“Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlakâ gökler ve
yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve
şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler” (Mü’minûn 71).
“Elif! Lâm!
Ra!. Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem kılınmış hem de doğru kararlar
veren ve her şeyin iç-yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. Böyle
olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir. Ben de o kitapla sizi uyaran
ve müjdeleyen kişiyim” (Hûd 1-2).
Demek ki Allah’tan başkalarının açılımlarına göre
hareket etmek şirktir. Zâten âyette söylendiği gibi, açıklamayı Allah yapar ve
peygamberler bir açıklama değil, uyarı ve müjde yaparlar ve eylemleriyle
(sünnet) örnek olurlar.
Bilindiği gibi lâiklik, dîni kamusal alandan dışlayan
bâtıl bir sistemdir. Modernizm, katı lâikliğin yerine “yumuşak lâiklik”
zannedilen sekülerizmi getirerek sanki dîne bir özgürlük alanı veriyormuş gibi
davranıp, onu kamudan tamâmen uzaklaştırmıştır. İşin tuhaf tarafı, müslümanlar,
“katı lâiklikten kurtulduk” zannederken sekülerizmin kucağına oturduklarının
farkında değiller. Onları bu aldanışa sürükleyen şey ise, doğasında münâfıklık
olan sekülerizmin, dîni alanda görece bâzı özgürlükler verdiğinin
zannedilmesidir. Böylece değişen bir şey olmamasına rağmen sekülerizme alan
açılmaktadır ve müslümanlar da bundan herhangi bir rahatsızlık duymamaktadırlar
büyük ölçüde. İslâm bir uzaklaştırmadan başka bir uzaklaştırmaya geçmektedir ve
kamusal alanda yine hâkim olamamaktadır. Hâlbuki İslâm, kamusal alanın tam da
merkezinde olmak ister. Zîrâ İslâm, bâzı bâtıl dinler-felsefeler gibi vicdanlara
hapsedilebilecek bir din değildir. Sığmaz da zâten.
İslâm bir kamusal alan dînidir. Bireysel inşâdan
sonra kamuyu da inşâ etmek ister. Aksi-hâlde bireysel inşâ da yarım kalır. Zîrâ
İslâm’ın “tam anlamıyla” yürürlükte olması için müslümanların kamusal alana
ihtiyâcı vardır ve bu nedenle İslâm kamusal alana hâkim olmalıdır. Zâten
kamusal alana hâkim olmadığından meselâ tesettür, kânun-yasalar, dâvet, ibâdetler,
paylaşım, sosyâl-kültürel etkinlikler, kısacası hayat İslâm’sız yâni dinsiz
olur, yâni dinsiz bir din ortaya çıkar. Dolayısı ile de adâletsiz bir ortam oluşur
ki dîni kamusal alandan uzak tutmak insandan başka hayvan ve bitkiye bile zarar
verir. Çünkü iş-başına geçen dinsizler ekini ve nesli mahveder. Dînin kamusal alandan
uzak tutulmasını isteyenler; hırsız, yolsuz, hâin, günahkâr şerefsizlerdir.
Böylece her türlü yolsuzluklarını kolayca ve hesap vermeden yapabileceklerdir.
İslâm kamusal alanda olunca buna izin verir mi?. Tabî ki de vermez. Demek ki
İslâm’ın-dînin kamusal alandan uzak tutulmasının istenmesinin nedeni, dînin
denetiminde olmak istenmeyiştir. Dînin denetiminde olmayı istemeyen şey nedir?.
Nefs, tâğutlar ve şeytandır. Dîni kamusal alan sokmamak, -hâşâ- “Allah’ı
kamusal alana sokmamak” anlamına gelir. Gerçi kimsenin buna gücü yetmez ama
sünnetullah gereği insanlar bundan büyük zarar görürler. Şükrü Hüseyinoğlu:
“İnsanlığa bildirilmiş son Rabbâni reçete ve yürürlükteki yegâne hak din
olan İslâm, batı pozitivizminin, ilgi alanı vicdanlar ve dar mânâda mâbedlerle
sınırlı olan religion (din) tanımında ifâdesini bulan “kamusal alan-dışı” bir
din değildir. İslâm, insanın olduğu her an ve alana ilişkin sözü olan, fert ve
toplum hayâtını alemlerin Rabbi yüce Allah’ın irâdesi doğrultusunda inşâ etmeyi
hedefleyen ve bunun için de mikro ve makro tüm iktidâr alanlarına müdâhil olan
bir ölçüler bütününün adıdır. O, insanlığa nasihat etmekle kalmayıp, onlar için
Dünyâ ve âhiret saadetine kaynaklık eden somut ölçü ve ilkeler bildiren bir
hayat-nizâmıdır. Bu din, insanlar arasında adâletin, doğruluğun, merhâmetin,
paylaşımın hâkim olmasını istediği gibi, bu hedefleri gerçekleştirmede
insanlara rehberlik edecek ilke ve hükümleri de bildirmektedir.
İslâm, muharref hristiyanlık gibi sevgi, iyilik, merhâmet ve benzeri
soyut kavramlarla sınırlı bir din değildir. İslâm, insanların kâlblerine, vicdanlarına,
düşüncelerine hitâp ettiği gibi insanlar arasındaki ictimâi, siyâsi, iktisâdi
işleyişe de hitâp eder, yeryüzünde iyiliği, merhâmeti, sevgiyi hâkim kılmanın
olmazsa-olmaz ölçülerini bildirir. Mikro ve makro tüm iktidâr alanlarını
Rabbâni ölçülere tâbi kılmayı gâye edinir ve dolayısıyla hayâtın her an ve
alanına müdâhil olur. Ayrıca İslâm sâdece fertleri muhâtap alan ve insanların
ferdî yaşantılarıyla ilgili ölçüler bildiren bir din de değildir” der.
Hayat boşluk kabûl etmez. İslâm kamusal alandan uzaklaştırılınca
kamusal alana ne yakınlaştırılacak?. Yâni kamusal alana ne sokulacak?. Tabî ki
de yerine demokrasi, lâiklik, sekülerizm, liberâlizm, kapitâlizm, adâletsizlik,
zulüm, şerefsizlik vs. sokulacaktır. Böylece kamusal alan bulanıklaşacak ve birileri
bu bulanık suda balık avlayacaktır. Bunu her zaman görüp duruyoruz çünkü. Fakat
insanlar yine de bu yolda gidiyorlarsa, insanlara seçme yeteneği ve yetkisi
veren Allah, bu yanlış seçimlerin olumsuz sonuçlarını ortaya koymasın da ne
yapsın?.
İslâm’ı kamusal alandan uzaklaştırmak, “İslâm’ı
hükümsüz bırakmak” demektir. Zîrâ İslâm sâdece kısa ve basit bir-kaç ibâdet ve
ritüelden ibâret değildir. Hayâtın tam merkezine söyleyecek sözü ve hayâtın tam
da merkezine yönelik projeleri vardır. Birileri her ne kadar bu projelerden
bahsetmekten utanıyor olsa da bu gerçek değişmez. Ercüment Özkan:
“İslâm’ın hiç-bir hükmü, ortaya koyduğu değer utanılacak bir değer
değildir. Kendine bu denli güvenini yitirmiş toplumlar helâk olmaya mahkumdur.
Böylesi bir utanma söz-konusu olacaksa, asırlardır diğerlerine kıyâs edilemeyecek
derecede başarılı olarak milyonları idâre eden İslâm ahkâmından utanmak değil,
diğer düzen sâhipleri kendi düzenlerinden utanmalıdırlar” der.
Müslümanlar içinde sözde bilgin bir kesim de İslâm’ın
kamusal alandan uzak tutulmasını ağır bir sarhoşluk hâli içinde söyleyebiliyor.
Bunlar müslüman olmayı “kitap yüklü eşek” gibi olmak zannedenlerdir. Sahabe;
“on âyet ezberleyip, onun gereklerini yerine getirdikten sonra diğer âyetlere
geçmezdik” diyor. Sahabe bu âyetlerin gereklerini nerede yerine getiriyordu?.
Tabî ki de kamusal alanın tam da orta yerinde. Demek ki âyetlerin gerekleri
hayâtın yâni kamusal alanın tam da ortasında yerine getirilebiliyormuş. Zâten
Kur’ân’ın fâsıla-fâsıla indirilmesinin nedeni de, indirilen bir fasıldaki âyetlerin
hayâta dönüştürülüp diğer âyetlerin beklenmesi yöntemiydi. Kamusal alanda
görünür olmayan yâni eyleme geçmeyen bilgi, kişiyi kibirlileştirir, “ne oldum
delisi” yapar. Onu yanlış yollara sokar.
Peygamberimizin hicreti, İslâm’ı hayatta hâkim kılmak
içindi. Aksi-hâlde İslâm sâdece bir ahlâk ve felsefe sistemi olsaydı,
Peygamberimizin bir hareket metodu olmazdı ve Mekke’de zihni-mânevi telkinlerle
yaşayıp giderlerdi.
İslâm “hükmetmediğinde yâni kamusal alana hâkim
olmadığında hakkıyla yaşanmıyor” demektir. İslâm sâdece vicdanlara değil,
hayâtın tam ortasına yâni kamusal alanda hükmetmedikçe tamamlanmış ve yaşanmış
olmaz. Nîmet kemâle ermez. Allah bu nedenle Kur’ân’ın kamusal alanda hüküm
kaynağı olmasını emreder:
“Kendilerine
Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?. Aralarında Allah’ın Kitabı hükmetsin
diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle
arka dönenlerdir. Bu, onların: Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle
dokunmayacak demelerindendir. Onların bu iftirâları, dinleri konusunda
kendilerini yanılgıya düşürmüştür”
(Âl-i İmran 23-24).
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak
ister” (Nîsâ 60).
“İslâm dîni kamusal alana karışır mı karışmaz mı”
tartışmalarını; “İslâm, insanın yürüyüşüne-konuşmasına bile karışır ve nasıl
bir yürüyüş ve konuşma üzere olması gerektiğini de söyler” diyerek
cevaplayabiliriz. Evet; İslâm insanın nasıl yürümesi-konuşması gerektiğine bile
karışır ve bunu düzenler:
“İnsanlara
yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme.
Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol
tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı
gerçekten eşeklerin sesidir” (Lokman
18-19).
Dînin kamusal alan yâni “dîni hayâta hâkim kılmak”
için olduğunu bilmeyen ve bu uğurda çalışmayanlar, İslâm’ı tam olarak idrâk
edememişlerdir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder