Şu lânet olası “modern zamanlar”da
bir-çok müslüman da, modernizmin çeşitli görüşlerinden, ürünlerinden,
söylemlerinden, ideolojilerinden ve okuma-anlama-düşünme-fikretme tarzlarından etkilendiler.
Bu nedenle de aynen batılılar gibi faaliyetlerde (etkinlik demek daha doğru
olur) bulunmaya başladılar. “Ancak batılıların aydınlanma süreci gibi bir süreç
yaşarsak onlar gibi muâsır! medeniyet! seviyesine çıkarız” diye düşünmeye başladılar
ve bunu söylemlerinde-yazılarında-konuşmalarında ve etkinliklerinde göstermeye
başladılar. Şunu demek istiyorlar: “Batılıların aydınlanma/gelişme/uygarlaşma
sürecinin aynısını biz de tâkip etmeliyiz ki onlar gibi olalım”. Bunu direkt
olarak sözleriyle-yazılarıyla söylemiyorlarsa da dolaylı yönden bundan başka
bir şey konuşmuyorlar ve etkinliklerde bulunmuyorlar. Zâten İslâm’i bir eylemleri-amelleri
olmuyor bu nedenle. Ellerinde Kur’ân var ama eylemlerini Kur’ân
belirlemiyor. Kur’ân onlar için sâdece inceleme ve araştırmanın konusu. Didiklemenin
konusu. Onlar Kur’ân’ı didikledikleri için, Kur’ân da onların beyinlerini-kâlplerini-anlayışlarını
didikliyor ve bu nedenle de didik-didik oluyorlar. Didik-didik olunca da bölük-pörçük
bir hâle geliyorlar. Parçalanıyorlar. Sonuçta da artık korkaklık/uyuşukluk/tembellik
alâmet-i fârikaları oluyor.
Hâlbuki Kur’ân’ın-İslâm’ın kendine-özgü
bir okuma/anlama/idrâk etme/bilme/bilinçlenme/eylem-plânı/devlet/medeniyet
anlayışı vardır. Bunun için başka kaynaklara çok da ihtiyaç yoktur. Gayr-ı
müslimlerin sistemlerini-bilimlerini-düşüncelerini bilmek farklı nedenlerle
iyidir tabî ki; fakat onların gittiği yoldan gidildiğinde, sonuçta onlar gibi zâlimleşmek
de doğal ve normâldir. İşte bu nedenle böyle bir yol İslâm’ın tavsiyesi ve emri
değildir. Çünkü batı’nın uygarlaşma süreci, aynı-zamanda bir
zulüm-zâlimleşme sürecidir. Kızılderilileri soyarak, yâni hırsızlık yaparak
ve aynı-zamanda onları öldürerek başlattıkları güyâ bir uygarlaşma sürecidir
batı’nın kalkınma süreci. Zâten önemli ve faydalı bilgilerini de kaynak
göstermeden müslümanlardan almışlar ve değiştirerek ve geliştirerek kendilerine
mâl (ya da mal) etmişlerdir. İşte bu nedenle batı’nın kalkındığı şartlarla-süreçlerle
kalkınmak ve uygarlaşmak! zâlimliktir-şerefsizliktir. Batı’nın izlediği bu
süreci izleyenler, en sonunda bir-gün gelir aynı onlar gibi Dünyâ’yı sömürmeye,
insanları öldürmeye, aç-susuz bırakmaya, soymaya ve her çeşit zulmü yapmaya
başlarlar. Çünkü bunu yapacak düşünce ve tasavvur, “aydınlama süreci”nde elde
edilmiştir. Aydınlama-düşünme-bilgilenme süreçleri, onları mâlûm eylemlere
götürmüştür. İşte bu nedenle müslümanların kendine-özgü
okuma/idrâk-etme/bilinçlenme/eyleme-dökme/devlet-medeniyet sürecini, Peygamber
örnekliği yâni sünnet üzerinden tekrarlamaları gerekir. Çünkü Kur’ân’ı bir
kenara bırakmadan (mehcûr), batı’nın kalkındığı gibi kalkınamazsınız. Kur’ân
ile berâber olacak medenileşme süreci ve dolayısıyla her türlü zulümden
kurtulmanın çâresi, İslâm’ın kendine-özgü medeniyet sürecini izlemesiyle
mümkündür. Başka çâresi yoktur.
Fakat “vehn” hastalığının (Vehn=Dünyâ’ya
aşırı bir şekilde bağlanıp onu sevmenin ve ölümden ise aşırı bir şekilde korkarak
ondan kaçmanın ve hattâ ondan kurtulmak istemenin) da nedeniyle,
tembellik/korkaklık/amaçsızlık-hedefsizlik/bilinçsizlik ve de fakirlik/hastalık
gibi çâresizlik durumlarından dolayı bir-türlü bu süreci başlatma ve bu yolda
yürüme yoluna girilemiyor. Unutulmamalı ki İslâm’ın özü bu söylediğimiz negatif
durumlara aykırıdır. Çünkü Müslüman-mü’min, gayba îman eden kişidir ve Dünyâ’yı
helâlinden faydalanılan fakat geçici bir imtihan yeri; âhireti ise sonsuz ebedî
mekân olarak kabûl eder ve görür. Bu nedenle de başta ölüm olmak üzere her
sıkıntıya katlanması gerektiğinin bilincinde olarak ana-hedef için malıyla ve
hattâ canıyla mücâhede (aşırı gayret) eder.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı mü’min
kişi ve toplum, Kur’ân ile birlikte, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreçlerini
izleyerek, her türlü mazlûmiyete son verme ve Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim
kılmak (Enfâl 39) için var gücüyle çalışır. Yâni bilgi-bilincin kaynağı olan Kur’ân’ı
bu niyetle okur, eylemin kaynağı olan sünnete de bu niyetle uyar.
“Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet
vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
“Bir fitne
kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın. Eğer
vazgeçerlerse, artık düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır” (Bakara 193).
Fakat modern müslümanlar (tabî ki
genellemiyoruz), Kur’ân’ı sâdece inceleme ve araştırmanın bir konusu olarak
kabûl ediyor ve zinhar eyleme dönmeyecek çalışmalar yapıyorlar. Oturdukları
yerde “donuk” olarak yaptıkları ve sonuçta hiç-bir yaraya merhem olmayan
çalışmalarını, Kur’ân-sünnet merkezli çalışmalardan üstün tutuyorlar. Eylemden-amelden
üstün tutuyorlar. Laik-seküler-neo-liberâl-demokratik-kapitâlist-modernist-konformist
zulüm-sistemlerinin çeşitli yollarla (târikat-cemaat-parti-ajan) alttan-alta
yerleştirdiği düşünme yöntemlerini doğru ve iyi görüyor ve çalışmalarını bu
tarzda yapıyorlar. Batı-merkezli bu düşünme-bilgilenme yöntemlerinde, bilgi
konusunda her-şeye, hattâ salt bilgilenme için yapılan her türlü çalışma
şekillerine bile seslerini çıkarmayanlar, iş eyleme gelince en ufak bir
hareketten kıl kapıyorlar ve buna engel olmak için öldürmek dâhil her yola baş-vuruyorlar.
Zâten “batı”nın müslümanlarla çatışmasının-savaşmasının ve onlara zulmetmesinin
ana-nedeni budur. Onları kendi sistemlerine, “yol”larına çeşitli şekillerde
şiddetsiz ve çatışmasız olarak sokamadıklarından, nihâyetinde onlarla savaşmaya
başlıyorlar. Çünkü bu müslümanlar, dîni onların istedikleri gibi anlamaya ve
yaşamaya yanaşmıyorlar. Onların istedikleri gibi yiyip-içip-giyip
tüketmiyorlar, onların istedikleri gibi düşünmüyorlar ve faaliyetlerde bulunmuyorlar.
Onların istedikleri ideolojileri, benimsemedikleri için kabûl etmiyorlar.
Laik-seküler-kapitâlist-demokratik-konformist-modernist-ılımlı
sözde müslüman ülkeler ise, batı’nın bu düşünme ve etme-eyleme yöntemini benimsiyorlar
ve ona göre hareket ediyorlar. İslâm’ı-Kur’ân’ı umursamayanların, Dünyâ’dan,
daha iyi ve sıkıntısız bir şekilde faydalanmak istemeleri nedeniyle bu sistemi
kabûl etmelerini anlayabiliyoruz. Fakat müslümanların da bu duruma bire-bir
uymaları hem üzücü, hem hayâl kırıklığına uğratıcı, hem de karamsarlığa düşürücü
bir etki yapıyor. Zâten batı’nın amaçlarından biri de budur: Yıldırmak.
İşte müslümanlar bu uğurda Kur’ân ile, eyleme
dönük olarak değil, araştırma-incelemeye dönük olarak ilgileniyorlar ve tam da
batı’nın-tağutların ve en nihâyetinde de Şeytan’ın istediği
yorumlar-tefsirler-meâller yapıyorlar ve insanların Kur’ân gibi, Peygamber gibi
ve hattâ Allah gibi bir eleştiri, îtirâz ve isyan mercîlerinden ve
örnekliklerinden uzak kalmalarına sebep oluyorlar. Evet, başta peygamberimiz
olmak üzere, Kur’ân isyankârdır ve Allah isyankârdır (kâim/kayyum). Peygamberimiz,
dönemin Mekke’sindeki en huzursuz insandır. Bu nedenle de isyankârdır. Ahlâkın sonucu (el emin) olan bir isyandır bu. Kur’ân baştan-sona bir eleştiri, îtirâz ve isyân kitabıdır.
Varlık isyânkârdır: Denizler isyân eder: kabarır-dalgalanır-hırçınlaşır ve
isyânını bu şekilde gösterirken; dağlar isyân eder: püskürerek-sarsılarak ya da
sessiz haykırışlarla, ya da bir isyankârın feryâdını-çığlığını yankılayarak
isyâna katılır. Böylelikle temizlenir denizler ve dağlar.
Ali Osman Gündoğan:
“Aslında insanın, insan olmak için gerçekleştirdiği eylemlerinde isyân,
onun insan olmasının da başlangıcını temsil eder. Bu bakımdan isyân, bir
bilinç hâlidir ve bilinçlilik de sorumluluktan ayrılmaz. Bunun tam adı da sorumluluk
bilincidir ve bu sorumluluk bilinci de bizi eyleme dâvet eder. Sâdece
hareket etmekle hür olabiliriz.
Eylem, sorumluluktan kaynaklanan ve özgürlüğü açığa çıkaran
bir hakîkat alanı olarak ahlâklılığın koşulunu oluşturur. Bu açıdan ahlâk,
irâdenin kendi imkânlarını denediği bir eylem-sahası olarak görülmektedir.
İrâde, imkânlarını denediği eylemiyle iyiyi gerçekleştirmek ister. Çünkü ahlâk,
ideâl olarak düşünülmüş iyiyi gerçekleştirmeyi gerektirir. İsyân da, irâdenin
iyiyi gerçekleştirmek uğruna kendini köleleştiren ve karşısına engeller koyan
kuvvetlere karşı giriştiği bir mücâdeledir. Bu mücâdele, tabiat determinizmini
ve toplumsal determinizmi aşmak sûretiyle daha üst bir düzeni kendi fiillerinde
gerçekleştirme çabasıdır. Çünkü ahlâk, tabiat determinizminin dışında,
toplumsal itaatkârlığı aşan bir kendini arama ve bulma ve bu arama ve bulmayla
ideâl olan bir düzeni benimsemedir. Bu benimsemeyi, her-türlü esârete karşı
çıkışla gerçekleştiren irâdenin isyânı ve bu isyânı da bir ahlâkın koşulu olarak
düşünebiliriz” der.
İsyan bir çeşit temizliktir. Allah hem peygamberimiz
zamânındaki mevcut zaman ve coğrafyaya, hem de tüm zamanlardaki ve mekânlardaki
zâlim Dünyâ’ya isyân eder. Bunu da Peygamber ve vahiy göndererek îlân eder. Kur’ân
her dâim tamamlanmış bir hâlde elimizde olduğu için biz de bu tutumda
olmalıyız.
Zâten bu yazımız da, müslümanların yanlış
çalışma şekillerine bir isyândır. Bu yanlış çalışma şekillerine ve bu bağlamda
bir âyetin yanlış çevrilmesine bir îtirâz olarak yazdık bu yazıyı. Bu âyet
Tevbe Sûresi 122. âyettir..
“Ve
mâ kânel mu’minûne li yenfirû kâffeh(kâffeten), fe lev lâ nefere min kulli
firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ
receû ileyhim leallehum yahzerûn(yahzerûne)” (Tevbe 122).
Âyetin doğru çevirileri:
“Mü'minlerin
top-yekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabîleden bir grup, dînin
özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için
sefere çıkmalıdır”. (Seyyid
Kutup).
“İnsanların
hepsi toptan sefere çıkacak değillerdi. Ama her kabîleden bir cemâatin dîni
iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldiklerinde, sakınmaları umuduyla
onları uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez miydi?”. (Süleyman Ateş).
Ayetin yanlış çevirileri.
“İnananların
hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir
grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çıkan topluluk geri
döndüğünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için arkada kalmaları
gerekmez mi?”. (Yaşar Nûri
Öztürk).
“Bütün
bunlarla birlikte, (savaş zamânı) mü’minlerin hepsinin toptan yola çıkması
doğru olmaz; onların arasında her gruptan bâzılarının seferden geri
kalmaları, (bunun yerine) din hakkında derin ve sağlam bir bilgi elde etmek
yolunda çaba göstermeleri ve (böylece) seferden dönen kardeşlerini aydınlatmaya
çalışmaları daha yerinde olacaktır; böylece belki, onlar (da) kötülüğe
karşı kendilerini (daha iyi) korumuş olacaklardır”. (Muhammed Esed).
Evet; âyetin demek istediği şudur: “Mü’minlerin
(nefer olarak) sefere/savaşa/yola ya da Medîne’ye hep birlikte gitmelerine
gerek yoktur. Buna gerek yok. Her kabîleden bir grubun katılması yeter. İşte bu
kişiler bu sefere çıkarak, bu sefer/savaş/yolculuk sırasında karşılaşacakları
ve mücâdele edecekleri her-şey üzerinde, yâni eylemde oldukları bir hâlde, bu
süreçte vahiy-merkezli düşünmeler ve eylemler yapsınlar. Bu süreç içerisinde
vahiy-merkezli bir duyguyla, karşılaştıkları her-şeyle bilgilerini
birleştirerek bir bilince ulaşsınlar. Sefer/savaş/yolculuk dönüşünde de, onlara
katılmayarak yerleşim yerlerinde kalan insanlarla-kardeşleriyle, kazandıkları
bilinci paylaşsınlar. Böylece sefere çıkmayanlar da bilinçten bir pay alarak
artık vahyi bu bilinç ile okusunlar ve ona göre hareket etsinler ki uyarılmış
olsunlar ve takvâlı davransınlar. Böylece sorumluluğunu bilen takvâlı bir
toplum oluşsun”.
Yâni âyet şunu söylemiyor: “Hep birlikte
sefere çıkmayın. Sâdece bir kısmınız çıksın, geride kalanlar da Kur’ân üzerinde
inceleme-araştırma çalışmaları yapsınlar, böylelikle vahyi didiklesinler, onu
iyice bellesinler de, sonra sefere çıkan kardeşleri döndüğünde onlara: “Bak bu
âyet burada şu şekilde geçiyor, şuradaysa başka bir şekilde geçiyor. Şu kelime
şurada şu şekilde geçtiği için, bu kelime şu şu demektir” gibi söylemlerde
bulunsunlar, onlara Kur’ân’ın siyak-sibak-edat-zamir-fiil vs. gibi gramerlerini
anlatsınlar, Kur’ân’ın kelimelerini câhiliye dönemindeki şiirlerden buldukları
kelimelerle karşılaştırıp, Kur’ân’daki kelimelerin gerçek anlamının şu şu
olduğunu göstersinler, “bak biz bir ders grubu kurduk, Kur’ân’ı inceleyip
araştırıyoruz, hadi gel sen de bize katıl da sen de Kur’ân’ı didiklemeyi öğren”
desinler”.
Kur’ân yâni Allah bunu demiyor onlara.
Demez de zâten. Çünkü oturan kişi hareket hâlinde olan kişiden daha iyi idrâk
edemez Kur’ân’ı. Zîrâ Kur’ân bir bilinç kitabı olduğundan başka, tamâmıyla
bir eylem-hareket-amel kitabıdır. Belli bir bilme sürecinden sonra
eyleme-harekete-amele geçemeyenler, yâni Kur’ân’ı yaşamayanlar, yâni oturanlar,
oturdukları yerden ahkâm kesmek isteyenler, vahyi doğru olarak anlayamazlar ve
hiç bitmeyecek araştırma-inceleme ve çoğu zaman da saçmalama sürecinden
kurtulamazlar. Kur’ân bir uzak-doğu ahlâk felsefesi değildir. Bir edip-eyleme kitabıdır.
“Nasıl yapılacak” sorusuna yanıt veren bir kitaptır daha çok, “nasıl
anlaşılacak” sorusuna değil. Hiç kimsenin oturduğu yerden keseceği ahkâm doğru
ver tutarlı olmayacaktır. Hareket ve eylem-amel hâlinde olanların anlayacağı-idrâk
edeceği bir bilinci-hedefi-rûhu vardır Kur’ân’ın. Bu nedenle sefere çıkarak
eyleme geçenlere, oturanların bir şey öğretmeleri söz-konusu olamaz. Böyle bir
şey, kıçlarının üzerine oturup da vahyi didiklemekten başka bir-şey
yapmayanların ne hadlerine!. Onlar nerden bilecek ki?. Sefere çıkanların
bilmeyeceği ne söyleyecekler?. Onlar kadar mı bilecekler?. “Hem, oturanlar”ın söyleyecekleri
gereksiz şeyleri bilmeseler ne olur?. Allah ve Kur’ân bizden böyle bir şey mi
bekliyor?. Zâten Kur’ân çok açık ve anlaşılır, bilinebilir bir kitaptır. Zîrâ Kur’ân,
hayatlarında bir kitap bile görmeyen, okuma-yazma bilmeyen bir topluma inmiştir.
Peygamberimiz onlara vahyi okuduğunda, sahabeler onun murâdını hemen
anlamışlardı. Çok istisnâ olarak bâzı şeyleri sormuşlar ve Peygamberin çok uzun
olmayan anlatımlarıyla bunu da hemen idrâk edebilmişlerdir. İşin asıl “yapma”da,
eylemde, amelde olduğunu, yâni Kur’ân’ı anlamanın-idrâk etmenin, asıl hareket
hâlindeyken daha etkili olduğunu görmüşlerdir. Kur’ân’ı asıl onlar bilir,
oturanlar değil. Asıl, sefer/savaş/eylem/hareket/amel hâlinde olanların
ecirleri yüksektir:
“Mü’minlerden,
özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri
oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti)
va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle
üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).
Şu âyet de açıkça, bilmenin zihin ile değil kâlp ile
olduğunu ve ancak hareket hâlinde iken kâlbin bu bilmeyi
gerçekleştirebileceğini söyler:
“Yeryüzünde
gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve
işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak
sînelerdeki kâlpler körelir” (Hacc
46).
İnsan bildiği ile amel edince bilmediğini de öğrenir.
İnsan oturup durduğu yerde dikey bir ilerleme sağlayamaz, yatay seyirler
izleyebilir sâdece. Peygamberimiz: “Bildiği ile
amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir” der (Ebu Nuaym, Enes
b. Malik’ten, nak. İbni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14).
“Eğer
gerçekten biz, onlara: “Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın” diye
yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında bunu yapmazlardı. Onlar,
kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı
ve daha sağlam olurdu. Biz de onlara, o zaman yanımızdan büyük bir ecir
verirdik. Ve onları mutlakâ dosdoğru yola yöneltip-iletirdik” (Nisâ, 66-68).
“Doğru
yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan
korkup sakınmalarını) vermiştir” (Muhammed 17).
İşte bu nedenle de Allah; “siz bir
toplumsunuz ve yerleşim-yerlerinde kadın ve çocuklar var, hem de yapılacak başka
bir sürü işler ve görevler var. Bu nedenle topluca sefere çıkmayın. Her köyden-kentten,
her yerleşim-yerinden bir grup gitsin, diğer işler de böylelikle aksamasın. Daha
sonra o gidenler, eylem hâlinde oldukları için doğal ve normâl olarak hayat
(evren) kitabını ve dolayısıyla vahiy kitabını (Kur’ân) çok daha iyi kavradıkları ve vahiy-merkezli bir bilinç
oluşturdukları için, döndüklerinde bilgilerini-bilinçlerini sizinle
paylaşsınlar ki siz de bu bilgiye-bilince erin. Çünkü bu bilince oturulan yerde
yâni masa-başında erilemez. Bilinç en iyi şekilde; sefer/savaş/yolculuk/tanışma/görme/mücâdele
etme vs. ile hareket-eylem-amel hâlindeyken olur. Hattâ en iyi şekilde ancak açık
bir meydan-savaşı hâlindeyken erilir o bilince:
“Mü’minler
(düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: Bu,
Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru
söylemiştir. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini
arttırdı” (Ahzab 22).
Evet ey müslüman/mü’min kardeşlerim!. Bilgiden
bilince geçmenin zamânı daha gelmedi mi?. “Evet geldi” diyorsanız şunu iyi
bilin ki, belli bir bilgilenme sürecinden sonra bu bilince, samîmi eylem ve çalışmalardan
ve mücâhededen (çok gayretli çalışma) sonra ulaşabilirsiniz. Bundan sonrası ise
Allah’ın dilemesi (uygun bulması) ile bir devlete-medeniyete dönüşecek ve yer-yüzünde
din-söz-hak-hukuk- sâdece Allah’ın olacak ve böylelikle tüm
mazlûmiyetler/perişanlıklar/çirkeflikler son bulacaktır. İşte böyle bir süreç;
ancak hareket-eylem-amel hâlindeyken olur. Ancak böyle bir tarz-tavır-yöntem
ile o bilince erilebilir-erişilebilir. Sünnet olan budur çünkü. Oturduğunuz
yerden hayatta karşılığı olmayan yanlış ve tutarsız çıkarımlar yaparak Kur’ân’a
zulmetmeyi bırakın da; sünnet-süreci olan bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet
sürecine bir katkı yapın. Böylelikle mü’min olduğunuzu ispât edin..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Not: Amacımız, âyetin yanlış çevirisini yapanlara örnek
verdiğimiz kişileri düşman göstermek değildir. Biz de bu kişilerin hem meâl-tefsirlerini,
hem de diğer eserlerini tâkip ediyoruz ve onlardan (Allah râzı olsun) yararlanıyoruz.
Eleştirimiz, bu ve bâzı âyetler için yapılan yanlış çevirilere ve yanlış
düşünceleredir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder