3 Haziran 2023 Cumartesi

Orta-Çağ Karanlık Mı, Aydınlık Mı?


“Elif, Lâm, Râ. (Bu bir) Kitap’tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nûra, O güçlü ve övgüye lâyık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik” (İbrâhim 1).

 

Tüm peygamberler ve vahiyler, karanlıkları aydınlatmak için gelmişlerdir. Kur’ân bunu şöyle ifâde eder:

 

“Sizi karanlıklardan nûra çıkarması için kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir” (Hadîd 9).

 

“Allah, îman edenlerin velîsi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nûra çıkarır; inkâr edenlerin velîleri ise tâğut’tur. Onları nûrdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 257).

 

Buna göre, karanlıkların aydınlanabilmesi için Allah, âhiret bilinci, peygamberler ve vahiy, olmazsa-olmaz önemdedir. Allah’ı, vahyi ve dîni hesâba katmadan karanlığın aydınlanabilmesi söz-konusu değildir. Yine; vahiy ile bilinçlenmeden ve ideâl örneklikler olan peygamberler izlenmeden bir insanın gerçek anlamda aydınlanabilmesi mümkün değildir. Sâdece lâik, seküler, liberâl ve modern olmakla “aydın insan” olduğunu zannedenler var. Oysa böyle niceleri vardır ki cehâlet içinde ve kendini bilmez hâldedirler.

 

Dünyâ hem bir “imtihan dünyâsı” olduğu hem de sürekli olarak vahye karşı bir ön-yargı ve karşı çıkış olduğu için, târih boyunca “aydınlık dönemler”den ziyâde, daha çok “karanlık dönemler” yaşanmıştır-yaşanmaktadır. İnsanlar da çoğunlukla karanlıklar içinde kaldıkları için yollarını bulamamışlardır:  

 

“Âyetlerimizi yalan sayanlar karanlıklar içinde sağırdırlar, dilsizdirler. Allah, kimi dilerse onu şaşırtıp-saptırır, kimi dilerse de onu dosdoğru yol üzerinde kılar” (En-âm 39).

 

Târihe, ilme, bilime, sağduyuya aykırı olmasına ve hiç-bir delile dayanmamasına rağmen körü-körüne ve ezbere olarak orta-çağ “karanlık bir dönem” olarak kabûl edilmiştir-edilmektedir. Çünkü Rönesans ile başlayan süreçte Aydınlanma denilen dönem, orta-çağa kıyasla isimlendirilmiştir. Çünkü Aydınlanma denilen dönem ile birlikte insanların tasavvuru, düşüncesi, zihniyeti ve eylemleri değişime uğramaya başlamıştır. Bu değişim ile birlikte Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve din merkezden çıkarılarak onun yerine insan, akıl ve madde merkeze alınmıştır. Böylece insanlar artık buna göre bir düşünce, söylem ve eylem ortaya koymaya başlamıştır.

 

Bu yeni dönemde maddeye aşırı odaklanmanın sonucunda ortaya farklı bir-kaç şey çıkınca ve bunlar insanların hem işlerine yaradığı ama daha da önemlisi nefislerine hoş göründüğü için, yeni şeylerden kendilerini mahrum bırakan şeyin eski zihniyet yâni din-merkezlilik olduğunu düşünmüşler ve Aydınlanma denilen döneme kıyasla Aydınlanma öncesini “karanlık” olarak görmüşlerdir. Artık yeni bir çağ başlamıştır ve bir-önceki çağa (orta-çağ) göre ileri bir seviyenin başlamasını “aydınlık yeni çağ” olarak isimlendirerek bu döneme “aydınlık”, önceki orta-çağa ise “karanlık” demeye başlamışlardır.

 

Orta-çağ denilen zaman M.S. 375 yılında Kavimler Göçü denilen süreçle başlayıp, Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldığı M.S. 395 ile, İstanbul’un Fethi’nin târihi olan 1453 yılı arasındaki 1358 yıllık bir dönemi kapsadığı söylenir. Bâzılarıysa orta-çağı Batı Roma’nın çöküş târihi olan M.S. 476 yılı ile başlatır ve Amerika Kıtası’nın -sözde- keşfinin târihi olan 1492 yılı ile bitirir. Tabi hiç-bir dönem kesin bir târihle başlamaz ve bitmez.  

 

Orta-çağ kavramı ilk olarak Rönesans Dönemi târihçilerince kullanılmıştır. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden (MS. 476), batı’nın yüzyıllar boyunca unuttuğu antik değerlerle yeniden tanıştığı Yeniden Doğuş anlamına gelen Renaisance (Rönesans) Dönemi’ne kadar sürdüğü genel olarak kabûl edilir. Batı’lı târihçilerin 18. yüzyılın ortalarına kadar çıkardıkları bu dönemin bitiş târihi, Türk târihçiler için Doğu Roma (Bizans) başkenti Constantinopolis (İstanbul)’in fethedildiği 1453 yılıdır. Avrupa Orta-çağı, Erken Orta-çağ 5-11. yüzyıl, Asıl Orta-çağ 11-14. yüzyıl ve Geç Orta-çağ 14-15. yüzyıl belirlenmiştir.

 

Ekrem Memiş, orta-.çağın başlangıcı konusunda şunları söyler:

 

“Ortaç-ağın ne zaman başladığı da tartışmalıdır. Eski-çağın sonu ve orta-çağın başlangıcı için teklif edilen târihler şunlardır: 325, 375, 395, 476. Bu târihleri yakından incelersek..

 

325 yılında İznik Rûhânî Meclisi toplanmış ve alınan bir kararla İncil sayısı dörde indirilmiştir. Bunlar; Matta, Markos, Lûka ve Yuhanna İncilleridir. Bu karar, dînî açıdan, Hristiyan Avrupa için önemli bir hadisedir. 375 yılı Kavimler Göçü'nün başlangıcı olup, bu göçler sonucunda iki önemli olay gerçekleşecektir. Bu olaylardan ilki, 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun Doğu Roma ve Batı Roma olmak üzere ikiye ayrılmasıdır. İkincisi ise, 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıdır.

 

Yukarıdaki hadiselerin hepsi Avrupa-târihi ile ilgilidir ve teklif edilen rakamlar, 4. yüzyılın ilk yarısından başlayarak 6. yüzyılın ortalarına kadar uzanmaktadır. Aslına bakılacak olursa, bu konuda tam bir fikir-birliğine varılamaması, kafaları karıştırmaktadır. Üstüne-üstlük bâzı otoriteler, eski-çağın sonu için teklif edilen zaman-sınırını 700'lere hattâ 800'lere kadar uzatmaktadırlar. Gerçekten onlara hak vermemek mümkün değildir. Çünkü hiç-bir devir, birden-bire sona ermez. O-hâlde, ne kadar önemli olursa-olsun, yukarıda sıralanan rakamlardan herhangi birini (325, 375, 395 veya 476), eski-çağın sonu ve orta-çağın da başlangıç olarak kabûl etmek, mantığa aykırı gibi görünmektedir. Zîrâ teklif edilen rakamlardan sonuncusunu kabûl etsek bile, bu dönemde, eski-çağın kurumları, gelenek ve görenekleri hâlen devâm etmektedir. Eski-çağ kurumlarının, gelenek ve göreneklerinin büyük ölçüde kaybolup, yerini orta-çağ kurumlarına terk ettiği dönem, 8. yüzyıl ortalarıdır ki, Avrupa Orta-çağını bu târihten îtibâren başlatmak daha mantıklı görünmektedir”.

 

Teoman Duralı, orta-çağın başlangıç ve bitiş zamanı ve orta-çağın karanlık olup-olmadığı hakkında şunları söyler:

 

“Orta-çağ Batı Roma’nın çöküşü 300 küsurlardan İstanbul’un fethi 1453’e değin süren çok geniş bir dönemdir. Bu çağ, üç kısma ayrılmaktadır: Erken devir 400. yüzyıldan ilk devletin kuruluşu Fransa’nın ortaya çıkışı, yâni Frank Krallığının teşekkülüne kadar 400 küsur yıllık bir süredir. 800’den Rönesans’ın meydana çıktığı 1200 küsurlara kadar klâsik dönem ve 1200 küsurlardan 1453 -yâhut 1492 Amerika’nın keşfi de olabilir- geç devir. Erken devir karanlık çağ olarak nitelenmektedir. Bu 400 yıllık sürede Avrupa’da siyâsî ve ona bağlı olarak iktisâdî karışıklıklar var.

 

400’lerle 700’ler arasında 300 yıllık süre, târihte ‘karanlık çağ’ olarak geçer. 19. yüzyıl Avrupalı târih filozofları bütün Orta-Çağ’a ‘karanlık’ demişlerdir. Neden?. Çünkü orta-çağ hristiyan medeniyetine bir başkaldırı meydana gelmiştir. Ne zaman?. 1500’lerden îtibâren bir isyân bayrağı çekilmiştir. Devrimler hep devirdiklerini alabildiğine kötülerler. Yeni ortaya çıkan Yeni Çağ din-dışı Avrupa medeniyeti de selefi Orta-Çağ Hristiyan Avrupa medeniyetini yerden-yere çalmıştır. Karanlık çağ, câhillik, vahşet demiştir. Bizde de taklit olduğundan bizimle hiç-bir ilgisi olmamasına rağmen Orta-Çağ Avrupa’sını da tanımıyor, bilmiyor olmamamıza rağmen, bizim dışımızda cereyân ediyor olmasına rağmen, bizde de ilericilere, çağdaşçılara kulak verdiğinizde ‘orta-çağ kötüdür, karanlıktır, cehâlettir’ derler; ne dediklerini bilmeden, Yeni Çağ din-dışı Avrupa medeniyetinin kurucu babalarının laflarını tekrarlarlar. Karanlık mıydı, aydınlık mıydı, iyi miydi, kötü müydü onu bilmiyoruz. Hasbel-kader göreceğiz gerçekten o kadar kötü müydü, değil miydi ama baştan peşin-peşin şunu söyleyeyim: Bu kötülemeler önemli ölçüde psikolojiktir. Dediğim gibi o devrimi yaratanların bir önceki dönemi kötülemesidir. Daha sonraki devrimlerde de biz benzerini yaşadık. Meselâ Fransız Devrimi’nde iş-başına gelen yeni nesil Cumhuriyetçiler kendilerinden önce eski düzen hükümdarlık düzenini yerden-yere vurmuşlardır. Rusya’da meydana gelen 1917 Devriminde her-şeyi iptâl etmişlerdir. O kadar ki, Çarlık Rusya’sında döşenmiş demiryollarını bile sökmüşlerdir. Düşünebiliyor musunuz şu mantıksızlığı, duygusallığı, o demiryollarını hiç yok yere söküyorlar. Ondan sonra tabii trenleri, katarları yürütebilmek için yeniden inşâ etmeleri gerekti”.

 

Eski-çağ olarak ifâde edilen zamanlarda da “karanlık” olarak adlandırılan bir zaman-dilimi vardı. Hititlerin yıkılış târihi olan M.Ö. 1.200 ile Frigyalılar’ın kuruluş zamânına olan M.Ö. 800’e kadar süren yaklaşık 400 yıllık zaman-dilimi o zamanlar “karanlık çağ” olarak kabûl edilirdi.

 

Bâzı târihçiler; “İslâm medeniyetini yanlışlıkla orta-çağa yerleştirilmiştir. Yanlıştır, orta-çağ Avrupa’ya mahsustur. Orta-çağ İslâm medeniyeti, Orta-çağ Çin medeniyeti, Orta-çağ Hint medeniyeti yoktur. Sâdece Avrupa için yapılan târihî bir sınıflamayı ifâde eder. Orta-çağ Avrupa medeniyetinin menşei Hristiyan Dîni’dir” derler. Orta-çağı kötülemek Avrupa’da başlamıştır ve bahsedilen târihler arasına orta-çağ demek batı’ya hastır ama bir çağ varsa bu çağ tüm Dünyâ’nın çağıdır. Avrupa’nın kastettiği ve karanlık dediği çağda ve târihlerde İslâm vardı ve Dünyâ’yı aydınlatıyordu.

 

Peki orta-çağ gerçekten de karanlık mıydı?. Orta-çağ, biz müslümanlar için elbette karanlık bir çağ değildi ve tam-aksine apaydınlık bir çağdı. Çünkü aydınlığın özü olan vahiy nûru üzerimize orta-çağda inmişti, daha doğrusu bir rahmet gibi yağmıştı. Allah çağımıza bir nur, bir ışık tutmuş ve çağımızı aydınlık hâle getirmişti. Böylece mü’minler o nûru tüm Dünyâ’ya yaymaya başlamışlar ve tüm Dünyâ’yı aydınlatma yoluna girerek “karanlığı delen birer yıldız” olmuşlardı. Mü’minler Kur’ân ve onun en ideâl uygulaması ve örnekliği olan Sünnet ile Dünyâ’yı ışıl-ışıl hâle getirerek aydınlatmaya ve karanlıkları yarmaya başlamışlardı. Bu aydınlanma elbette ilk önce iç-âlemlerin aydınlatılması ve nurlandırılmasıyla başlamıştı. Çünkü içinden aydınlan(a)mayanlar dışlarını aydınlatamazdı. İçlerini aydınlatanlar ise daha sonra dış-âlemi aydınlatma yoluna ve çabasına girmişlerdi.     

 

Bu nedenle batı’nın “karanlık çağ” dediği çağ aslında “aydınlık çağ” (asr-ı saadet); “aydınlık çağ” dediği çağ ise aslında “karanlık çağ” (modern çağ)dır. Zîrâ Allah’tan, vahiyden ve din’den kopuk olunca karanlık kaçınılmazdır. Tabi vahyi görmezden gelen ve ona kulaklarını tıkayanlar için orta-çağ kapkara bir çağ olarak kalmıştır. Ne zaman ki Allah’tan, vahiyden ve din’den uzak kalınmışsa ve hesâba katılmamışsa, o çağ mecbûren “karanlık” olmuştur-olur. İsterse her-yer sûnî ışıklarla ışıklandırılmış olsun yine de fark etmez. Çünkü kâlpler, gönüller, zihinler, niyetler, amel ve eylemler karanlık ise, tüm Dünyâ karanlıklar içinde kalmış demektir. Vahyin merkezde olmadığı her yer cehâlet, bâtıl, çirkeflik ve koyu bir karanlık içinde kalmaya mahkûmdur.

 

Batı, orta-çağda zifiri olmasa da bir karanlık içinde yaşıyordu. Çünkü merkeze vahyi değil, verilen tâvizlerle ortaya çıkmış olan bir din ve inanışa göre yaşıyordu. Bu onun hem aydınlanmasına hem de çevresini aydınlatmasına engel oluyordu. Bu yüzden batı’lıların “karanlık” dediği orta-çağ, kendi-kendilerini bıraktıkları bir karanlıktır. Batı’lıların öne sürdükleri karanlık çağ, sâdece kendileri için geçerli olması gerekirken, Modernizm ile birlikte kendi kültürlerini ve kabûllerini tüm Dünyâ’ya yaydıkları ve kabûl ettirdikleri için, artık herkes orta-çağı karanlık bir çağ olarak görmeye başlamış, sonuçta da orta-çağa hâkim olan din/vahiy-merkezli dünyâ-görüşünü “geri ve karanlık” olarak fişlemiş ve kabûl etmiştir-etmektedir. Bu düşünceye “müslümanım” diyenlerin katılması ise ancak cehâlet ve ahmaklıkla açıklanabilir.

    

Evet; Allah’tan, vahiyden ve din’den kopan batı-aklı, insanlığı “orta-çağın karanlığı”ndan “modern-çağın karanlığı”na getirmiştir. Bir karanlıktan başka bir karanlığa taşımıştır ki, bu yeni karanlık çağ, daha önceki karanlık çağlar gibi de değildir. Çünkü önceki “karanlık” denilen çağlar “sâdece karanlık” iken, Modern çağ denilen, şeytan, nefs ve tâğut-merkezli çağ ise kapkara ve zifiri karanlık bir çağdır. Bakmayın siz her yerin sûnî aydınlatıcılarla aydınlatıldığına, eğer tüm Dünyâ mekânı ışıl-ışıl aydınlatılsa ama insanların iç-âlemleri karanlıktaysa o çağ iç-âlemlerin karanlığı ölçüsünde karanlıktır. İç-âlemler ne kadar karanlıksa Dünyâ da o oranda karanlıktır. İnsanlık târihinde -modern çağda olduğu gibi- iç-âlemlerin bu derece karardığı bir dönem olmadığına göre, insanlık târihinde en koyu karanlık çağ Aydınlanma süreciyle başlayan modern çağdır. Öyle ki tünelin sonunda herhangi bir ışık-hüzmesi bile gözükmemektedir.

 

Batı’nın karanlık dediği orta-çağ, hristiyanların pagan Roma’ya karşı tâvizler verdiği ve “ictihad kapısını kapattığı” zamanlardır. Orta-çağ karanlığı denen karanlık, İslâm ve doğu coğrafyasının değil, Avrupa coğrafyasının karanlığıdır. Fakat aslında Avrupa bile orta-çağda, modern çağda olduğu kadar “karanlık” değildi. Karanlık orta-çağ, karanlık modern çağ kadar “karanlık” değildir. Orta-çağ felsefesi, modern çağ felsefesine göre daha tutarlıdır. Mîmâri daha çarpıcı ve göz-alıcıdır. Her-şey doğal, insanlar da daha doğru ve düzgündür. Çünkü hem Allah’a hem de birbirlerine karşı daha insancıldırlar. Sosyâl, kültürel, sanatsal, âilevî, dînî vs. modern çağa kıyasla her yönden daha aydınlık bir dönemdi orta-çağ.

 

Aydınlanma deyince aydınlanılmış falan olunmuyor. Avrupa’nın çok övündüğü Rönesans-Aydınlanma-Sanâyileşme ve Modernite gibi -sözde- zirve çağlar, insanların köle olarak alınıp-satıldığı dönemlerdi. Modern çağın hem çıkış noktası hem de varış noktası ahlâkî değildir.

 

Rönesans, Aydınlanma, Sanâyileşme ve Modernizm ile birlikte Avrupa’lı insanın zihniyeti, tavırları ve davranışları değişmeye başladı. Aydınlanma  denilen süreç, Avrupa’lı insanın yönünü ve eksenini bozdu ve zihniyetlerini değiştirdi. Dinsizleşti, şeriattan koptu ve dünyevileşerek maddeye kilitlendi. Rûhu ve kâlbi iptâl ederek bedene tapmaya başladı.

 

Aydınlanma denilen çağ, “dinden kurtulma çağı”dır. Dînin hâkim ve belirleyici olduğu orta-çağa düşmanlık ve onu karanlık olarak görmek bu nedenledir. Aslında karanlık olarak gördükleri şey belli bir dönemi kapsayan çağ değil, dînin kendisidir. Orta-çağdan kurtulmak “din’den kurtulmak”tır. Böylece şeytan ve tâğutların etkisiyle nefisler serbest kalmış ve alabildiğine kışkırtılmıştır. Bu da modern insanın çok hoşuna gitmiştir-gidiyor. Zîrâ nefisler alabildiğine kışkırtılmayı, haz ve zevk içinde olmayı ister. Buna engel olan en önemli hattâ tek etken olan din orta-çağa hapsedilince, artık insanlar keyiflerine göre yaşamaya alışmış, bu keyfe engel olabilecek olan dîni ve dînin hâkim olduğu orta-çağı ötekileştirerek ona “karanlık çağ” demeye başlamıştır. Bu fişlemeyi yapınca ve insanlar da bunu kabûl edince artık herkes, “orta-çağın karanlığına mı dönelim” gibi laflar etmeye başlamıştır. Din deyince hemen orta-çağ akıllarına gelmektedir ve dîni, orta-çağın efsâneleri olarak görmeye başlamışlardır. Tabi bunu, -her ne kadar farkında olmasalar da- meftûn ve râm oldukları modern çağın koyu karanlığının tam ortasındayken söylemektedirler.    

 

Ortaçağ; İslam medeniyeti bakımından olduğu gibi, Türk târihi bakımından da en şâşâlı devirdir. Orta-çağ müslümanlar için karanlık falan değildir. Araplar, Îranlılar ve Türkler başta olmak üzere müslümanlar için zinhar karanlık bir çağ değildir.

 

Fâtih Sultan Mehmet ile birlikte orta-çağ bitti ve yeni bir çağ başladı. Fakat bu, Türkler için aynı-zamanda yozlaşmanın da başladığı târihtir. Zîrâ yozlaşma sarayda (merkezde) başlar ve genele yayılır.

 

Kur’ân orta-çağda inmedi mi?. Peygamberimiz ve o’nunla birlikte olanlar o üstün mücâdelelerini orta-çağ denilen zamanda yapmadı mı?. İslâm yada müslümanlar neredeyse tüm Dünyâ’ya orta-çağda hâkim olmadı mı?. Tüm insanlığa yeni-yeniden bir yön veren İslâm orta-çağda tamamlanıp da yayılmadı mı?. Hadi modernitenin kulu-kölesi olmuş olan Allahsız-dinsiz insanları anlıyoruz fakat müslümanlara ne oluyor da onlar da İslâm’ın nûruyla aydınlanan zamâna “karanlık” diyorlar?. Kur’ân’ın indiği çağ nasıl karanlık olabilir?. Adâletin, eşitliğin, hakkın, hakîkatin ve tevhidin hâkim olduğu bir çağ nasıl olur da karanlık olabilir yada siz bu çağa karanlık diyebilirsiniz?!.

 

Hakkında bir bilgileri bile olmamasına rağmen orta-çağ öyle bir kötüleniyor ve lânetleniyor ki, sanırsınız ki Allah bile sanki orta-çağdan nefret ediyor da modern çağı çok beğeniyor ve de ondan râzıdır. Peki Allah modern dünyâdan ve yaşanan modern yeni çağdan râzı mıdır?. Bunu en azından müslümanlar sormalı değil midir?. Allah’ın yasakladığı, haram, günah, ayıp ve suç olarak belirlediği her-şey en yoğun şekilde modern çağda işlenip dururken Allah modern çağdan nasıl râzı olabilir ki?. Peki Allah’ın, insanlar içinden en ahlâklı olanını seçerek o’na vahiy indirdiği ve temâsa geçtiği insan eli ile İslâm’ı yeniden hâkim hayat-nizâmı yaptığı orta-çağdan nefret etmesi nasıl mümkün olabilir?. Allah vahyini indirdiği dönemden mi râzı olacak, yoksa vahyinin hiç kâle alınmayarak inkâr edildiği “modern” denen bir çağdan mı râzı olacak?. Aklı başında olanlar için bu sorunun cevâbı çok açıktır.

 

Tabi orta-çağda da adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm yapılmıştır. Nice yanlış, çirkin ve zararlı düşünceler açığa çıkmış, nice câhillikler işlenmiş, nice şeytânî fikirler-düşünceler ortaya atılmıştır. Sünnetullah ve imtihan gereğince bunların Dünyâ’da sıfıra indirilmesi mümkün de değildir. Fakat orta-çağ hem batı’lılar için sanıldığı kadar karanlık değildir, hem de müslümanlar için karanlık değildir ve bilakis apaydınlık bir çağdır. Zîrâ orta-çağ, vahyin nûrunun Dünyâ’yı aydınlattığı ve İslâm’ın Dünyâ’ya hâkim olduğu bir çağdır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2023

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder