“Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu îman
edecek değildir” (Yûsuf 103).
“Şu hâlde, eğer öğüt ve hatırlatma bir yarar
sağlayacaksa, öğüt verip hatırlat” (A’lâ
9).
İslâm, merkezinde dâvetin de
olduğu bir dindir. İlk gelen âyet olan “ıkra”, aynı-zamanda “çağır” anlamına da
gelir. Köylerde-kasabalarda insanlar diğer insanları düğünlerine çağıracakları
zaman “oku dağıtmak” sözünü kullanırlar. Yâni düğüne çağırmak için “oku”
dağıtmak, düğüne dâvettir. “Oku” kelimesi “dâvet et” anlamındadır aynı-zamanda.
Ortada daha okunacak bir şey yokken ve Peygamberimiz de “ben okuma bilmem”
demesine rağmen gelen “oku” emri, hem “bundan sonra gelecek âyetleri Allah
adına ve İslâm-merkezli oku”ma anlamına, hem de “insanları dâvet et” anlamına gelir.
O hâlde işin başı okuma ve dâvettir. Peki dâvet neden önemlidir ve ne kadar yararlı
olur ve sonuç verir?.
Bilindiği gibi, İslâm dînine
katılım “gönüllü katılım” ile olur. Zâten aksi münâfıklık olurdu. İşte bu
gönüllü katılım için, dâvet edilecek olan kişiye din en iyi şekilde anlatılarak
kişi İslâm dînine dâvet edilmelidir. Zorbalıkla olduğu zaman kişi hem tam
olarak dîne gönlünü veremez ve dîne uygun davranamaz hem de yine benzer bir
zorbalıkta hemen dinden çıkar gider. Zorbalıkla gelen, başka bir zorbalıkla
gider. Oysa İslâm dîni bir “gönüllük dîni”dir. İslâm’a girdikten sonra kişiler
durumlarına göre bir-çok sorumlulukları yerine getirmeye mecbûr olsalar da, “İslâm’a
ilk girişte” bir zorlama olamaz. Zâten âyet de bunu açıkça söyler:
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk
(rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp Allah’a
inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah,
işitendir, bilendir” (Bakara 256).
O hâlde dâvet; kişinin bile-isteye,
gönlünde bir sıkıntı duymadan dîni idrâk edip sevmesi ve kendini o dîne adaması
için yapılır. Dâvet aynı-zamanda bir duyurudur. İslâm’ı duyurmak için yapılan
bir çaba. Dâvet edilen kişiler dîni kabûl etmeseler de, din yine de duyurulmuş
olur ve bir süre sonra etkisini gösterebilir. O hâlde dâvet ve dâvetçi, bir
çeşit medya görevi de görür. Zâten medya aracılığı ile kitlesel dâvetler de
yapılabilir fakat kişisel ve bire-bir dâvetler kadar etkili olmaz.
Dâveti yapan kişiler, en
başta ahlâk-timsâli kişiler olmalı, çok “net” olmalılar ve dîni de çok net
olarak anlatmalıdırlar. Yâni; bir ideoloji, lîder, efendi, düşünce vs.’ye uygun
olarak değil, vahye uygun olarak yapılmalıdır dâvet. Dâvetin konusu ile Kur’ân’ın
konusu aynı olmalıdır. Böylece daha sonraları dâvet edilen kişi bir çelişki ile
karşılaşmayacaktır.
“Mümin kullarıma de ki:
Müşriklere iyilikle ve yumuşak söz söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesad
sokar. Zîrâ, şeytan insana apaçık bir düşmandır. Rabbiniz sizi daha iyi bilir.
İsterse size rahmet eder ve dilerse de sizi azaplandırır. Biz seni onların
üstüne vekil göndermedik” (İsrâ
53-54).
Mevdudi, dâvetin nasıl
yapılacağı konusunda şunları söyler:
“Hakk’a
davet konusunda iki şeye dikkat edilmesi istenmiştir. Birincisi hikmet,
ikincisi ise nasihat.
Hikmet;
tebliğ ve telkin sırasında budalaca ve şuursuzca davranmamak, aksine muhâtabın
zihniyetine, meyline, kâbiliyetine, istidâdına ve içinde bulunduğu şartlara
göre akıllıca ve ölçülü konuşmak, vaaz ve nasihatte bulunmak demektir. Herkes
aynı muâmeleye tâbi tutulmamalıdır. Her bölge, her grup ve her kişinin mizâcına
ve tabiatına uygun olarak hareket edilmelidir. Söz-konusu olan milletin ve
halkın başlıca hastalığının ne olduğu araştırılmalı ve ona göre ilaç ve
tedâviye başvurulmalıdır. Hastalığı kökünden giderici çâreler aranmalıdır.
‘İyi
nasihat’ iki mânâ taşımaktadır. Birincisi; dinleyici yalnızca delillerle
tatmin edilmeye çalışılmamalı, ayrıca duygularına da cevap vermeye dikkat
edilmelidir. Kötülükler ile saplantılar sâdece akıl ve mantık yoluyla
reddedilmemeli, insan tabiatında bu gibi duygu ve davranışlara karşı bulunan
nefret ve tiksinti de iyice kamçılanmalı ve bunların kötü sonuçları hakkında
îkazda bulunulmalıdır. Hidâyet ve sâlih amelin iyi tarafları sâdece akıl ve
mantık açısından anlatılmamalı, bunlara ilgi ve rağbet de uyandırılmalıdır. İyi
nasihatin ikinci mânâsı; samîmiyet, iyilik ve hayırseverliktir. Nasihat ciddî
ve samîmi bir şekilde yapılmalıdır. Nasihat edilen şahıs, kendisine hakaret
edildiği ve kendisinin küçük görüldüğü hissine kapılmamalıdır. Nasihat eden
yüksekten ve büyüklük kompleksiyle telkinde bulunmamalıdır. Onu dinleyen
kişiler, onun kendilerini ıslâh etmeyi candan istediğini bilmeli ve gerçekten
kendi iyiliklerini düşündüğü izlenimini almalıdırlar.
Konuşma,
münâkaşa ve fikir alış-verişi münâzara ve kavga şeklinde olmamalıdır. Hele bu
konuşmalar akıl cambazlığı ve zihin güreşi şeklinde hiç olmamalıdır. Saçma
sapan îtirazlara, gereksiz ve yersiz iftirâ ve ithamlara, istihfaf, alay,
hiciv, demagoji ve taşlamalara yer verilmemelidir. Amaç, karşı tarafı bağırıp
çağırarak susturmak ve gürültü-patırtı yapmak olmamalıdır. Nasihat eden, aksine
tatlı dilli ve iyi huylu olmalıdır. Son derece sabırlı, kibar ve nâzik
olmalıdır, ileri sürdüğü deliller mâkûl ve akla-mantığa uygun olmalıdır;
ayrıca kâlbe de işlemelidir. Nasihat ederken muhâtabın inatlaşmasına izin
verilmemelidir. Bahis mevzuu olan konu ona sâde ve temiz bir şekilde
anlatılmalıdır ve her türlü nasihat, telkin ve îkazlara rağmen fikrinden ve
inancından vazgeçmiyorsa, öyle bırakılmalıdır”.
Aslında dâvet, dâvet
edilenden çok dâveti yapana yarar verir. Zîrâ “dâvet görevi”ni yapmış olur. Bu
görevi hakkıyla yapmış ise ne âlâ!. Dâvet, daha çok dâvetçiye yarar verir,
çünkü dâvet edilenlerin büyük çoğunluğu dâvete icâbet etmez, yada karşı çıkmasa
da kabûl edip gereğini yerine getirmez. Fakat dediğimiz gibi, dâvet bir-kere
yapılmıştır ve dâvet esnâsında vahyin sözleri semâya yükselmiştir. Tabi
bâzılarının da -ilk başta umursamasalar da- bilinç-altlarına yerleşmiştir o dâvet.
Bâzı kâlpler daha sonra bu dâvete ve İslâm’a açılabilir.
Kur’ân’da dâvetçilerin
pirleri olan peygamberlerin dâvetlerinden bahsedilir. Peygamberlerin dâvetleri
hem dâvet yöntemini, hem de üslûbunu öğretir bizlere. Dâvetin bir sabır işi
olduğu çıkar ortaya. Fakat dediğimiz gibi, genelde fayda vermediği görülür
maalesef. Kur’ân’da Hz. Nûh’un bu çabası ve sonucu şöyle anlatılır:
“Dedi ki: Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz dâvet
edip-durdum. Fakat dâvet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Doğrusu ben,
onları bağışlaman için her dâvet edişimde, parmaklarını kulaklarına tıkadılar,
örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük
gösterip-direttiler. Sonra onları açıktan açığa dâvet ettim. Daha sonra (dâvâmı)
onlara açıkça îlân ettim ve kendilerine gizli-gizli yollarla yanaşmak istedim” (Nûh 5-9).
Görüldüğü gibi Hz. Nûh, dâvetin
her yolunu deniyor. Hakkını vererek dâvetini en iyi şekilde yapıyor. Peki sonuç
ne oluyor:
“Nûh: Rabbim, gerçekten onlar bana isyân ettiler; mal
ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve
büyük-büyük hîleli-düzenler kurdular. Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı
bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’yı, ne Yeğus’u, ne Ye’uk’u ve ne de
Nesr’i. Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zâlimlere
sapıklıktan başkasını arttırma!” (Nûh
21-24).
Hz. Nûh’un kavmi dâvetini
kabûl etmiyor ve ancak bir gemicik insan ona uyuyor. Demek ki dâvetin amacı,
insanları kitlesel ve nicelik olarak dîne katmak değil, “nitelikli kurucu unsuru”
oluşturmaktır. Sayıca az ama nitelikli olan insanları kazanmak için yapılır dâvet.
Çünkü:
“..Nice küçük topluluk, daha çok olan
bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir”
(Bakara 249).
İnsanların çoğu îman
etmeyeceği için (Yûsuf 103), dâvet insanların tamâmına yarar sağlamayacaktır. O
hâlde önemli olan, “iyiliği emr, kötülüğü nehy” edecek o “kurucu kadro”yu
oluşturabilmektir. Dâvetin ana-amacı İslâm’ın duyurulması ve o “kurucu kadro”nun
oluşturulmasıdır en başta. Hakkıyla yapıldığında da Allah’ın izniyle
başarılacaktır bu.
Dâveti en iyi şekilde yapmak
gerekir. Bu konuda bilgi, bilinç ve ahlâki yönden sağlam olanların yapacağı dâvet,
nitelikli kişilerin kâlplerini İslâm’a ısındıracak ve onlar da İslâm’a adanabileceklerdir.
Dâvet, yüzeysel kazanımlarla değil, bir “adanış” ile sonuçlanırsa başarılı olunmuş
olur. Bâzen dâvet çok yumuşak bir üslupla, nezâketle, merhâmet ve samîmiyetle
yapılsa bile çoğu-zaman sonuç vermeyebilir. Bunu en iyi şekilde Hz. İbrâhim’in
babasını dâvetinde görürüz:
“Hani babasına demişti: Babacığım, işitmeyen,
görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye
tapıyorsun?. Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık
bana tâbi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım. Babacığım, şeytana kulluk etme,
kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)’a başkaldırandır. Babacığım, gerçekten ben,
sana Rahman tarafından bir azâbın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın
velisi olursun” (Meryem 42-45).
Görüldüğü gibi Hz. İbrâhim dâvetini
olabilecek en iyi şekilde yapıyor. Fakat sonuç ne oluyor?:
“(Babası) demişti ki: İbrâhim, sen benim ilahlarımdan
yüz mü çeviriyorsun?. Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun
seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git” (Meryem 46).
Görüldüğü gibi dâvet
netîcesiz kalıyor. Fakat dâvetçi dâvetini en iyi şekilde yerine getirerek sorumluluğunu
yerine getirmiş oluyor. Artık fıtratıyla uyumlu bir dâvete muhâtab olmuş olan
kişi, dâveti kabûl etmemekle “Allah ile baş-başa kalmış” oluyor.
Dâvetten çok, “güzel örneklik;
“usvet-ül hasene” insanların tasavvur, düşünce ve eylemlerini değiştirebilir. Zîrâ
insanlar çeşitli nedenlerle dâvetçiyi anlamayabilirler. Fakat dâvetçinin duruşu,
konuşması, tutumu ve ahlâkı kişilerde olumlu bir etki yapar ve kişileri daha
çabuk ve etkili olarak dîne-İslâm’a kazandırabilir. Fakat zamânımızda (modern
zamanlarda) emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker yapılamıyor-yaptırılmıyor ve
bu nedenle de dâvetler kısır kalıyor ve fayda vermiyor.
Dâvetin tek-tek yapılması
farklı bir dâvet yöntemidir ancak peygamberler toplu dâvet metodunu da
kullanmışlardır:
“Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara âyetlerimizi
okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı
zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz” (Kasas 59).
Dâvete hiç muhâtap olmamış
olanlara, “lîder-merkezli”, “egemen-merkezli” tebliğ ve dâvetler yapmak olumlu
sonuçlar verebilir. Şükrü Hüseyinoğlu:
“Peygamberlerin mücâdele süreçleriyle ilgili
âyetlerden anlıyoruz ki, peygamberlerin mücâdeleleri temelde çevreye yönelik
değil, merkeze yönelik olmuştur. Çünkü toplumsal yönelim ve ilişki biçimlerini
belirleyen ana-etken egemenlik ilişkileridir” der.
Dâvetin en yakınlardan
başlanması emri ve tavsiyesi, mantık açısından ve birilerinin; “sen ilk önce git
de yakın akrabâna anlat” sözüne muhâtab olunmaması için uygundur. Yoksa yakın
akrâbalar genelde dâvete icâbet etmezler. Nitekim Peygamberimiz, amcası Ebu Tâlib’i
iknâ edememişti.
Dâvet çok açık yapılmalıdır.
Aksi-hâlde dâvetçi tâvizler vermeye başlayacaktır ve en sonunda da hem din
yozlaşacak, hem de bir-çok çelişkiler açığa çıkmaya başlayacaktır. Kur’ân bize dâvet
dilini de öğretir:
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve
onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları en
iyi bilendir ve O hidâyete erenleri de en iyi bilendir” (Nâhl 125).
“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler.
Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz şeytan insanın apaçık
düşmanıdır” (İsrâ 53).
“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, (kötülüğü) en
güzel olan bir tarzda uzaklaştır. O zaman, (görürsün ki) seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir” (Fussilet 34).
“Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzellikle
ayrıl” (Müzzemmil 10).
“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o azmış bulunuyor. Ona
yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar” (Tâ-hâ 43-44).
Peki dâvet kimlere yapılır?.
Dâvet sâdece kafire değil müslümanlara da yapılır. Kur’ân’da “müslümanlara” şu
şekilde tebliğ-dâvet yapılır:
“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine
indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı,
meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak
bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ
136).
Dâvet, sâdece herhangi bir
vatandaşa değil, siyâsilere de yapılır. Hattâ dâvette özellikle bu kesime de
odaklanılmalıdır. Fakat dikkat edilmesi gereken şey, bu kişilere dâvet
yapılırken yumuşak bir üslûp kullanmak fakat tâviz vermemek ve alttan
almamaktır. Siyâsi bir lîderin nazıyla uğraşmaktansa, normâl yurdum insanına
yapılacak dâvet daha yararlı olabilecektir. Dediğimiz gibi; biz dâvetin kime
yararlı olup-olamayacağını bilemeyiz. Bu nedenle de dâvetimizi sürdürmeliyiz:
“Onlardan bir topluluk şöyle diyordu: Allah’ın helâk
edeceği ve şiddetli bir cezâ ile cezâlandıracağı topluma niye öğüt
veriyorsunuz?. “Rabbinize karşı bir mâzeret olsun ve belki sakınırlar” diye
cevap verdiler. Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, kötülükten men
edenleri kurtarıp, zâlimleri fâsıklık yapmaları sebebiyle çok kötü bir cezâ ile
yakaladık” (A’raf 163-165).
Dâvet, şirkin içindeki “iyiler”i
ayırma eylemidir aynı-zamanda. Dâvet ile şirk toplumu içinde bir ayrışma
başlatılır ve hak ve bâtıl ortaya çıkar. Böylece herkes hakkın ne olduğunu da
bâtılın ne olduğunu da görmüş olur. İslâm’ın hicretten önceki son çabası, hak
ile bâtılın ayrıştırılmasıdır. Dâvet, kâfir ve müşrikler ile Allah’ı karşı-karşıya
getirmektir.
“Gerçek şu ki sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını
dönüp kaçtıkları zaman sağırlara çağrıyı işittiremezsin ve sen,
sapıklıklarından dolayı körleri hidâyete erdirecek değilsin; sen ancak
âyetlerimize îman eden kimseye işittirirsin ki onlar müslümanlardır” (Neml 80-81).
Şeytan, insanların çoğunun
dâvete icâbet etmeyeceklerini ve yoldan çıkacaklarını söyler:
“Şu benden
üstün yaptığını gördün mü (nesi var onun ki onu benden üstün kıldın)?.
Andolsun, eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek
azı hâriç kökünden koparıp sürükleyeceğim! dedi” (İsrâ 62).
İnsanlık-târihi boyunca çok
az kısım dışında toplumlar dâvete icâbet ederek tam mânâsıyla îman
etmemişlerdir-etmeyeceklerdir:
“Bunlardan önce helâk ettiğimiz hiç-bir kent
inanmamıştı; bunlar mı inanacaklar”
(Enbiya 6).
Dâvete zihnen hazır olanlar
dâveti hemen kabûl edebilirler. Dâvet bu anlamda yararlı olabilir. Dâvetin bir
de İslâm’i bir gündem oluşturması durumu vardır ki sağlam bir gündem oluşturulduğunda
geniş-çaplı bir dâvet yapılmış olacağından katılımlar daha kolay olacaktır.
Dâvette sebat etmek gerekir.
Çünkü dâvet, olumlu sonucunu bir-süre sonra gösterir. Bu nedenle:
“Şu hâlde, sen bundan dolayı dâvet et ve emrolunduğun
gibi doğru bir istikâmet tuttur. Onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma!. Ve
de ki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adâletli davranmakla
emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz
bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda ‘deliller getirerek
tartışmaya (hüccete gerek)’ yoktur. Allah bizi bir-araya getirip-toplayacaktır.
Dönüş O’nadır” (Şûra 15).
Dâvet ve tebliğ,
müstekbirlerden, hükümdarlardan, sermâyedarlardan ziyâde, “dâveti talep edene”
yapılmalıdır.? Peygamberimiz, “kendisini iknâ ederse bir-çok kişi de iknâ olur”
gerekçesiyle toplumun önde gelen müstekbirlerinden birine tebliğ ve dâvetini
yaparken, dâveti ısrarla talep eden diğer birinden yüz çevirdiği için Allah
tarafından tatlı-sert bir şekilde azarlanmıştır:
“Surat astı ve yüz çevirdi; kendisine o kör geldi
diye. Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?. Veya öğüt alacak;
böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak. Fakat kendini müstağni gören
(hiç-bir şeye ihtiyâcı olmadığını sanan) ise; işte sen, onda ‘yankı
uyandırmaya’ çalışıyorsun. Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne!. Ama
koşarak sana gelen ise, ki o, ‘içi titreyerek korkar’ bir durumdadır; Sen ona
aldırış etmeden oyalanıyorsun” (Abese
1-10).
Demek ki, kendini müstağni
görenlere ve hakîkate aldırış etmeyenlere de bir tebliğ-dâvet yapılacaktır
fakat bunda ısrâr etmeye gerek yoktur. Tebliğ ve dâvet, İslâm’a, hakka-hakîkate
meyilli olanlara ve dâveti talep edenlere olmalıdır. Bu bağlamda; “dâvet
yapacağım” diye hiç-bir umut olmayanlara dâvette ısrârcı olmak doğru değildir.
Yine; dâvet yapacağım diye, meyhânelere, barlara, kumar-hânelere, kerhânelere
gitmek, “dâveti abartmak” anlamına gelir. Davet, İslâm’ın en ağır
yükümlülüğüdür ve dâvet bir mü’minin olmazsa-olmaz yükümlülüğüdür. Fakat İslâm
bir “denge dîni”dir ve müslümanlar da “vasat ümmet”tir. Bu nedenle dâveti, hem
akıllıca hem de şirâzesinden çıkarmadan yapmak esas olmalıdır. Lâkin, “hiç umut
yok” yada muhâtaplar için “zıvanadan çıkmış” diye tebliğ ve dâvetten beri
durmak da yanlıştır:
“Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri
(öğüt ve hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı
bırakalım?” (Zuhrûf 5).
Özellikle günümüzde modern
etkilerin aşırı kuşatması sebebiyle, dâvet, tebliğ ve uyarılar bir yarar
sağlamıyor. Karşı tarafta mâkes bulmuyor. Çok dar bir etkisi oluyor ve çok az
sayıdaki kişileri etkileyebiliyor ancak. Kur’ân-merkezli yapılan dâvet, tebliğ
ve uyarıların çok açık ve etkili bir dille yapılması bile çok işe yaramıyor:
“Andolsun, onlara (kendilerini şirkten ve
bozulmalardan) caydırıp vazgeçirtecek nice haberler geldi. (Ki her biri)
Doruğunda-olgunlaşmış bir hikmettir. Fakat uyarmalar bir yarar sağlamıyor” (Kamer 4-5).
Şu âyetlere rağmen biz yine
de; hem Rabbimize karşı yüzümüz ak olsun için, hem de bir ihtimâl dâvetin fayda
verebileceği umûduyla tebliğimizi ve dâvetimizi ciddîyetle sürdürmeliyiz:
“Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın helâk etmek veya
şiddetli bir azâba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’
dediğinde; ‘Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimâl sakınabilirler, diye’
dediler” (A’raf 164).
“Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu îman
edecek değildir” (Yûsuf 103).
Dâvetin genelde târih
boyunca çok az kişilere faydası olmuşsa da, dâvet “davetçi”ye yarar sağlar ve
dâvet, müslüman toplum için Allah’ın yardımını celb-eder. Evet; dâvet en
azından “Allah’ın yardımını celb-eden etken” olması nedeniyle mutlakâ gayretli
bir şekilde yapılmalıdır. Allah’ın yardımı, “sabırla yapılan dâvet”ten sonra
gelecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder