“Ve: Eğer dinlemiş
olsaydık yada akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında
olmayacaktık derler” (Mülk 10).
“İnkâr edenlerin örneği
bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veyâ bağırdığı şeyin
anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar,
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler” (Bakara 171).
Akıl, insana has olan bir
özelliktir ve yaratılışta Allah tarafından verilmiştir. Aklın işlevini
yapabilmesi için onun kullanmak ve işlevsel tutmak şarttır. İnsan fıtrî olarak
akıl ile maddî ve mânevî hayâtını düzenleyebilir. İnsan aklı, Allah’ın
kendisine fıtraten yerleştirdiği ve sonra da peygamberlere vahyederek
bildirdiği emirlerini idrâk etmeye uygundur. Yada en azından idrâk
edemediklerine (gayb) teslim olması ve îman etmesi gerektiğini kavrayabilir.
Çünkü aklın da bir sınırı vardır ve aklın sınırı gaybdır. Ondan sonra ise îman
devreye girer ki, îman ile akıllarını “akleden kâlb”e çevirmeyenler ve bu minvâlde
amel ve eylemde bulunmayanlar yakın-uzak vâdede mutlakâ saparlar ve akılları ve
zekâları ne kadar güçlü de olsa, îmânın kapısından dönerek mânâdan mahrûm
kalmış olurlar. Bu kişiler böylece akıllarını değil, zekâlarını ve zekânın
doğrultusundaki mantıklarını kullanmaya başlarlar. Zekâ ve mantık ise,
görmediğine inanmaz ve kabûl etmez. Zîrâ gaybın sınırına varmış iken teslim
olamamış ve sorgulama-eleştirilerden sonra zekâları ve mantıkları onlara “geri
dönme emri” vermiştir.
Zekâ insânî değil, hayvânî
olandır. İnsan zekâsıyla değil, îmân ve îman-akıl ile ölçülmelidir.
Zekâyı ve mantığı kullanmayı
ve emre itaatsizliği başlatan şeytandır. Allah’ın açık emrine rağmen zekâsını ve
mantığını kullanan şeytan, zekâsı sınırlı olduğundan dolayı yanlışa düşmüş ve Âdem’e
secde etmeyi reddetmişti. İşte, aklıyla gaybın sınırına kadar gelen insan da,
nefis ile dirsek temâsında olan zekâ ve mantığını baskılayarak teslîmiyet
gösterip “Âdeme secde ederse” yâni Allah’ın emirlerine uyarsa îmâna ulaşır, fakat
secde etmezse yâni Allah’ın emirlerine uymazsa gaybın sınırından dönerek
zekâsının ve mantığının güdümüne girer.
Aynı anlama geldiği zannedilen
ve karıştırılan akıl ve zekâ kavramları aslında farklı anlamlardadır ve işleyişleri
de farklıdır. Akıl, ilâhi-merkezli olan ve “verilen” bir şey iken, zekâ, beynin
geliştirilmesi ile açığa çıkar. Yâni zekâ “beyin fırtınası”nın bir ürünüdür.
Beyin kapasitesi ve potansiyeli fazla olanlar ve bu potansiyeli kullananlar
zekî olurlar fakat bu, akıllı da oldukları anlamına gelmez. Kur’ân sürekli olarak
akla vurgu yaparken, zekâya ise tek bir yer hâriç vurgu yapmaz. Bu tek yer ise
Nûr Sûresi 21. âyettir ve orada geçen ifâde olan “mâ
zekâ”, “temize çıkmaz” anlamındadır. Biz bu yazıda zekâyı, “tezekkâ”
kelimesinde olduğu gibi “temizlik” mânâsında değil, “mantık yürütmek” ve “beyni
aşırı çalıştırmanın sonucunda ortaya çıkan şey” anlamında kullanıyoruz. Yâni
teste tâbi tutulabilen şeyden bahsediyoruz.
Zekâ
aslında “temizlik” anlamındadır ve temiz olanlara “zekî” denir. Fakat modern
dönemde zekî-zekâ, “süper beyne sâhip” anlamına çevrilmiştir ki bu beyin de
mânevî olanla değil, maddî olanla ilgilenir ki, maddî alanda da daha çok
matematik ve fen ile ilgili olan alanlarda etkilidir. Zekâ beyin ile, akıl ise
kâlp ile ilgilidir. Zekânın çıkış yeri beyin, sahih aklın çıkış yeri ise
kâlptir ki Kur’ân “akleden kâlp” diyerek bunu tesciller.
Akıllarını
kullanarak gaybın kapısına gelmiş, teslîmiyet göstererek îmâna ulaşmış ve bu
îmân ile sâlih amellerde bulunmuş olan insanlar, “temiz” anlamında “zekî
kişiler” olarak isimlendirilmiştir. Yoksa onların başarısı, beyinlerini çok üst
seviyede kullanmalarından dolayı değildir. Onlar sâlih amelleri ve başarılarını,
teslîmiyetten doğan îmâna ve îmânın yönlendirdiği akıllarına borçlu olmalarına
rağmen, birileri bunun “cins bir beyne sâhip olmak”la ilgili olduğunu
zannettiğinden dolayı onları “süper beyinli” anlamında “zekî” olarak
isimlendirmektedirler. Bu nedenle biz bu yazıda zekâyı, “beynin işleyişinin
sonucunda ortaya çıkan şey anlamında” kullandık.
Madde her zaman yine maddeyi
çeker ve maddeyi arzular. Fakat ölüm ve madde-ötesi gerçeğinden dolayı insanda
rûh ve bilinç de vardır ve insan bu cevherlere ve özelliklere sâhip olduğu için
maddeden sonra mânâyı da düşünür ve zevk eder. Beyinden kaynaklanan zekâ mânâyı
idrâk edemez ve bu nedenle de sâdece madde üzerinde düşünebilir. Tabi bu,
“zekânın maddî çıkar için” olması anlamına gelir. Zâten beyin de bir maddedir
ve beyin maddesi yine ancak maddî olanı benimser ve anlar. Dolayısıyla beynin
bir ürünü olan zekâ da maddî olanı bilebilir. Onun üstünlüğü maddî olan
üzerindedir. Madde-ötesi olanı bilemeyen zekâ sonuçta öyle bir yere gelir ki,
salt madde ile ilgilendiğinden dolayı mânâyı es geçtiği için mânevi olanı inkâr
etmeye başlar. Çünkü zekâ mantığa bakar ve bu yüzden ancak îman ile
hissedilecek olan gaybı inkâr etmesi normâlleşir. Çünkü gayb, mantığa dolayısıyla
da zekâya aykırıdır. O yüzden “îman gayba îman”dır ve din, gaybî alanda
dogmadır. İşte mânâyı es geçmiş olan zekânın, maddî alanda çalışırken ve karar
verirken bu uğurda her-şeyi ve herkesi harcayacak fikirler ortaya koyması ve
bunları doğru görmesine şaşılmamalıdır.
Tabî ki biz maddî bir âlemde
yaşıyoruz ve maddeyi de elde etmek için zekâmızı da kullanmamız gereklidir.
Fakat “akleden kâlb”e ulaşmış olanlar buna bir sınır koyarlar ve zekâyı terbiye
ederek doğal hâle getirirler. Çünkü zekâ sınırlanmadığında yapmayacağı zulüm kalmaz
ki günümüzde Allah’tan kaynaklanan ve mânâ ile alâkalı olan akıldan vazgeçip
zekâya kilitlenmiş olanların yaptıkları zulüm ortadadır. Tabî ki bu zekâ, “ifsâd
edilmiş olan zekâ”dır. Yoksa zekâ, zekât ile de alâkalıdır ve zekât, maddî
alandaki adâletsizliği ve zulmü önlemek içindir. Zâten Kur’ân da sürekli olarak
“namazı kılın ve zekatı verin” der. Zekât malı temizler. Zîrâ “temizlik” demek
olan zekâ ile, “malın temizlenmesi”
anlamındaki zekât aynıdır. Zekâ ise bencildir. Mantîken böyle olması
gereklidir. Çünkü paylaşmak için verdiğinde mal madden azalır. Pislenmiş olan
zekâ yâni mantık, paylaşıldığında malın madden azalırken mânen çoğaldığını
göremez. Akıllı olana ilhâmı veren Allah iken, zekîlere ve zekâya ilham veren ise
şeytandır. Ancak vahyi-merkezli akıl ile zekâsını kullananlara şeytan etki
edemez.
Zekâ dar kapsamlıdır, “olanı
çabuk kavrar” fakat “olması gerekeni” kavramakta zorlanır yada kavrayamaz.
Çünkü zekâ mânevî alanda hiç işlemez yada çok kısırdır.
Zekâ matematiğe yönelikken,
akıl daha çok “sözel” olana yöneliktir. Matematiğin âdetâ kutsallaştırıldığı
günümüz modern zamanlarında, sözel konulardan bahsetmek “boş bir iş” olarak
görülürken, matematik-merkezli eğitim sistemleri, insanların körü-körüne aşırı
ilgisini çekmektedir. Zâten “sistem” de daha çok, insanı soyut düşünceden
alıkoyan matematiğe çanak tutmakta ve
matematiği kutsamaktadır.
Peki yerel ve küresel lîderler-tâğutlar
neden sayısal yönü çok fazla öne çıkararak insanları bu alana kilitliyorlar?.
Çünkü insanları matematiğe, hesâba-kitaba alıştırarak, onların paradan,
ekonomiden başka bir şey düşünemeyen “insanımsı”lara dönüşmelerini istiyorlar.
Bu yolla sosyâl-sözel insan tipleri, yönettikleri Dünyâ’da (Dünyâ’yı yönetenler
genelde sözelcilerdir) insanları “bir çeşit madde bağımlısı” yapacaklar ki, hem
onları kolayca yönetebilsinler, hem de istedikleri gibi sömürebilsinler. Çünkü
sayısal zekâ sâhipleri, sorgulama yeteneği olmayan zekâlardır ve sayılar “tüketim”
ile çok alâkalı olduğu için, hem kendileri tüketmeyi insan olmanın en yüce
şartı olarak görürler, hem de insanları da bu yola yönlendirirler.
Mâneviyattan kopuk zekâya
sâhip olan zekî insanlar; sanat, incelik, rûh ve estetik akıldan da yoksundurlar.
Çünkü sürekli olarak sayılarla uğraşırlar ve sayılar ruhsuzdurlar. Sayılar çok
katıdırlar. 2 kere 2 her zaman 4 eder ve üzerinde düşündürtmez. Bu nedenle ince
düşünüşe kapalıdır zekâ. Sorgulamaya, eleştirmeye kapalıdır. Sayısalcıların sürekli
olarak ruhsuz madde ile uğraşmaları, onları da ruhsuzlaştırmakta, âdeta bir
“mal” hâline getirmekte, a-sosyâlleştirmektedir. Toplumda bu tür insanlar
çoğalmaktadır. Matematik-sayısal alanda çok başarılı olanlara zekî insanlara bir
bakın; Görünüşleri-bakışları bile psikolojik bir bozukluk görüntüsü verir. Süper
zekâlar sürekli karmaşık işlerle uğraştıkları için çok basit şeyleri bile
anlamlandıramaz, çocukların bile kolayca yapabildiği normâl hayattaki kolay
işlere bile elleri yatmaz.
“Zekî” olanlar
muhâfazakârdırlar ve yeni bir şey düşünemezler. Bu durum onlarda
eleştiri-îtirâz-isyân duygularını köreltmiştir. Zîrâ mevcut her türlü problemi zekâlarıyla
çözebileceklerini düşünürler. Düz mantıklıdırlar. Bu nedenle de iktidardaki
partiye oy verirler genelde. Akıl sâhipleri ise sürekli bir düşünme-sorgulama
üzerinde olduklarından, yanlışları daha iyi görürler ve bu nedenle de
eleştiri-îtirâz-isyân edebilen bir kafa-yapısına sâhiptirler.
Zekâya önem veren modern
dünyâ çok vahşî ve zâlimdir. Modernite “matematik kafa” üretir ve matematikte
esneme payı olmadığı için bir yumuşama da görülmez zekî insanlarda. Zâten çok
soğukturlar ve Allah rızâsını bilmezler. Zîrâ Allah mantık-dışıdır. Üstün
zekâlıların ürettikleri ürünler insanlara çok zarar verir. Tabi bu umursanmaz
bile. Çünkü mantık olarak önemli olan maddî kazançtır. İşte bu yüzden zekânın
ürettiği uçaklarla 4-5 bin metreden atılan ve ağır tahribat yapan bombalarla
insanların çoluk-çocuk demeden öldürülmesi, zekâ ve mantık açısından sorun
değildir. Zîrâ zekâ, âhiretin varlığını da kabûl etmez. Öldükten sonra yeniden
bir hayâtın olması, mantığa da terstir. Oysa “akleden kâlb”e sâhip olan
müslümanlar, Peygamberimiz döneminde mancınık kullanmayı bile tartışmalardı ve nereye
gittiği görülemeyeceğinden dolayı, mazlum ve mâsumlara zarar verme ihtimâli
nedeniyle kullanılmaktan vazgeçilmişti. Bu durum Osmanlı’da da “havan topu”
için geçerlidir.
Tabî ki Dünyâ’ya
matematik-sayısal zekâlı insanlar da lâzımdır ki, her türlü mühendislikte
sayısal ve maddî zekâ olmazsa-olmaz bir konudur. Fakat dediğimiz gibi bu zekâ,
“terbiye edilmiş ve temizlenmiş” (tezkiye) bir zekâdır.
“Temizlik” anlamından
saptırılan ve “beyin fırtınası” ve “süper beyinli” anlamındaki zekâ, “kışkırtılmış
zekâ”dır. Çünkü seküler-kapitâlist-liberâl sistem her-şeyi kışkırtır. Onun ayakta
kalması buna bağlıdır. Hayâtiyetini bundan alır. Bu yüzden her-şeyi kışkırtır
ve yolundan saptırır. Oysa bir şey her zaman en üst seviyesinde olacak diye bir
şey olamaz. Belki bâzen beyni ve aklı zorlamak gerekir ama bu normâlde olağan-üstü
durumlar için geçerlidir. Meselâ bir arabanın en son hızı
Zeka “temizlik” demektir. İnsanlar
ise onu “beyin fırtınası” ve “süper beyin” zannediyor. Tabi bu durumda zekâyı
en çok destekleyen de şeytan olacaktır. Şeytan, aklı ve daha da önemlisi “akleden
kâlbi” zekâ ile baskılayıp blôke etmek istemektedir. Çünkü zekâ ancak maddî
olanda geçerlidir ve şeytan insanı en çok maddî olan ile aldatır. Zekâ
kurnazlığı da çağrıştıran bir kelimedir ki mânevi alanda kurnazlık değil, samîmiyet
geçerlidir. Oysa zekî olanlarda samîmiyet ya çok azdır yada hiç yoktur. Bu
bağlamda Abdulaziz Tantik akıl-zekâ ayırımını şu şekilde yapar:
“Akıl ve
zekâ arasındaki farka dikkat çekmek gerekir. Kurnazlık, aklın alanına dâhil
edilmemelidir, ki o zâten zekânın alanındadır. Zekî insan, kendi çıkarı için
yanıltma ve yönlendirme yapabilir. Akıl, aslî hüviyetini muhâfaza ettiği sürece
aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye yanaşmaz. O doğru gördüğü şey üzerinde ısrâr
eder. O yüzden akıl, her türlü ahmaklığı, sahteliği, yalan ve dolanı, bilerek
aldatmayı onaylamadığı gibi kendi zeminini kaydırdığı için de üzülür ve acı
çeker”.
Akıl başkasına aktarılabilir
ve bir kişiye akıl verilebilir. Fakat zekâ “kişiye özel”dir. Zekâ “sınırı olan”dır
ki zâten bu nedenle IQ ile ölçülebilir. Ölçüye gelen şey, sınırı olan şeydir. Akıl
ise duygu ve mâneviyat ile de bağlantılı olduğundan dolayı sınırı çok daha geniştir.
Modern dünyâ, kâlbi bırakıp
zekâya kilitlenmiş insanların dünyâsıdır. Modern insan akla değil, zekâya önem
veriyor. Çünkü modern dünyâda şeytanın iktidârı hâkim.
Doğal bir zekâ vardır ve
olmalıdır fakat kışkırtılmış aşırı zekâ şeytandandır. Zîrâ şeytana alan açar. Aklın
gelişmesi “Allah’ın vahyi” ile (akleden kâlp), zekânın gelişmesi ise “şeytanın
vahyi” ile olur. Zîrâ şeytan da dostlarına
vahyeder ki bu vahiy direkt olarak üstün zekâlı olanların beynini hedefler.
Oysa Allah’ın vahyi kâlbe iner (Müzzemmil 5).
Hiç kimse
şeytandan daha zekî olamaz. Şeytanı şeytan yapan zekâsıdır zâten. Şeytan akıllı değil, zekîdir, akıllı olsa Âdem’e
secde ederdi. Akıllık edip Allah’a itaat ederek
Âdem’e secde etseydi “şeytan” olmazdı. İtaat edip de secde etmeyenler
şeytanlaşır. Secde etmemek şeytandandır çünkü.
Kapitâlizm
çok çalışıp gereğince üretenlerin değil, şeytânî zekâya sâhip hırsızların
sistemidir.
Zekâ bir “akıl
ve akletme yetisi” değildir. Bu yüzden bilgi-sâhibi olmak “bilinç-sâhibi olma”yı içermez. Kur’ân’ı anlamada zekânın faydası olsa
da, vahyi hakkıyla idrâk etmede “akleden kâlp” ile teslîmiyet ve teslîmiyetten
doğan bilinç, îman ve samîmiyet önemlidir. Kur’ân, meâlini-tefsirini okuyup
anlamakla değil, rûhunu kavramakla idrâk edilebilir. Bunun için de, “kıvrak bir
zekâ” değil, “akleden bir kâlp” gerekir. Kur’ân’ı kavrama seviyesi kişinin
bilgisiyle/zekâsıyla değil, ciddiyetiyle alâkalıdır:
“Çünkü o bir düşündü,
ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp
biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt
çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak
öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).
Üstün zekâya sâhip bir Arap
dâhisi olan Velid bin Muğire, burada aklını kullanmayıp da zekâsını-mantığını
devreye sokunca, vahyin âyetleri belki de kâlbini etkilemiş olsa bile, çıkarına
endekslenmiş olan beynini yâni zekâ ve mantığını etkilemediğinden dolayı,
apaçık bir nûr olan âyetler için “eskilerin masalları” deyivermişti.
“Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Resûlullah?” diye soruldu. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi
hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır” (İbn-i Mâce, Zühd, 31).
Gerçekten
zekî olanlar yâni “temiz” insanlar, bilgileriyle ve beyinleriyle kibirlenmezler
ve aslında bildiklerinin ve zekâlarının ne kadar da yetersiz olduğunu fark
edenlerdir. Sokrates “zeki olduğumu biliyorum, çünkü hiç-bir şey bilmediğimi
biliyorum’’ demişti. Çünkü hakîkate zekâ ile değil, îman ve îmânın yönlendirdiği
akleden kâlp ve bu kâlp ile yapılan sâlih amellerle erişilebilir. Ramazan Yazçiçek; “zekâ tek başına menfaate,
akletmek ise hakîkate yöneltir insanı” der.
Tabi aklın da
bir sınırı vardır ve o sınır “gayb sınırı”dır. Îmân burada devreye girer. Îmânın
bedelini göze alabilenler îman ederler, göze alamayanlar ise geri dönerler ve
zekâlarıyla ve mantıklarıyla baş-başa kalırlar. Îman edenler akıllarını vahiy-merkezli
olarak en doğru şekilde kullanabilirler ki, bu kişilerin zekâsı akıllarının
kontrôlündedir.
“Dediler ki: Sen yücesin,
bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi
bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın”
(Bakara 32).
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder