“Hayır!; Rabb’in hakkı
için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin
verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olamazlar” (Nîsâ,
65).
Modernizm bir “küstahlık
uygarlığı”dır. İnsanlık târihi boyunca en büyük küstahlık Allah’a ve O’nun elçilerine-seçtiklerine
karşı yapılmıştır. Bu küstahlık modern zamanlarda da devâm etmekte ve insanın
ilahlaştırıldığı oranda, Allah’ın seçtiği peygamberler de îtibarsızlaştırılmak
istenmekte ve bu bağlamda modern insan, peygamberlerden ve de Peygamberimiz’den
daha bilgili ve bilinçli olduğunu iddiâ ederek Peygamber’e din öğretmeye
kalkmaktadır.
Peygamber’e din öğretme
küstahlığı, başta modern-bilim olmak üzere sosyalizm, târih, antropoloji-arkeoloji,
coğrafya, kozmoloji, jeoloji, zooloji vs. bilimlerle yapılmakta ve güyâ bunlar
üzerinden Peygamber’e edin öğretmeye kalkılmaktadır. Üstelik çok iyi bildiklerini
zannettikleri bilimler; Allah’ı, dîni, kitabı hesâba katmayan, hattâ çoklarınca
Allah’ın, dînin ve kitabın-vahyin inkâr edildiği bilimlerdir. Zâten “modern”
olunca mecbûren Allahsız olur, olmak zorundadır. Zîrâ modernizm hayâtiyetini,
“Allah’ı işe karıştırmamaktan ve inkâr etmekten” alır.
Modernizm ile birlikte, “insanın
ilkellikten kurtulup en ileri bir uygarlığı yakaladığı ve târihin sonuna
geldiği” düşüncesi hâkimdir. Tabi bu noktaya ulaşmada bilgi ve bilim
kullanılmıştır. Geldikleri noktada ilimde çok ileri gidildiğini ve artık insanoğlunun
bilgiyi avucunun içinde tuttuğunu zannetmektedirler. Böyle olunca da dîni ve
Kur’ân’ı da bu bilimleri merkeze alarak yorumlamakta, âyetlere ancak bu bilimlere
uygunluğu ölçüsünde değer vermekte ve meşrû görmektedirler. Moderne uygun olmadığındaysa,
uygun düşene kadar yorumlamaktadırlar. Bunu yaparken aşırı zorlama yorumlarla
modern-bilimin kabûl ettiği verilere ve teorilere göre konuşulmakta ve Kur’ân’ın
âyetlerinin gerçek ve doğru yorumunun modern-bilim merkezinde yapılan yorumlar
olduğunu söylemektedirler. Peygamber’in böyle bir yorumu olmadığı ortaya
çıkınca ise, “o zamanlar bilinmiyordu, ama şimdi bilimin ilerlemesiyle
bilinmeye başladı, artık eskiden gayb olanlar bile bize açık hâle geldi”
demektedirler.
Modern-bilimin olmadığı zamanlar
âyetlerin ne demek istediği -güyâ- bilinmediği için, Peygamber ve sahabenin o âyetlere
karşı sessiz kaldığını yada o âyetlere ilkel yorumlar yaptıklarını söylüyorlar.
Vahyin ne dediğini ve ne kastettiğini, Kur’ân’ın kendisine indiği Peygamber
bilmiyor da, modern medyatik üfürükçüler biliyormuş. Çünkü artık modern-bilim
varmış ve her-şeyi açıklayabiliyormuş. Açıklamalarıyla Kur’ân’ın kapalı yönleri
açığa çıkmış ve böylece Kur’ân da daha iyi anlaşılır hâle gelmiş. Hattâ
anlaşılamayan ve hiç-bir anlam verilemeyen müteşâbih âyetlerin bile ne demek
istediği modern-bilim ile birlikte anlaşılır olmuş. Artık -hâşâ- Kur’ân’ı,
bizzat kâlbine indiği Peygamber’den daha iyi bilip anlayabiliyormuşuz. Modern-bilim
sâyesinde artık kapalı olan âyetlerin ne dediği ortaya çıkmış. Böylece dîni çok
daha iyi anlamışız. Peygamber ve sahabenin anlayamadığını modern-bilimler
sâyesinde(!) anlamışız. İyi ki bilim ilerlemiş(!).
Dîni sâdece bilinen ve
yorumlanan bir şey zannedip dîni sâdece bilmeye indirgedikleri için böyle
düşünüyorlar ve sonuçta aldanıyorlar. Yaptıkları ahmakça, küstahça ve kendini bilmez
bir şekilde yaptıkları yorumların nedeni budur. Oysa İslâm; îman, bilinç,
kararlılık ve malları-canları Allah yoluna adama, Allah için her-şeyden
vazgeçebilme dirâyeti ve cesâreti”dir. İşte bunun en büyük temsilcileri de
başta peygamberler, sonra da onunla birlikte olanlardır. Peki ya siz kimsiniz?.
Başta oryantâlistlere olmak üzere bâtıl batı’nın uşaklığını ve sözcülüğünü
yapan ve modern-bilime ve teknolojiye yalakalığı meslek edinmiş küstahlar!. Çok
bildiğini zanneden bir câhiller!. Peygamber’e din öğretebileceğini zanneden ahmaklar!.
Ne yâni?; modernizm; Allah’ın,
“muhteşem bir ahlâka sâhip” ve “âlemlere rahmet” olan Peygamber’ine vahiy ile
öğrettiğinden daha mı iyi öğretiyor?. Allah’tan daha mı açık anlatıyor ve âyetleri
anlaşılır kılıyor?. Allah iyi öğretemiyor ve anlatamıyor da modern-bilime mi
muhtâcız?. Kur’ân ve İslâm modern-bilime mi muhtaçtır?. Modern-bilim olmasa
Kur’ân anlaşılmaz kalmak zorunda mı olur?. Ne yâni?; insanlar modern-bilimin
yokluğu nedeniyle bin yıl boyunca cehâlet ve perişanlık içinde mi kıvrandılar?.
Ya siz!; modern çağda doğdunuz/yaşıyorsunuz ve iki-üç bilimsel zırvalık
öğrendiniz diye, âyetleri ve Kur’ân’ı -işkence ederek ve aşırı yoruma tâbi
tutarak- daha mı iyi yorumladığınızı sanıyorsunuz?. Peygamber değil de siz mi
doğruya ulaştınız?. Peygamber’in -hâşâ- câhil kaldığı ve karanlıkta kalan
konuları siz mi aydınlattınız?. İyi de Allah sizi mi seçti ve size mi vahyetti
ve de “en güzel örneklik” olarak sizi mi gösterdi?. Be hey şaşkınlar!. Peygamber’in
Kur’ân hakkında bilmediği ve anlam veremediği şeyler olduğunu söylemek, Allah’ın
da bilmediği yada açıklamadığı şeyler olduğunu söylemek anlamına gelmiyor mu?.
Çünkü “dîninizi tamamladım” diyen bir Allah; “en güzel şâhitliği yaptım mı?” diye
soran bir Peygamber ve “evet şâhidiz” diye cevap veren sahabe var. Hem de bu
Peygamber sizin gibi ukalâ ve çok bilmiş de değil. Muhteşem bir ahlâkâ sâhip ve
âlemlere rahmet olan bir Peygamber:
“Gerçekten sen, pek
büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).
“Biz seni âlemler için
yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
Tâğutların televizyonlarında
göründükleri için tâkipçi sayısı çoğaldı diye küstahça bir kibirle, kendilerinde
Kur’ân hakkında yerli-yersiz ve çoğunlukla uygunsuz açıklamalar yapma yetkisi
görüyorlar. Peki, âlemlere rahmet olan Peygamberimiz kadar mı tâkipçiniz var?.
Kıyâmete kadar tâkibi bırakmayacak olan tâkipçiler mi bunlar?. Peki siz kimi
tâkip ediyorsunuz?. Hemen söyleyeyim; şeytanı, nefislerinizi ve tâğutları. Onların
sizi modern-bilim ve modern bilgi denen zırvalıklarla nasıl da oyaladığına bakın.
Siz ilk önce kulluk yaptığınız modern-bilime ve moderniteye meftûn olmuş
olmaktan kurtulun.
Peygamber, İslâm’ın-Kur’ân’ın
kâlbine indiği, Kur’ân’ı kâlbinde en ideâl şekilde idrâk ettikten sonra onu
hayâtın yaşanması gereken her alanında en ideâl şekilde yaşayan kişidir. Böylece
kıyâmete kadar insanlar için en güzel örnek olmuştur:
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
İslâm’ı-Kur’ân’ı en iyi şekilde
bilmek, Peygamberimiz gibi bir mü’min olmayı gerektirir. Yoksa modern-bilimin
ve modern-ilimlerin çoğu eksik, yanlış, gereksiz ve zırvalık olan teorilerini
ve verilerini bilmekle, Peygamber’in bilmediği şeyleri bildiğini sanmak ağır
bir ahmaklıktır. Peygamber’in tamamlayamadığı dîni tamamladıklarını ve öğrettiklerini
sananlar büyük bir aldanış içindedir. Kur’ân nasıl ki eksik değilse, Peygamber
de Kur’ân’ı idrâk ve tebliğ etmede, aktarma ve yaşamada eksiksizdir. İşte Allah’ın
insandan beklediği en ideâl ve zirve seviyedeki idrâk ve yaşayış budur.
Çıkmışlar oradan, -güyâ- “1.400
yıl önce bilinmiyordu, modern-bilim sâyesinde anlaşıldı” falan diyorlar. Ne
anladınız ki!. Hadi anlaşıldı diyelim; ee ne oldu?. Anladıklarınız sâyesinde
bir yaraya merhem mi oldunuz, bir zulmü mü kaldırdınız, güzel bir örneklik mi
ortaya koydunuz?. Şu da var ki, ortaya konan modern-bilimin verileri ve teorileri
de gerçekliği tartışmalı, hattâ kısa süre sonra yanlışlanıp çöpe atılacak olan
veriler ve teorilerdir. Yâni çöp olacak olan saçmalıklardır.
Zâten Kur’ân, fen bilginlerinin dili olan fen
terimleriyle değil, halkın diliyle konuşur. “Her peygamberi kendi kavminin
diliyle gönderdik” (İbrâhim 4) âyeti bu anlamdadır. Yâni Kur’ân;
seçkinlerin, aydınların, bilginlerin, uzmanların, bilim-adamlarının, aristokratların,
filozofların vb. diliyle değil, halkın diliyle konuşur. Sizin kendi aranızda yaptığınız
gevelemeler gibi değildir Kur’ân’ın dili.
Bilmek, “özetleyebilmek”tir. Özetleyebilmek, halkın
kolayca anlayabileceği şekilde anlatabilmektir. Kendi aranızda konuştuklarınız ve
modern-bilim diye inandıklarınız ancak sizi bağlar. İnsanlar ise, modern-bilimin
çâre olamadığı kendi dertleriyle ilgilenmektedirler ve bunun için de bir yaraya
merhem olamayan ve yarayı iyice derinleştiren modern-bilimden ziyâde Allah’a,
dîne, vahye ve Peygamber’e sarılmaktadırlar. Zîrâ modern-bilim daha, basit ve
önemsiz görülen romatizmaya bile çâre üretebilmiş değildir. Hiç-bir kronik
hastalığı (şifâ anlamında) bitirmeyi bırakın, ilerlemesini durduramıyorlar
bile. Sosyâl hastalıkların tedâvisi için de yeni şeyler söyleyemiyor. Ekonomik-kültürel
hastalıkların çâresi için bir şeyler söyleyemiyor ve hattâ tam-aksine gün geçtikçe
hastalıklar derinleşiyor. Sözde çok ilerleyen bilim, toplumun ahlâkî, sosyâl,
ekonomik, hukûkî, adlî hastalıkları ve çöküşü için hiç-bir şey yapamıyor. Oysa
peygamberler, vahyin kılavuzluğunda, başta şirk ve küfür olmak üzere, sosyâl,
ekonomik, hukûkî sorunlara kesin çâreler getirmişler ve zulümlere bir son
vermişlerdir. En azından bunun için çalışmışlardır. Ya siz ne yapıyorsunuz?.
Peygamber’in icraatlarıyla ortaya koyduğu kavlî ve fiîlî en güzel yorumunu (Sünnet)
beğenmeyip ve eksik-yanlış bulup, modern-bilimin verilerini merkeze alarak
“işte doğru yorum budur, Peygamber zamânında bilinmiyordu” diyorsunuz. İyi de
söylediğiniz şeyler bir derde dermân oluyor mu ve sapkınlığı ve sapıklığı
çoğaltmaktan başka neye yarıyor?.
Önemli olan, Kur’ân ile
yaralara merhem olmak, şirki, küfrü, adâletsizliği ve zulmü ortadan kaldırmak
ve tevhidi ikâme etmektir. Sizin hangi modern yorumunuz bunu yapabilmiştir?. Hayâta
dönmeyen ve bir yaraya merhem olmayan tüm yorumlar bâtıldır, eksiktir,
yanlıştır. Kur’ân sâdece yazılarda kalabilecek ve bilmenin konusu olacak bir
Kitap değildir. Seyyid Kutub: “Yazılar ölü gerçeklerdir, ne zaman yaşanırsa o
zaman dirilirler” der.
Elbette
beşerî bilimler de kişide anlayışı geliştirebilir ve bakış-açısını yükseltebilir.
Vahyin anlama ve kavrama çabalarına katkı sağlayabilir, fakat beşerî bilimler
Kur’ân’ı anlamada olmazsa-olmaz değildirler. Kur’ân’ı anlayabilmek ve de
yaşayabilmek için beşerî bilimleri bilmek şart değildir. Bu bağlamda bir yazıda
şöyle denir:
“Kur’ân akl-ı
selim kişilerin kabûl etmekten başka bir şey yapamayacağı tabii ve basit olan
fakat aynı-zamanda da bilgi veren, nâdir bir zekâya, süratli bir intikâle sâhip
olmayı gerektirmeyen, mantık ve felsefe gibi aklî; fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi
pozitif ilimleri bilmeyi gerektirmeyen bir mantık
kullanmıştır.
Kur’ân-ı Kerim, tefekkür eden zihinleri yormayan, onu altından
kalkılamayacak araştırmalara mecbur bırakmayan ve herkesin anlamakta ortak
olduğu tabii anlayış yolunu seçmiştir. Mantık yürütürken de, sâde, anlaşılır, kavraması
kolay kıyaslara ve
gözlemlemeyi göz-ardı etmeyen bir
akıl-yürütme tarzına ağırlık vermiştir”.
Artık müteşâbih âyetlerin bile
anlaşılır ve bilinebilir olduğunu söylüyorlar. Meselâ şöyle diyorlar:
“Geçmiş nesiller için müteşâbih yâni
anlamı belirsiz görünen bir-çok âyet günümüzde anlaşılır hâle gelmiştir. Çünkü
Kur’ân’a âşinâ olan ve ilâhî hikmeti geçmişe göre daha iyi bilen bugünkü neslin
bu müteşâbih âyetlerin pek-çoğunu bildiğinde kuşku yoktur ve bu açıdan müteşâbihler
muhkem (açık ifâdeli) hâle gelmiştir”.
Oysa bu konuda âyet çok açıktır ve aynen şöyle der:
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası
(temeli) olan bir kısım âyetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde
bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan
müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez.
İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’
derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).
Yine şöyle derler: “Târih, târih felsefesi, sosyâl
bilimler, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, etnoloji, yeni bilimler
olduklarından ve eski tefsircilerimiz ve Kur’ân uzmanlarımız bu bilimlerle tanışık
olmadıklarından dolayı Kur’ân’ın bu yönleri bütünüyle bilinmez olarak bir köşede
kalmıştır”. Kur’ân’ın bahsedilen alanlardaki yorumları, Kur’ân’ın eski
zamanlarda yaşayan uzmanları tarafından bilinmiyormuş. O zaman “Peygamber
tarafından da bilinmiyordu” sonucu çıkar. Bu ise Peygamber’i ilkellikle ve câhillikle
suçlamak demektir. Oysa Peygamberimiz, Kur’ân’a yapılacak en doğru yorumu hem
kavlî yâni sözle hem de fiîlî yâni amel-eylem şeklinde yapmıştır ve ortaya
koymuştur. Kur’ân’da, Peygamberimiz’in idrâk edemediği, örneklendiremediği ve
en güzle şekilde tebliğ etmediği bir anlam yoktur. Kur’ân’da, Peygamberimiz’in,
-bilinebilecek ve yorum yapılabilecek âyetlerin içinde- yorumunu yapamayacağı
ve yapmadığı bir âyet yoktur. Yapılan modern yorumlar ise, modern-bilim karşısında
duyulan ezikliğin sonucunda Kur’ân’a işkence ederek yapılan aşırı ve zorlama
yorumlardır. Bu konuda en iyi örneklerden biri Enbiyâ 30. âyettir:
“O inkâr edenler görmüyorlar
mı ki, (başlangıçta) göklerle
yer bir-biriyle bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan
yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 30).
Bu âyet modernler
tarafından, “göklerin ve yerin başlangıçta Big-Bang ile açılmaya başlamadan
önce, o çok yoğun noktada bitişik hâldeyken, Big-Bang ile birlikte patlayıp
ayrılmaya başlaması” olarak yorumlanır. Bunun Peygamber zamânında bilinmediğini
ve modern-bilim ile öğrenildiğinden bahsediyorlar. Yâni bu âyet -sözde- Big-Bang
Teorisi’nden bahsediyormuş. Göklerle yer, Big-Bang denen patlamayla ayrılmış.
Modern zamanlardaki “bilime
endeksli” meâl-tefsirciler, bu âyeti, bilimsellikten uzak bir şekilde
çeviremiyorlar ve tefsir edemiyorlar. Bunun nedeni tabî ki bilimin ve modernizmin
etkisinde kalınmış olmasından dolayıdır. Meâlde parantez içindeki “başlangıçta”
ifâdesi, orijinâl metinde olmadığı için parantez içine alınmıştır. Orijinâl
metinde olmamasına rağmen yapılan bu ilâvede, modern-bilimin etkisi ve baskısı
vardır. Bu ilâve çok yanlıştır, zîrâ âyetin mânâsını değiştiriyor ve âyete bambaşka
bir anlam veriyor. Bu nedenle böyle bir ilâve yapılması ayıptır ve de günahtır.
Enbiyâ 30. âyetin Big-Bang Teorisi ve “ilk-yaratılış” ile atom-altı parçacık
kadar bile bir ilgisi yoktur. Yağmurla ilgilidir âyet. Âyete parantez içinde
bir “ilk başta” takdir edilerek, tam da modern-bilime uygun -güyâ- bilimsel bir
tefsir-meâl şekline sokulmuş ve âyet, “bilimsel bir âyet” yapılmaya
çalışılmıştır.
“Görmüyorlar mı” denilen
sözde; yılın büyük bir bölümünde her kesimden her insanın kolaylıkla
gözlemleyebileceği ve gözlemlediği olay şudur: Orta Anadolu’da “kırk ikindi
yağmurları” denilen süreçte de hârika bir şekilde izlenir bu âyet. İlk-başta
her yer günlük-güneşliktir ve yer ile gök apaçık bir şekilde belirgindir.
Genelde öğleden sonra başlayan olayda, ilk önce bulutlar toplanıp gelir ve
yoğunlaşır; sonra her taraf kapkara bulutlarla dolar ve daha bir saat önce
masmâvi olan gökyüzü ve dağlar-bayırlar-tarlalar net bir şekilde görülebilirken,
bulutlanmadan sonra gökler ile yer yâni bulutlar ile dağlar ve tarlalar
arasında ayrım kalmaz, her yer “tek bir yer” gibi görünmeye başlar. Göklerle
yer bitişik hâle gelir. Yâni “gökler ile yer bir olur”. Sonra şimşek çakar ve
yağmur başlar. Bir sağanak olur ve her yer ıslanır, sulanır. Kısa bir süre
sonra yağmur diner, bulutlar dağılır ve gökler, dağlar, ovalar, bayırlar,
tarlalar netleşir ve aralarındaki sis kalkınca da her yer biraz-önceki gibi net
olarak görülmeye başlar. Yâni gökler ile yer ayrılır. Hemen akşamında ve ertesi
gün tâze otlar çıkmış, çaylar-dereler suyla dolmuş, insanlar ve hayvanlar
rahatlamıştır. Her yere bir canlılık gelmiştir. Yâni her-şey sudan
yaratılmıştır. Her-şey yeniden “su”dan yaratılmıştır.
Bunun gibi; Big-Bang
Teorisi, Evrim Teorisi, Kâinâtın Genişleme Teorisi, İzâfiyet Teorileri,
jeolojinin ortaya koyduğu Mağma Teorisi, Kıtaların Kayması Teorisi vs. gibi
teoriler (daha doğrusu saçmalıklar) aşırı zorlayarak Kur’ân’a uydurulmaya
çalışılan zırvalıklardır. Oysa bunlar bir zaman sonra yanlışlanacağından dolayı
çöpe atılacak olan geçici, eksik ve yanlış veriler ve teorilerden başkası
değildir. Mehmet Akif Çeç, Kur’ân üzerinde, bir laboratuar nesnesi gibi
çalışmanın yanlışlığını anlatırken şunları söyler:
“Bilimselliğin
gereği kendini bir pozitif bilim-adamı olarak görmek durumunda olan ilâhiyatçının
din ile olan ilişkisi, laboratuardaki pozitif bilim-adamının incelediği nesne
ile olan ilişkisi gibi özne-nesne ilişkisi ekseninde tezâhür etmekte; kendini
laboratuardaki bilim-adamı/özne (res cogitans) olarak konumlandıran ilâhiyatçı,
dînin aslî kaynağı olan Kur’ân’ı da bir laboratuar nesnesi/’text’ (res extensa)
gibi ele almakta; dolayısıyla Kur’ân’ı anlama konusunda başta Peygamber Sünnet’i
olmak üzere 1.400 yıllık birikimi ve geleneği devre-dışı bırakarak, ‘özne’ye
özgü rasyonâlite ile Kur’ân üzerinde kendi başına, doğrudan arkeolojik kazılar
(esâsen ameliyatlar) yaparak, âdetâ Hz. Peygamber dâhil 14 asırdır hiç
kimselerin bir türlü bulamadığı, ilk defâ yepyeni (esâsen dînin rûhuyla
uyuşmayan, tamâmen nev-zuhûr, türedi) nesnel bilgiler ve ona dayalı yeni
önermeler ve yorumlar keşfetmekte (keşfettiğini zannetmekte) ve bir Arşimed
edâsıyla ‘buldum’ diye sokağa (günümüzde medyaya) fırlamaktadır. İlâhiyat
akademyası içinde yer alan ve modern ilâhiyat zihniyetini temsil eden modernist
akımların dîne yaklaşımının bu resme uygun/yakın biçimde tezâhür ettiğini ifâde
etmek yanlış bir tespit olmayacaktır.
Hristiyanlığa
karşı bir tepkiselliğin ürünü olarak ortaya çıkan modernitenin rasyonâlist
baskısı altında ezilen hristiyan teologlar, târihsel süreç içerisinde hristiyan
teolojisini baştan-sona elden geçirerek Hristiyanlığın rasyonâlizmle çeliştiği/çatıştığı
düşünülen bütün öğretilerini tasfiye ederek Hrıstiyanlığın içini boşaltmışlardır.
Benzer bir süreç, liberâl-reformist yahudiler tarafından kendi dinlerine de
uygulanmış, yahudi şeriatı ‘halaha’nın pek-çok hükmü rasyonâlize edilerek ya
değiştirilmiş yada tasfiye edilmiştir. Bu iki dînin yaşadığı tecrübenin bir
benzeri, oryantâlistlerin İslâm âlemindeki şâkirtleri olan
modernist-rasyonâlist müslüman intelijansiya eliyle İslâm’a da uyarlanmak
istenmektedir. İki asırdır kendi akılları ile düşünmeyi terk edip yabancı,
hârici bir akılla düşünmeye ve dîni, Kur’ân’ı, nübüvveti, Sünnet’i, varlığı bu
akılla anlamaya kalkışan modernist-rasyonâlistler, dînin doğal olarak bu akılla
çatıştığını gördüklerinde, akıllarını düzeltmeye çalışmak yerine dîni düzeltmeye,
dîni bu akla uydurmaya ve uyarlamaya çalışmak gibi büyük bir yanılgıya
düşmektedirler”.
Bu tür yorumlar popüler bir alan olan modern-bilim
merkezli yapıldığından dolayı, karşı çıkışlar yaşanmamakta yada çok az eleştiri
ve îtirâz olmaktadır. Dücane Cündioğlu bu bağlamda şunları söyler:
“Kur’ân-ı Kerîm’in her harfinde
binlerce anlam olduğu, bu anlam zenginliğinin Kur’ân’a mûcizevî bir nitelik
kazandırdığı ve bu niteliğinin ise onu ‘çağlar-üstü ve evrensel bir mesaj’(!)
hâline getirdiği iddialarından hareketle, ‘anlam’ı geleceğe havâle eden ve
zaman geçtikçe (insanlığın bilgi birikimi arttıkça) Kur’ân’ın daha iyi
anlaşılacağını öngören hâkim söylem, böyle yapmakla Kur’ân’ı tâzim ve tebcil
edip kadrini yücelttiğini vehmediyorsa da aslında bunun tam-aksi bir netîcenin
meydana gelmesine yol açtığının farkında bile değildir. Ucuz bir popülizmin
câzibesiyle ‘anlam’ı geleceğe havâle edip; a) İnsan aklının işleyişini, b)
Dil’in yapısını, c) Daha da önemlisi, murâd-ı ilâhi’yi hiçe sayan ve anlamı
metin’de/metnin kendi bağlamında teşhis etmek yerine, onu insan hayâtının
seyyâliyetinde arayan bu söylemin tâkipçileri, ne yazık ki Kur’ân’ın,
muhâtaplarına söylediklerini ‘zabt-edilemez’ kılarak Kur’ân’ın ‘anlam verici’
rôlünü âdetâ geçersiz bir hâle getirmektedirler. Kur’ân’ın her harfinde
binlerce anlam olduğunu söyleyip, ‘anlam’ı zaman içerisinde oluşan bir şeymiş
gibi ele alan yaklaşım sâhipleri, böyle yapmak yerine, Kur’ân’a, eşyâ ve
hâdisâtın geçirdiği istihâleler muvâcehesinde anlam vermeye kalkışmakta, hattâ
Kur’ân âyetlerinde murâd edilen anlamı bir yana bırakmak pahasına, içinde
bulundukları koşul ve durumların onlarda oluşturduğu anlam çerçevesini -sanki
bu çerçeve Kur’ân’da mevcutmuş gibi- tekrar Kur’ân’dan istinbât etmeyi bir
mârifet saymaktadırlar”.
Kalkmışlar, “Peygamber zamânında
bilinmiyordu da modern-bilim ile anlaşıldı” diyorlar ve Peygamber’in
bilemediği, anlayamadığı ve idrâk edemediği şeylerden bahsediyorlar. Yâni Peygamber’e
din öğretmeye kalkıyorlar. Bakmayın siz onların Kur’ân-Kur’ân dediklerine; onlar
Kur’ân’ı değil, modernizmi ve modern-bilimi merkeze almışlardır ve bir
teorinin, düşüncenin ve verinin, Kur’ân’a uygunluğundan önce moderniteye ve
modern-bilime olan uygunluğuna önem verirler. Kur’ân ile modern-bilim arasında
çıkacak bir çelişkide yada uyumsuzlukta Kur’ân tarafında değil, modernizm ve
modern-bilim tarafında dururlar ve bu çelişkiyi ortadan kaldırmak uğruna Kur’ân’ı
eziyet ederek ve aşırı yoruma boğarak moderniteye uydurmak için gayret ederler.
Çünkü onlar aslında Kur’ân’ın rûhunu da kıymetini de bilmemektedirler. Kur’ân’ın
sâdece bir bilgi kitabı olmadığını bilmemektedirler. Kur’ân’ın bilgiden sonra bilinç
ve ideoloji kitabı olduğunu bilmemektedirler. Mesele, Kur’ân’ın, hayâtın her alanı,
bilimin her yönü hakkında bilgi vermesi değildir; mesele “Kur’ân’ı, hayâtın her
alanına hâkim kılma” meselesidir. Peygamberler bunun için çalışmışlardır ve
Peygamberimiz ise bunu başaran peygamberlerden biri olmuştur. Zâten Allah işte
bu nedenle zımnen; “Peygamber’e din öğretmeyin ve o’nu îtibarsızlaştırmaya çalışmayın”
der. Şu âyetler bunun delilidir:
“Allah ve Resûlü, bir
işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse,
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur”
(Ahzâb, 36).
“Aralarında hükmetmesi
için Allah’a ve Resûlü’ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: ‘İşittik
ve itâat ettik’ demeleridir. İşte saadete eren onlardır” (Nûr, 51).
“Herhangi bir şeyde
anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe
inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûlü’ne götürün...” (Nîsâ, 59).
“Ey îman edenler!;
seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız
gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider” (Hucûrât 2).
“Biz elçilerden hiç
kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle
göndermedik” (Nîsâ 64).
“Andolsun ki Allah,
mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir Peygamber göndermekle lütufta
bulunmuştur. (Ki o) onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara
Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık
içindeydiler” (Âl-i İmrân 164).
Peygamber’e din öğretmeye
kalkanların âhirette dillerinden düşürmeyecekleri âyet şu olacaktır:
“O gün, zulmeden,
ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol
edinmiş olsaydım” (Furkân 27).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder