âhirete
yâni gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle
ifâde edilmiş bir sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri Şeytan ilhâm edecektir.
Teoman Duralı şöyle der:
“Allah’ın “mutlak birliği”; aynı-ânda aşkın
ve içkin oluşu, tecrübelerden hareketle akıl
aracılığıyla kavranılır cinsten olaylar değildir. Gerçi sözünü ettiğimiz
yollardan “tanrımsı” yahut “tanrı-benzeri” temel
ilkeleri oluşturabiliriz; fakat Allah’ı böyle
kavramak, tüm soyutlama kâbiliyetimiz ile fehmimizi aşar.
“Akıl
nereye dayanır?”, sorusuna, yine “aklın kendisine” cevâbı,
akla aykırıdır. Akıl doğayı bir noktaya kadar inceleyip değerlendirebilse de,
hakîkat ancak îman ile bilinebilir, idrâk edilebilir. Doğrulanmayı, denetlenme ile gerekçelenmeyi ilkece beklemeyen
“ilk aslî
inanc”a îman
denir”.
Îman “gayba
îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde
îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl
yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti
gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar.
Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir
görme”dir. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna
yorulmak” demektir. Aklını, îmânını geliştirmek için kullan ve îmânını arttır,
işte o zaman göreceksin ki her yerde Allah’ın yasaları ve sanatı (zâtı değil) var.
Bilmenin zirvesi
îmandır. Aklı kullanmak ve bilmek, kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten
aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir.
Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. O
kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Yürekli olanlar îmâna
ulaşacaklardır.
Îmân etmek
demek, “kabûl etmek” demektir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman,
“uğruna çabaladığın şey”dir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel
ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.
Peki îman nedir,
“iman etmek” ne demektir?. Îman etmek, “âhiret kaygısı duymak” demektir. Îman
etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve
o şeye göre yaşarsınız. Îman zaafiyetinin en önemli göstergesi, “Dünyâ’yı
ıskalama korkusu”dur. Îman, pasif bir kabûlden
ibâret bir şey değildir. Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir
dinamiktir. Îman, masa-başında değil,
mücâdele meydanında artar. Îman, riske girmektir. Îman; “her-şeyiniz elinizden
alındığında geriye kalan” şeydir.
Îmânın derecesi,
Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?”
demek, “îmânında bir artma oldu mu?” demektir. Îmânın kendisi en büyük
kanıttır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle
sâhiptir. Îmânın ve dolayısı ile amelin önündeki
en büyük engel, şirktir.
Sorunumuz
îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Akıldan kopuk
îmandır ki buna îman değil “inanç” denebilir. Bu şuursuz îman, belki de
îmansızlıktır. Şuurlu îmâna, aklı iyi kullanmak ve amel-eylem hâlinde olmakla
ulaşılabilir. Fazla îman göz çıkarmaz. Çünkü fazlası “dert” olmayacak tek şey
“îman”dır.
Dünyâ ile ilgili
işlerde akıl mutlakâ kullanılmalıdır ve zâten Yûnus 100. âyete göre aklımızı kullanmadığımızda
üzerimize pislik yağar. Dîni konularda da, Allah’ın; “aklınızı kullanın”, “düşününler
için”, “akledenler için” vs. denilen yerlerde de akıl kullanılmalıdır. Fakat
gaybın yâni îmânın konusu olan yerlerde aklı kullanmak, hem bir fayda etmez ve
sonuca götürmez, hem de îman edilmesi gereken yerde aklı kullanmak gibi yanlış
bir işe girişilerek şirke kapı açılır ve şirke düşülür. “Akılla şirk koşmak”
budur. Târih boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan özellikleri,
akıllarına çok güvenmeleri ve hattâ akıllarını ilahlaştırıp “akılla şirk
koşma”larıydı.
Akıl,
kullanılması gereken bir şeydir, dolayısı ile bir araçtır. Aracı ilahlaştırmak
şirktir. Modernizm, îmânın önemsizleştirilmesi ve aklın dinleştirilmesi ve
ilahlaştırılmasıdır. Modern akıl “kışkırtılmış
akıl”dır.
Akıl
ile din-îman aynılaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan bir
vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygun olmuş olacaktır
ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık “deizm”dir.
Akıl
kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat
vahiy, “üst-akıl” yada akıl-üstü bir öğretidir. Aksi hâlde akıl, “vahiyden
üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana
getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber
olabilirdi ve hak bir din kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip
olabilirdi.
Akıl
sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile
verememiştir ve “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın
ne olduğunu idrâk edememiştir. Bu nedenle de ona bir isim bile veremez.
Akıl,
Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Akıl, Allah’ı,
“O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını bilerek” idrâk edebilir.
Akıl, özünde olgun değildir.
Nefse bağlıdır ve bu nedenle terbiye edilememiş akıl, doğru yargılarda
bulunamaz. O hâlde aklı terbiye etmek için bir kıstasa ihtiyaç vardır ki bu
kıstas, îmandır.
Aklı erdiği
hâlde eli ermeyenler mi daha değerlidir, yoksa aklı ermediği hâlde eli erenler
mi daha değerlidir? diye bir soru sorulsa, “aklı ermediği hâlde eli erenler
üstündür” derdim. Çünkü akletmekten daha önemli ve üstün olan şey, akledilenin
hayatta gerçekleştirilmesi, akla göre amelde-eylemde bulunulmasıdır.
Allah katında
üstün olanlar “akılca üstün olanlar” değil, “takvâca üstün olanlar”dır. Îmandan
yoksun olan insanlar “akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini ve ona göre
üretim yaptıklarını zannederler. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir
çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Bu yüzden îmansız aklın
ortaya çıkardığı teknoloji, hem aklı yok ediyor, hem de nice zulümler ortaya
çıkarıyor.
Kur’ân’ı idrâk
etmek için akıl, uygulamak için ise “yürek” gerekir. Müslümanlar akıllarını
kullanayım derken yüreksizleştiler. Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk
akıllı çıkaramıyor. Neden?. Çünkü akıllılar kuyuya inmekten korkuyorlar. Bu
nedenle o taşı yine bir “yürekli kişi” (deli) çıkarabilir ancak. O “deli”, îmân
sâhibi olan” kişidir. İşte biz o “deli”den mahrumuz.
IQ’nun ve aklın
derecesinden ziyâde, îmânın derecesi önemlidir. Modern insanların ve
müslümanların bir kesimi, akıllarını kullanmaz ve dinlerini de körü-körüne
tâkip ederken; diğer kesimi ise, îmânın potansiyelini unutup aklın sınırlı
yönlendirmesine kapılmış gidiyorlar. Bu nedenle de bir türlü düze çıkılamıyor.
Sonuçta da hüsrandan kurtulmak mümkün olmuyor. Çünkü hüsrandan kurtulmanın tek
yolu, “aklı kullanmak” ve “îman edip sâlih amelde bulunmak”tır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mart 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder