10 Ağustos 2016 Çarşamba

Dâvetin Yararı Var Mı?


“Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu îman edecek değildir” (Yûsuf 103).

“Şu hâlde, eğer öğüt ve hatırlatma bir yarar sağlayacaksa, öğüt verip hatırlat” (A’lâ 9).

İslâm, merkezinde dâvetin de olduğu bir dindir. İlk gelen âyet olan “ıkra”, aynı-zamanda “çağır” anlamına da gelir. Köylerde-kasabalarda insanlar diğer insanları düğünlerine çağıracakları zaman “oku dağıtmak” sözünü kullanırlar. Yâni düğüne çağırmak için “oku” dağıtmak, düğüne dâvettir. “Oku” kelimesi “dâvet et” anlamındadır aynı-zamanda. Ortada daha okunacak bir şey yokken ve Peygamberimiz de “ben okuma bilmem” demesine rağmen gelen “oku” emri, hem “bundan sonra gelecek âyetleri Allah adına ve İslâm-merkezli oku”ma anlamına, hem de “insanları dâvet et” anlamına gelir. O hâlde işin başı okuma ve dâvettir. Peki dâvet neden önemlidir ve ne kadar yararlı olur ve sonuç verir?.

Bilindiği gibi, İslâm dînine katılım “gönüllü katılım” ile olur. Zâten aksi münâfıklık olurdu. İşte bu gönüllü katılım için, dâvet edilecek olan kişiye din en iyi şekilde anlatılarak kişi İslâm dînine dâvet edilmelidir. Zorbalıkla olduğu zaman kişi hem tam olarak dîne gönlünü veremez ve dîne uygun davranamaz hem de yine benzer bir zorbalıkta hemen dinden çıkar gider. Zorbalıkla gelen, başka bir zorbalıkla gider. Oysa İslâm dîni bir “gönüllük dîni”dir. İslâm’a girdikten sonra kişiler durumlarına göre bir-çok sorumlulukları yerine getirmeye mecbûr olsalar da, “İslâm’a ilk girişte” bir zorlama olamaz. Zâten âyet de bunu açıkça söyler:

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

O hâlde dâvet; kişinin bile-isteye, gönlünde bir sıkıntı duymadan dîni idrâk edip sevmesi ve kendini o dîne adaması için yapılır. Dâvet aynı-zamanda bir duyurudur. İslâm’ı duyurmak için yapılan bir çaba. Dâvet edilen kişiler dîni kabûl etmeseler de, din yine de duyurulmuş olur ve bir süre sonra etkisini gösterebilir. O hâlde dâvet ve dâvetçi, bir çeşit medya görevi de görür. Zâten medya aracılığı ile kitlesel dâvetler de yapılabilir fakat kişisel ve bire-bir dâvetler kadar etkili olmaz.

Dâveti yapan kişiler, en başta ahlâk-timsâli kişiler olmalı, çok “net” olmalılar ve dîni de çok net olarak anlatmalıdırlar. Yâni; bir ideoloji, lîder, efendi, düşünce vs.’ye uygun olarak değil, vahye uygun olarak yapılmalıdır dâvet. Dâvetin konusu ile Kur’ân’ın konusu aynı olmalıdır. Böylece daha sonraları dâvet edilen kişi bir çelişki ile karşılaşmayacaktır.

“Mümin kullarıma de ki: Müşriklere iyilikle ve yumuşak söz söyle­sinler. Çünkü şeytan aralarına fesad sokar. Zîrâ, şeytan insana apaçık bir düşmandır. Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size rahmet eder ve di­lerse de sizi azaplandırır. Biz seni onların üstüne vekil göndermedik” (İsrâ 53-54).

Mevdudi, dâvetin nasıl yapılacağı konusunda şunları söyler:

“Hakk’a davet konusunda iki şeye dikkat edilmesi istenmiştir. Birincisi hikmet, ikincisi ise nasihat.

Hikmet; tebliğ ve telkin sırasında budalaca ve şuursuzca davranma­mak, aksine muhâtabın zihniyetine, meyline, kâbiliyetine, istidâdına ve içinde bulunduğu şartlara göre akıllıca ve ölçülü konuşmak, vaaz ve nasi­hatte bulunmak demektir. Herkes aynı muâmeleye tâbi tutulmamalıdır. Her bölge, her grup ve her kişinin mizâcına ve tabiatına uygun olarak ha­reket edilmelidir. Söz-konusu olan milletin ve halkın başlıca hastalığının ne olduğu araştırılmalı ve ona göre ilaç ve tedâviye başvurulmalıdır. Has­talığı kökünden giderici çâreler aranmalıdır.

‘İyi nasihat’ iki mânâ taşımaktadır. Birincisi; dinleyici yalnızca delil­lerle tatmin edilmeye çalışılmamalı, ayrıca duygularına da cevap vermeye dikkat edilmelidir. Kötülükler ile saplantılar sâdece akıl ve mantık yoluyla reddedilmemeli, insan tabiatında bu gibi duygu ve davranışlara karşı bulu­nan nefret ve tiksinti de iyice kamçılanmalı ve bunların kötü sonuçları hakkında îkazda bulunulmalıdır. Hidâyet ve sâlih amelin iyi tarafları sâde­ce akıl ve mantık açısından anlatılmamalı, bunlara ilgi ve rağbet de uyandırılmalıdır. İyi nasihatin ikinci mânâsı; samîmiyet, iyilik ve hayırsever­liktir. Nasihat ciddî ve samîmi bir şekilde yapılmalıdır. Nasihat edilen şa­hıs, kendisine hakaret edildiği ve kendisinin küçük görüldüğü hissine ka­pılmamalıdır. Nasihat eden yüksekten ve büyüklük kompleksiyle telkinde bulunmamalıdır. Onu dinleyen kişiler, onun kendilerini ıslâh etmeyi can­dan istediğini bilmeli ve gerçekten kendi iyiliklerini düşündüğü izlenimini almalıdırlar.

Konuşma, münâkaşa ve fikir alış-verişi münâzara ve kavga şeklinde olmamalıdır. Hele bu konuşmalar akıl cambazlığı ve zihin güreşi şeklinde hiç olmamalıdır. Saçma sapan îtirazlara, gereksiz ve yersiz iftirâ ve itham­lara, istihfaf, alay, hiciv, demagoji ve taşlamalara yer verilmemelidir. Amaç, karşı tarafı bağırıp çağırarak susturmak ve gürültü-patırtı yapmak olmamalıdır. Nasihat eden, aksine tatlı dilli ve iyi huylu olmalıdır. Son derece sabırlı, kibar ve nâzik olmalıdır, ileri sürdüğü deliller mâkûl ve ak­la-mantığa uygun olmalıdır; ayrıca kâlbe de işlemelidir. Nasihat ederken muhâtabın inatlaşmasına izin verilmemelidir. Bahis mevzuu olan konu ona sâde ve temiz bir şekilde anlatılmalıdır ve her türlü nasihat, telkin ve îkazlara rağmen fikrinden ve inancından vazgeçmiyorsa, öyle bırakılmalı­dır”.

Aslında dâvet, dâvet edilenden çok dâveti yapana yarar verir. Zîrâ “dâvet görevi”ni yapmış olur. Bu görevi hakkıyla yapmış ise ne âlâ!. Dâvet, daha çok dâvetçiye yarar verir, çünkü dâvet edilenlerin büyük çoğunluğu dâvete icâbet etmez, yada karşı çıkmasa da kabûl edip gereğini yerine getirmez. Fakat dediğimiz gibi, dâvet bir-kere yapılmıştır ve dâvet esnâsında vahyin sözleri semâya yükselmiştir. Tabi bâzılarının da -ilk başta umursamasalar da- bilinç-altlarına yerleşmiştir o dâvet. Bâzı kâlpler daha sonra bu dâvete ve İslâm’a açılabilir.

Kur’ân’da dâvetçilerin pirleri olan peygamberlerin dâvetlerinden bahsedilir. Peygamberlerin dâvetleri hem dâvet yöntemini, hem de üslûbunu öğretir bizlere. Dâvetin bir sabır işi olduğu çıkar ortaya. Fakat dediğimiz gibi, genelde fayda vermediği görülür maalesef. Kur’ân’da Hz. Nûh’un bu çabası ve sonucu şöyle anlatılır:

“Dedi ki: Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz dâvet edip-durdum. Fakat dâvet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Doğrusu ben, onları bağışlaman için her dâvet edişimde, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler. Sonra onları açıktan açığa dâvet ettim. Daha sonra (dâvâmı) onlara açıkça îlân ettim ve kendilerine gizli-gizli yollarla yanaşmak istedim” (Nûh 5-9).

Görüldüğü gibi Hz. Nûh, dâvetin her yolunu deniyor. Hakkını vererek dâvetini en iyi şekilde yapıyor. Peki sonuç ne oluyor:

“Nûh: Rabbim, gerçekten onlar bana isyân ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük-büyük hîleli-düzenler kurdular. Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’yı, ne Yeğus’u, ne Ye’uk’u ve ne de Nesr’i. Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zâlimlere sapıklıktan başkasını arttırma!” (Nûh 21-24).

Hz. Nûh’un kavmi dâvetini kabûl etmiyor ve ancak bir gemicik insan ona uyuyor. Demek ki dâvetin amacı, insanları kitlesel ve nicelik olarak dîne katmak değil, “nitelikli kurucu unsuru” oluşturmaktır. Sayıca az ama nitelikli olan insanları kazanmak için yapılır dâvet. Çünkü:

“..Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249).

İnsanların çoğu îman etmeyeceği için (Yûsuf 103), dâvet insanların tamâmına yarar sağlamayacaktır. O hâlde önemli olan, “iyiliği emr, kötülüğü nehy” edecek o “kurucu kadro”yu oluşturabilmektir. Dâvetin ana-amacı İslâm’ın duyurulması ve o “kurucu kadro”nun oluşturulmasıdır en başta. Hakkıyla yapıldığında da Allah’ın izniyle başarılacaktır bu.

Dâveti en iyi şekilde yapmak gerekir. Bu konuda bilgi, bilinç ve ahlâki yönden sağlam olanların yapacağı dâvet, nitelikli kişilerin kâlplerini İslâm’a ısındıracak ve onlar da İslâm’a adanabileceklerdir. Dâvet, yüzeysel kazanımlarla değil, bir “adanış” ile sonuçlanırsa başarılı olunmuş olur. Bâzen dâvet çok yumuşak bir üslupla, nezâketle, merhâmet ve samîmiyetle yapılsa bile çoğu-zaman sonuç vermeyebilir. Bunu en iyi şekilde Hz. İbrâhim’in babasını dâvetinde görürüz:

“Hani babasına demişti: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?. Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tâbi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım. Babacığım, şeytana kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)’a başkaldırandır. Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azâbın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun” (Meryem 42-45).

Görüldüğü gibi Hz. İbrâhim dâvetini olabilecek en iyi şekilde yapıyor. Fakat sonuç ne oluyor?:

“(Babası) demişti ki: İbrâhim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun?. Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git” (Meryem 46).

Görüldüğü gibi dâvet netîcesiz kalıyor. Fakat dâvetçi dâvetini en iyi şekilde yerine getirerek sorumluluğunu yerine getirmiş oluyor. Artık fıtratıyla uyumlu bir dâvete muhâtab olmuş olan kişi, dâveti kabûl etmemekle “Allah ile baş-başa kalmış” oluyor.

Dâvetten çok, “güzel örneklik; “usvet-ül hasene” insanların tasavvur, düşünce ve eylemlerini değiştirebilir. Zîrâ insanlar çeşitli nedenlerle dâvetçiyi anlamayabilirler. Fakat dâvetçinin duruşu, konuşması, tutumu ve ahlâkı kişilerde olumlu bir etki yapar ve kişileri daha çabuk ve etkili olarak dîne-İslâm’a kazandırabilir. Fakat zamânımızda (modern zamanlarda) emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker yapılamıyor-yaptırılmıyor ve bu nedenle de dâvetler kısır kalıyor ve fayda vermiyor.

Dâvetin tek-tek yapılması farklı bir dâvet yöntemidir ancak peygamberler toplu dâvet metodunu da kullanmışlardır:

“Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara âyetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz” (Kasas 59).

Dâvete hiç muhâtap olmamış olanlara, “lîder-merkezli”, “egemen-merkezli” tebliğ ve dâvetler yapmak olumlu sonuçlar verebilir. Şükrü Hüseyinoğlu:

“Peygamberlerin mücâdele süreçleriyle ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, peygamberlerin mücâdeleleri temelde çevreye yönelik değil, merkeze yönelik olmuştur. Çünkü toplumsal yönelim ve ilişki biçimlerini belirleyen ana-etken egemenlik ilişkileridir” der.

Dâvetin en yakınlardan başlanması emri ve tavsiyesi, mantık açısından ve birilerinin; “sen ilk önce git de yakın akrabâna anlat” sözüne muhâtab olunmaması için uygundur. Yoksa yakın akrâbalar genelde dâvete icâbet etmezler. Nitekim Peygamberimiz, amcası Ebu Tâlib’i iknâ edememişti.

Dâvet çok açık yapılmalıdır. Aksi-hâlde dâvetçi tâvizler vermeye başlayacaktır ve en sonunda da hem din yozlaşacak, hem de bir-çok çelişkiler açığa çıkmaya başlayacaktır. Kur’ân bize dâvet dilini de öğretir:

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidâyete erenleri de en iyi bilendir” (Nâhl 125).

“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz şeytan insanın apaçık düşmanıdır” (İsrâ 53). 
 
“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, (kötülüğü) en güzel olan bir tarzda uzaklaştır. O zaman, (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir” (Fussilet 34).

“Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzellikle ayrıl” (Müzzemmil 10).

“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar” (Tâ-hâ 43-44).

Peki dâvet kimlere yapılır?. Dâvet sâdece kafire değil müslümanlara da yapılır. Kur’ân’da “müslümanlara” şu şekilde tebliğ-dâvet yapılır:

Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

Dâvet, sâdece herhangi bir vatandaşa değil, siyâsilere de yapılır. Hattâ dâvette özellikle bu kesime de odaklanılmalıdır. Fakat dikkat edilmesi gereken şey, bu kişilere dâvet yapılırken yumuşak bir üslûp kullanmak fakat tâviz vermemek ve alttan almamaktır. Siyâsi bir lîderin nazıyla uğraşmaktansa, normâl yurdum insanına yapılacak dâvet daha yararlı olabilecektir. Dediğimiz gibi; biz dâvetin kime yararlı olup-olamayacağını bilemeyiz. Bu nedenle de dâvetimizi sürdürmeliyiz:

“Onlardan bir topluluk şöyle diyordu: Allah’ın helâk edeceği ve şiddetli bir cezâ ile cezâlandıracağı topluma niye öğüt veriyorsunuz?. “Rabbinize karşı bir mâzeret olsun ve belki sakınırlar” diye cevap verdiler. Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, kötülükten men edenleri kurtarıp, zâlimleri fâsıklık yapmaları sebebiyle çok kötü bir cezâ ile yakaladık” (A’raf 163-165).

Dâvet, şirkin içindeki “iyiler”i ayırma eylemidir aynı-zamanda. Dâvet ile şirk toplumu içinde bir ayrışma başlatılır ve hak ve bâtıl ortaya çıkar. Böylece herkes hakkın ne olduğunu da bâtılın ne olduğunu da görmüş olur. İslâm’ın hicretten önceki son çabası, hak ile bâtılın ayrıştırılmasıdır. Dâvet, kâfir ve müşrikler ile Allah’ı karşı-karşıya getirmektir.

“Gerçek şu ki sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara çağrıyı işittiremezsin ve sen, sapıklıklarından dolayı körleri hidâyete erdirecek değilsin; sen ancak âyetlerimize îman eden kimseye işittirirsin ki onlar müslümanlardır” (Neml 80-81).

Şeytan, insanların çoğunun dâvete icâbet etmeyeceklerini ve yoldan çıkacaklarını söyler:

 “Şu benden üstün yaptığını gördün mü (nesi var onun ki onu benden üstün kıldın)?. Andolsun, eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı hâriç kökünden koparıp sürükleyeceğim! dedi” (İsrâ 62).

İnsanlık-târihi boyunca çok az kısım dışında toplumlar dâvete icâbet ederek tam mânâsıyla îman etmemişlerdir-etmeyeceklerdir:

“Bunlardan önce helâk ettiğimiz hiç-bir kent inanmamıştı; bunlar mı inanacaklar” (Enbiya 6).

Dâvete zihnen hazır olanlar dâveti hemen kabûl edebilirler. Dâvet bu anlamda yararlı olabilir. Dâvetin bir de İslâm’i bir gündem oluşturması durumu vardır ki sağlam bir gündem oluşturulduğunda geniş-çaplı bir dâvet yapılmış olacağından katılımlar daha kolay olacaktır.

Dâvette sebat etmek gerekir. Çünkü dâvet, olumlu sonucunu bir-süre sonra gösterir. Bu nedenle:

“Şu hâlde, sen bundan dolayı dâvet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikâmet tuttur. Onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma!. Ve de ki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adâletli davranmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda ‘deliller getirerek tartışmaya (hüccete gerek)’ yoktur. Allah bizi bir-araya getirip-toplayacaktır. Dönüş O’nadır” (Şûra 15).

Dâvet ve tebliğ, müstekbirlerden, hükümdarlardan, sermâyedarlardan ziyâde, “dâveti talep edene” yapılmalıdır.? Peygamberimiz, “kendisini iknâ ederse bir-çok kişi de iknâ olur” gerekçesiyle toplumun önde gelen müstekbirlerinden birine tebliğ ve dâvetini yaparken, dâveti ısrarla talep eden diğer birinden yüz çevirdiği için Allah tarafından tatlı-sert bir şekilde azarlanmıştır:

“Surat astı ve yüz çevirdi; kendisine o kör geldi diye. Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?. Veya öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak. Fakat kendini müstağni gören (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmadığını sanan) ise; işte sen, onda ‘yankı uyandırmaya’ çalışıyorsun. Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne!. Ama koşarak sana gelen ise, ki o, ‘içi titreyerek korkar’ bir durumdadır; Sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun” (Abese 1-10).

Demek ki, kendini müstağni görenlere ve hakîkate aldırış etmeyenlere de bir tebliğ-dâvet yapılacaktır fakat bunda ısrâr etmeye gerek yoktur. Tebliğ ve dâvet, İslâm’a, hakka-hakîkate meyilli olanlara ve dâveti talep edenlere olmalıdır. Bu bağlamda; “dâvet yapacağım” diye hiç-bir umut olmayanlara dâvette ısrârcı olmak doğru değildir. Yine; dâvet yapacağım diye, meyhânelere, barlara, kumar-hânelere, kerhânelere gitmek, “dâveti abartmak” anlamına gelir. Davet, İslâm’ın en ağır yükümlülüğüdür ve dâvet bir mü’minin olmazsa-olmaz yükümlülüğüdür. Fakat İslâm bir “denge dîni”dir ve müslümanlar da “vasat ümmet”tir. Bu nedenle dâveti, hem akıllıca hem de şirâzesinden çıkarmadan yapmak esas olmalıdır. Lâkin, “hiç umut yok” yada muhâtaplar için “zıvanadan çıkmış” diye tebliğ ve dâvetten beri durmak da yanlıştır:

“Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?” (Zuhrûf 5).

Özellikle günümüzde modern etkilerin aşırı kuşatması sebebiyle, dâvet, tebliğ ve uyarılar bir yarar sağlamıyor. Karşı tarafta mâkes bulmuyor. Çok dar bir etkisi oluyor ve çok az sayıdaki kişileri etkileyebiliyor ancak. Kur’ân-merkezli yapılan dâvet, tebliğ ve uyarıların çok açık ve etkili bir dille yapılması bile çok işe yaramıyor:

“Andolsun, onlara (kendilerini şirkten ve bozulmalardan) caydırıp vazgeçirtecek nice haberler geldi. (Ki her biri) Doruğunda-olgunlaşmış bir hikmettir. Fakat uyarmalar bir yarar sağlamıyor” (Kamer 4-5).

Şu âyetlere rağmen biz yine de; hem Rabbimize karşı yüzümüz ak olsun için, hem de bir ihtimâl dâvetin fayda verebileceği umûduyla tebliğimizi ve dâvetimizi ciddîyetle sürdürmeliyiz:

“Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın helâk etmek veya şiddetli bir azâba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde; ‘Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimâl sakınabilirler, diye’ dediler” (A’raf 164).

“Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu îman edecek değildir” (Yûsuf 103).

Dâvetin genelde târih boyunca çok az kişilere faydası olmuşsa da, dâvet “davetçi”ye yarar sağlar ve dâvet, müslüman toplum için Allah’ın yardımını celb-eder. Evet; dâvet en azından “Allah’ın yardımını celb-eden etken” olması nedeniyle mutlakâ gayretli bir şekilde yapılmalıdır. Allah’ın yardımı, “sabırla yapılan dâvet”ten sonra gelecektir.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2016



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder