17 Ekim 2015 Cumartesi

İslâm'da Kurban Var Mı



“Ey îman edenler, Allah'ın şiarlarına, haram olan ay'a, kurbanlık hayvanlara, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin” (Mâide 2).

Özellikle son zamanlarda tartışma konusu hâline getirilen “kurban kesme” olayının Kur’ân’da emredilmediği, bu nedenle de İslâm’da “kurban kesme” diye bir şey olmadığı söylenmektedir. Bu kişilerin iddia ettiği şey “kurban” değil, “kurbanlık hayvan kesimi”dir. “Kurban bir yakınlaşmadan ibârettir, hayvan kesme yoktur” diye iddia etmektedirler. Öyle ki; kelimelere attırdıkları taklalar, aslında bir hayvanı değil fakat Kur’ân’ı kurban etmektir. Kur’ân, âyetlerine/kelimelerine olmadık anlamlar yükleyerek kurban ediliyor.  

Bu meselede kelimeleri çok fazla didikleyerek, apaçık “kesme” ile ilgili âyetlere/kelimelere olmadık aşırı zorlama anlamlar vermektedirler. Biz bu konuyu “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde farklı bir âyetle birlikte tefsir ederek tartışmak istiyoruz. Bu âyet Nûr Sûresi 31. âyetteki “humur-hımar kelimesinin geçtiği baş-örtüsü âyetidir.

Bu âyetteki “hımar” kelimesi için ona sâdece “örtü” anlamı vererek, bu örtünün baş-örtüsü olması gerekmediğini, o yüzden bu kelimenin baş-örtüsü anlamında değil, “herhangi bir örtü” anlamında olduğu söylenir. Baş-örtüsü anlamına gelebilmesi için “baş” kelimesinin geçmesi gerektiğini söyleyerek; “baş”, “kafa”, “tepe” anlamına gelen “re’s” kelimesinin humur ile birlikte kullanılması gerektiğini söylerler ve bunun da “humurun ra’s” olarak ifâde edilmesi gerekir ki baş-örtüsü mânâsına gelsin derler. Hâlbuki tüm Dünyâ’da baş için kullanılan nice giysiler=örtüler vardır ki bunlar için ayrıca “baş” kelimesi kullanılmaz. Meselâ şapka, takke, bere vs. gibi kullanılan giysiler için baş kelimesi kullanılarak; “baş şapkası”, “baş beresi”, “baş takkesi” gibi ekler kullanmayız. Bunlara gerek yoktur çünkü. Şapka deyince, onun baş için kullanılan bir örtü olduğu çok açıktır. İşte bunun gibi; hımar kelimesi de baş için kullanılan bir örtüyü ifâde ettiğinden, kimse ona “baş hımarı” demez. O zâten baş için kullanıla-gelen bir giysidir. Zâten “hmr” formundaki kelimeler de başa atıf yaparlar. Meselâ hamr=içki başa atıf yapar. Çünkü içki başı sarhoş ederek etkiler.

İşte bunun gibi; “Nahr” kelimesi için de bir ek kullanılarak “bıçakla kes”, “kurban kes” vs. gibi bir ifâdeye gerek yoktur. Herhangi bir arap, kendisinden nahrın ne demek olduğu sorulduğunda, “bir hayvanın bıçakla boynunun özel bölgesinden kesilerek boğazlanmasıdır” cevâbını verir, bunu anlar çünkü. Yâni “nahr”, “hayvan kesmek”, “hayvanı boğazlamak” demektir. Lûgatta da Nahr: “Boğazlamak”, “bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek”, “boyun”, “boğaz çukuru” anlamlarına gelmektedir. Âyeti aşırı zorlayarak; “zorluklara göğüs germek”, “karşı durmak” gibi anlamlar vermek modernizm karşısındaki kompleksten ve bağlı bulunulan ideoloji/hizip/grup/fikir vs.den kaynaklanır. Bu anlamı vermek istesek bile, ancak yine “kurban kesilmesi temel anlamıyla” bu anlama ulaşabiliriz-ulaşmalıyız. Çünkü âyetin temel anlamı kurban kesimi ile ilgilidir. “Kurban keserek ve etini yoksullarla paylaşarak fakirliğe karşı göğüs germekten” bahsedilebilir, fakat bu anlam, meâlin/tercümenin değil, tefsirin konusudur.

Zâten bahsedilen alamda “göğüs” kelimesi “sadran” olarak Nâhl 106. ve İnşirah 1. âyetlerinde kullanılır. Nahr ise göğüs değil, “göğsün üstü” anlamındadır. Allah, kesilecek ortalama noktayı işâret ederek, bırakın “kurban kesmek var mıdır” tartışmasını, hangi hayvanların kesilebileceğini ve hayvanın neresinden kesileceğini bile söylüyor. Hattâ şu âyetlerle arap toplumunun en çok kurban ettiği hayvan olan devenin hangi irilikteyken, hangi pozisyonda nasıl kesileceğini ve hattâ etinin ne zaman yenileceğini ve en sonunda da kesilen hayvanın etinin kimlerle paylaşılacağını bile belirtiyor:

İri cüsseli develeri size Allah'ın işâretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar bir dizi hâlinde (veya saf tutmuşçasına ayakta durup) boğazlanırken Allah'ın adını anın; yanları üzerine yattıkları zaman da onlardan yiyin, kanaatkâra ve isteyene yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz” (Hac 36).

“Kendileri için bir-takım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun” (Hac 28).

Peki hayvan kesmek ibâdet midir? Kurbanda özellikle paylaşmak için hayvan kesmek tabî ki ibâdettir. Çünkü kurbanda aslolan “paylaşmak”tır ve paylaşmak ibâdettir. Hattâ bu ibâdet, modern zamanlarda müslümanların en çok unuttuğu bir ibâdet olup, hâl-i pür melâllerinin sebebi de bu unutkanlıktır. Şu âyet bunu belirtir:

“Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takvâ ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidâyet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver” (Hac 37).

Bu âyet kurbanı kan akıtmak ve et için değil, Allah’ın bir emrini yerine getirmek ve kesilen hayvandan elde edilen gıdayı yoksullarla paylaşmayı öğretir ve emreder. Zâten Allah bu gibi ibâdetleri kişisel sorumlulukların yerine getirilmesinden sonra (takvâ) insanların bir-birleriyle paylaşmayı öğrenmesini ve bir-araya gelip yakınlaşarak ve sıcak bir ortam oluşturarak bir kardeşlik rûhu têsis etmek ister. Böylece adâlet-eşitlik, hak-hukuk üzre bir toplumun oluşmasını diler. Kurban kesme alanındaki ve anlamındaki bu ibâdet de bu ortamı sağlamak için yapılan faaliyetlerden biridir ve çok da işe yarar. Zâten peygamberimiz de her kurbanda iki tâne hayvan keser, birini dağıtır, diğerini de âilesi için ayırırdı:

Peygamberimiz (s.a.v.) en az iki kurban keser; bir tânesinin kendisi için, diğerinin ise ümmetinden kesemeyenler için olduğunu söylerdi. Kaynaklar Hz. Peygamber'in Vedâ Haccı'nda yüz tâne deve kurban etmesine rağmen bunun yanında, âdeti olduğu üzere, iki tâne de koç kurban ettirdiğini ve kesim paralarını bizzat kendisinin verdiğini ifâde eder.

Yine Hz. Peygamber’in âilesi ve eşleri adına da kurban kestiği nakledilmektedir.

Hz. Peygamber de Medine’de sürekli kurban kesmiş ve hacda ise, muhtemelen altmış üç yıllık ömrünü esas alarak, 63 tâne kurban kesmiştir. İbn Mâce’nin naklettiği hasen derecesinde bir hadis-i şeriflerinde ise: “Kim imkân bulur da kurban kesmezse bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” buyurmuştur.

“Kim mal genişliği (mâli imkân) bulur da kurban kesmezse sakın bizim mescidimize, namazgâhımıza yaklaşmasın” (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed).

Ayrıca şu âyet de kurbanın kesilmeden önce namaz kılınarak, dînî bir ibâdet olan kurban kesmeye mânevi olarak hazırlanılmasını sağlar:

“Şu hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser 2).

Tabi bu âyette kurbandan başka atıf yapılan şey, kurban bayramı namazıdır.

Fâruk Beşer:

“Kurbanlarınızın etleri ya da kanları Allah’a ulaşmaz, ama sizin takvânız Allah’a ulaşır” (Hac37). Âyetine göre kurban kesmenin asıl amacının Allah’ın emrini yerine getirmek, böylece takvâlı olduğunu göstermek olduğu anlaşılır. Bunun anlamı; “Allah isterse en değerli malımızı dâhi O’nun yoluna fedâ edebiliriz” demektir. Tıpkı Hz. İbrâhim’in İsmâil’i kurban etmeye karar vermesi gibi, gerekirse bizim de canımızı dâhi kurban edebileceğimizi göstermektir. Bir bakıma da kurban, mal-perestlik duygusunu kırmak, Allah’ın rızâsı karşısında her şeyimizden geçebileceğimizi göstermek anlamına gelir” der.

Kesilen kurbanın yoksullara paylaşılması istendiğine göre, kurban kesmek yoksula değil, durumu müsâit olan için farz olan bir ibâdettir. Bu nedenle de “şartlı farz”dır.

Kurban kesmenin sâdece hacda olacağını net olarak söyleyen bir âyet yoktur. Hacda kılınan namazı da her zaman hac dışında da kılıyoruz, orucu tutuyoruz, tabî ki kurbanı da kesmeliyiz. Zâten kurban âyeti-emri, hac âyetinden-emrinden önce (Mekkî) gelmişti: De ki: “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, (nüsuk) hayâtım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir” (En-âm 162).

Lütfi Bergen:

“Bu, inanan adamın ibâdetiydi, tevhid eylemiydi. Arabistan’a âit bir şey değil; burada yaşayan bana âit, buradaki toprağın üstünde, bizâtihi “ben”im Allah ile kurbiyetim için ve bizâtihi benim elimle yapılası bir cehddi. Benden uzakta olamaz, o hayvana dokunmadan, özündeki adanışa nazar edilmeden yapılamazdı. Bıçak vurulduğunda İbrâhim’in oğlunu boğazladığındaki acıyı hissetmeden kurbiyete varılamazdı.

Dînin sosyâl faaliyeti değil Kurban, bir zikirdi; dînin sosyâl faaliyeti olmamıştı. Onu Dünyâ’ya yaygınlaştırılmış bir infâk ibâdetinin parçası hâlinde görmek; İslâm’ın fakirlere bir hediyesi görmek yanılgıydı. O tıpkı ezan gibi Dünyâ’ya yönelik selâmet bildirisidir. O, bir tevhid ameli olarak, adanmış boyuna çalınmış “Bismillah, Allah u Ekber” tesbihiyle der ki, “ben en sevdiğim, kekikle beslediğim, kınaladığım, el içimin tüm şefkatiyle okşadığım değerlerimin şah-damarına Allah için vurulmuş bir bıçağım”. Bunu hangi para kazanabilir? Hangi ve ne kadar çoklukta bir sikke, fakire, muhtâca, miskine gidince böylesi bir zikir olabilir? Tüm enâniyetimi, kibrimi, Allah’tan gayrı sevdiceğimi veriyorum. Ona bedel aramıyorum, onu parayla tartmıyorum. Onu O’na adıyorum ki, ben benlikten kurtulayım. Bıçağı sevdiğim şeylerin sembolü olana sürüyorum ki bana verilmiş şeylerin; malların, evlatların, kadınların, sevdiğimiz ticâretin bir sâhibi olduğunu ikrâr edeyim.

Onun için uzaklarda, görmediğim yerlerde, benden habersiz bir kurbana tâlip olmuyorum. Parasını vererek kurtulduğumu sandığım bir tevhid söyleminden kendimi mahrum etmiyorum. Burada, gözlerinin içine baktığım, karşısında İbrâhim olduğum bir İsmâil’i (koçu) ellerimle kurban ediyorum.

Beni hristiyan olmaktan kurtaran eylem koyuyorum. Çünkü Îsa (as)’nın insanlığa kurban olduğunu söylemişlerdi. Beni yahudi olmaktan tefrik eden bir amel yapıyorum. Çünkü Yahudiler, “kurban Kudüs Tapınağı’nda yapılabilir” demişlerdi. Ben mü’min adamın vâr olmak aşkıyla çıktığı her yerde vakit geldiğinde zikr-i tevhid eyliyorum. Bütün yer-yüzünde ve bizâtihi benliğimle. Allah da benden bunu istemişti: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes/Fe salli li rabbike venhar” (Kevser 2). O, paranın değil bıçağın eylemiydi. Nihâyet kurban tüm ümmetlere indirilmiş bir farzdı. Tüm ümmetler için topyekûn bir zikir ve şiardı: “Ve Biz, bütün ümmetler için (kurban konusunda aynı) usulleri tâyin ettik ki onlara, (Allah'ın) rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın İsmi'ni zikretsinler (Allah'ın İsmi ile kurbanları kessinler). O hâlde, sizin İlâhınız Tek Bir İlâh'tır. Öyleyse O'na teslim olun! Ve muhbitleri (mütevâzi) müjdele” (Hacc 34). “li yezkurû isme Allâhi” der.

Yine; “kurban aslında Türkler ve Türkî milletlerin ve bâzı diğer milletlerin önem verdiği konudur. Bu nedenle (Şamanizmden kalan da bir etkiyle) Türkiye’de çok kurban kesilir” deniyor. Bu doğrudur fakat “kurban kesmeme” ile ilgili bir konu değildir. Türkiye ve diğer bâzı milletlerin eskiden gelen bir alışkanlık ve gelenekle ya da eski dinlerinin de kurbana çok önem vermesinin de etkisiyle alâkalı bir meseledir sâdece. Bu yorumlarla kurbanı ibâdet olmaktan çıkararak bir “âdet” olarak göstermek yanlıştır. Yine modern zamanlarda hayvanlara insanlardan daha fazla değer veren bâzı “hayvandaş”ların, her kurbanda tekrarladığı terâneler de Şeytan’ın modern fısıldamalarıdır. Yazı-başındaki âyetin de söylediği gibi; müslüman olduğunu söyleyenler kurbana saygısızlık etmemelidirler, saygısızca konuşmamalıdırlar.

Kurbanın kötü görülmesinin nedenlerinden biri,”modern kente” uygun görülmemesinden dolayıdır. Yoksa köy-kasaba yerlerinde kimse kurbanı tartışmaz ve kötü bakmaz.

Lütfi Bergen:

“Kurban, kent adamına “ölümün” hatırlatılması, ölümle ve âhirete geçmekle ilgili de bir kurbiyet kurulması bakımından önemli. Bu nedenle kurban ritüeline kısmen soğuk duranların kendi ölümleri ile ilgili olarak da “erteleme” fikrini canlı tuttuğu düşünülebilir.

Ancak bir husus daha var: Kurbandan başka hiç-bir şey, toplumun kentin dışında bir geçim ve yaşam modeli ile gelişini bu derece belirleyici değildir. Modernlik, kendisi ile hiç bağdaşmayacak sosyâl topluluklar ile bir şekilde ilişki kurmak bakımından kurban ile zorlanmaktadır. Bunu da dînin sosyâl olanı belirlemesine borçluyuz. Kent düşüncesi kendi gelişimini asıl görerek yaşıyor ve kendinden daha ilkel saydığı pre-kapitâlist sosyâl topluluklara karşı tekebbür hissi ile davranıyor. Çoğu kent, kırsal hayâtın içinde tutunan sosyâl öbeklere küçümser bakıyor. İşte sâdece İslâm’ın getirdiği kurban ile kent-dışı iktisâdî yaşam biçimleri kente karşı korunmuş oluyor. Kentli adam kurban-Hacc vakti, kendi içinde barındırmaktan imtinâ ettiği çobanlara muhtaç bırakılıyor. Bunu sağlayan da din oluyor. Aslında din, bu kurban ritüeli üzerinden demek istiyor ki: “bu kentler her hâlde ve ihtimâl ki yıkılacak; sen de bir-gün ilkel dediğin ekonomik süreçlere döneceksin”. Bu nazarla bakıldığında kurban oldukça öğretici bir ibret hâline dönüşüyor. Kurban kentli insanın canını sıkıyor. Bu nedenle kurban ile uğraşmak, eti ile, kanı ile, kemiklerin kırılması ile cebelleşmek zor geliyor insanlara. Parasını infâk ile kurtulmak istiyor kentli. Oysa Allah “venhar” diyor. “Nahr”a, “boğaz çukuru” deniyor. “Venhar” kelimesi “elini boğazına götür” ya da “boğazla, kes” anlamına geliyor. Tekbir al, namaz kıl, boğazla. Kent boynunu uzatıyor” der.

Âyet; “onların ne etleri ne de kanları..” diyor. Yâni kestiğiniz hayvanlar/kurbanlar var ya; onların kanlarına-etlerine takılmayın. Etin-kanın muhabbetini yapmayın. Allah’ın murâdı sizin sorumluluk bilincinizdir, takvânızdır yâni. Kurban üzerinden oluşan sorumluluk bilinci. Tabî ki etlerden yoksula-fakire de yedirin-paylaşın. Kurbanın asıl amacı bir sorumluluk bilinci oluşturmaktır.

Kurban daha ilk insan zamânında başlamıştı. Hz. Âdem’in çocuklarının kıssası olan Hâbil-Kâbil kıssası, bir kurban kıssasıdır: Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: Seni mutlakâ öldüreceğim. (Öbürü de:) Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder” (Mâide 27). Allah bu kıssada anlatıldığı gibi, “saman-ot kurbanını” değil, hayvan kurbanını kabûl etmiştir. İlk cinâyet, “hayvan kurban edeni öldürme cinâyeti”dir. Kâbil’in taraftarları şimdi de hayvan kurbanı sunanları bir anlamda öldürmek istiyorlar ve diyorlar ki: “Kurban cinâyettir”. Böylelikle hayvan kurban etmeyi cinâyet işlemekle eş görenler, hayvan kurban etmeyi cinâyet işleme sebebi olarak gören Kâbil’in tavrını (sünnet) sürdürüyorlar.

Kurban, “kurban etme”yi ve “kurban olma”yı hatırlatır.

Son söz: Kurban cinâyet değil, ibâdettir. Ya kurban kes, ya da kurbân ol!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2015




















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder