“… O, akıl erdir(e)meyenlerin
üzerine iğrenç bir pislik kılar”
(Yûnus 100).
“Gerçekten sen, pek büyük
bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).
Modern zamanlarda akıl ile ahlâk aynılaştırılmıştır. Akıl
ile insan aynı şeydir. Eğer aklı merkeze alıp onu ölümüne savunuyorsanız ve sürekli
olarak akıldan bahsediyorsanız yâni akıl-merkezliyseniz, modern toplum
tarafından “ahlâklı” biri olarak kabûl edilirsiniz. Çünkü modernizme göre ahlâkın
kaynağı akıl yâni insandır. İşin garibi, eğer ahlâkın kaynağını akla yâni insana
değil de Allah’a bağlıyorsanız -ki doğrusu budur- o zaman da gerici, yobaz, ilkel
ve terörist damgası yersiniz.
Kur’ân, aklı kullanmaya çok büyük önem verir. Fakat
aklın merkeze alınarak ilahlaştırılmasına da karşı çıkar. Aklı kullanmamak ne
kadar kötü ve yanlış ise, aklı merkeze almak ve her-şeyi akla göre değerlendirmek
ve yapmak da o derece kötü ve yanlıştır ki bunun sonuçları modernizmde apaçık
görülmektedir. Zîrâ modern akıl, ahlâktan dolayısıyla da Allah’tan kopuk
akıldır. Allah’ın kullanmamızı emrettiği akıl ise, vahiy-merkezli olan, vahyin
kontrôlünde ve yönlendirmesinde olan akıldır.
Modernizm, Allah’tan kopmanın bir sonucu olarak “ahlâktan
kopmak ve ahlâk yerine aklı merkeze alma”nın adıdır. Aklı merkeze almak,
“insanı merkeze almak” demektir. İnsanı merkeze almak ise, “insanı
ilahlaştırmak” anlamına gelir. Merkeze neyi alıyorsanız ilahınız odur. Akıl
eğer şeytan ve nefs-merkezli olursa ortada ahlâk kalmaz ve onun yerine “etik”ten
ve morâlden falan bahsedilmeye başlanır. Akıl-merkezlilik, yakın-uzak vâdede
Dünyâ’yı ifsâd ederken, vahiy-merkezli akıl ise Dünyâ’yı bir selâmet yurduna
çevirir.
Akıl bir cevher midir yoksa araz mıdır yâni bir
eylem-şekli midir?. Kur’ân’a baktığımızda aklın, kullanılan yada kullanılmayan
bir şey olduğunu görüyoruz. Aklın kendisinden değil de, kullanılıp-kullanılmamasından
bahsedilir. Yâni akıl değil de “akletmek” vardır. Bu akletme ya şeytana, nefse
ve tâğuta göre yada vahiy-merkezli olarak Allah’a göre olur. Nefs-merkezli
olunca beyne, Allah-merkezli olunca kâlbe isnât edilir. Kur’ân “akleden kâlp”
der. Akletmeyi kâlbe isnât eder. Modernite ise aklı beyne has kılar, zekâ ile
eşitler ve IQ falan ölçer durur. Böylece IQ’sü yüksek olanlar aklen de ahlâken
de üstün kişiler olarak kabûl edilir. Zâten bu yüzden sürekli olarak, bir
kötülüğün nedeni için “eğitim eksikliği”nden bahsedilir. Eğitim arttıkça
-sözde- akıl da artar ve akıl arttıkça da güyâ ahlâk artar. Lâkin bu teori
pratikte karşılık bulmaz. Zîrâ eğitim de moderndir. Modern eğitim elbette
Allah’tan kopuk olan modern aklı ve modern ahlâkı daha doğrusu ahlâksızlığı
ortaya çıkaracaktır. Çünkü akıl Allah-merkezli olarak artmadıkça artacak olan
şey ahlâksızlıktan başka bir şey olmayacaktır. Zîrâ akıl Allah’tan kopunca
şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girer. Taha Abdurrahman bu konuda
şunları söyler:
“Akıl zât değil, eylemdir. Felsefî
ifâdeyle cevher değil, arazdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’in nassları okunduğunda
oradaki ‘akıl’ın, Yunanların akıldan anladığı mânâdan farklı bir mânâya geldiği
görülür. Yunanlı medlûlünde akıl bir zâttır, cevherdir; yâni insanın içinde
mevcut olan müstakil varlıklardan biridir. Hattâ Yunan tasavvuruna göre sâdece
insanda değil, aksine bütün kâinatta içkin olan ve olguları tanzim eden
bağımsız bir akıl, orijinâl tâbirle bir ‘logos’ vardır. Aklı bağımsız bir zât
kabul ettikleri için de onu duyudan da, kâlpten de tamâmen ayırmışlardır. Aklın
bu mânâsı, İslâm’ın kurucu metinlerinin herhangi birinde bulunmamaktadır. Bu
müesses metinlerde yer alan mânâ, aklın da tıpkı işitmek, görmek, tatmak ve
koklamak gibi bir fiil olduğu yönündedir.
Hiç-bir Arap lügatçi tatmaya,
koklamaya veyâ görmeye zât demediği gibi akla da zât dememiştir. Felsefî tâbirle
ifâde edilecek olursa akıl, İslâm’ın kurucu metinlerine göre ‘cevher’ yâni
kendi zâtıyla kâim, kendi-kendisine yeten, başkasına ihtiyaç duymayan bir şey
değildir. Çünkü aklı ‘şeyleştirme’ onu donukluğa götürür; oysa açıktır ki,
akıl, zâtın ve mâhiyetinin kaldıramayacağı kadar canlılık, hareketlilik ve güç
taşımaktadır. Peki, aklın yâni bu mahsus algısal eylemin kaynağı nedir?.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu soruya cevâbı açık ve tartışmasızdır. Kur’ân’a göre
akletme eyleminin kaynağı, kâlptir. Akıl, kâlbin fiillerinden bir fiildir.
Kâlbe mahsus eylemdir. Nitekim âyet-i kerime ‘onların kâlpleri vardır, ama
onunla akletmezler’ (Hac, 22/46) der. Akıl burada sarih bir fiildir. İşitmek, âleti
kulak olan bir fiil; görmek, âleti göz olan bir fiil olduğu gibi akıl da aracı
kâlp olan bir eylemdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de akıl, kırk dokuz âyette sâdece
fiil olarak geçmiş, hiç isim olarak kullanılmamıştır”.
Modern batı’nın zannettiği
gibi, ahlâkın kaynağı akıl yâni insan değildir. Çünkü ahlâk bedenen davranış
olarak gözükse de, ahlâkın kaynağı beden ve madde değildir. Eğer öyle olsaydı
bizimle aynı beden yapısına sâhip olan hayvanlarda da ahlâk olurdu yada hayvanlar
bir ahlâk sistemi geliştirirlerdi. Oysa onlarda ahlâk yoktur ve güdülerine göre
hareket ederler. Modernitenin alâmet-i fârikası sayılan rasyonâlite, insanı da
bir çeşit hayvan olarak kabûl ettiği için ahlâktan uzaktır ve ahlâkı hiç hesâba
katmaz. Ahlâkı hesâba katmanın Allah’ı hesâba katmak olduğunun farkındadır
elbette. Bu yüzden ahlâkı Allah’tan kopuk şekilde tanımlar ve şöyle der: Ahlâkîlik,
insanın diğer bütün niteliklerinin üzerine kurulduğu ve kendisinden türediği
asıldır”. Kur’ân’a göre ahlâk Allah’a ve fıtrata dayanır. Ahlâk fıtratta potansiyel
olarak ilk yaratılıştan bêri vardır.
Rasyonâlite ahlâktan
soyutlanmış akıl-şeklidir. Çünkü vahiyden yâni Allah’tan kopuktur. Allah’tan kopmak
“ahlâktan kopmak” demektir. Allah’tan kopuk ahlâk (daha doğrusu etik) sonuna
kadar sürdürülemez. Allah’tan kopuk olunduğunda sonuna kadar ahlâklı olmak ve
ahlâklı kalmak mantıksız ve anlamsızdır. Seküler olup da kendisinde ahlâk yada
sıkı dürüstlük görülen biri, o dürüstlüğü korumak ve adâleti yerine getirmek
amacıyla sevdiği bir kişinin zor durumda kalmasına katlanamaz. Meselâ sâdece
kendisinin şâhit olduğu ve en sevdiği kişinin işlediği bir cinâyet, eğer suç
duyurusunda bulunmadığında üstü kapanacaksa, âhireti, Allah’ı ve ahlâkı hesâba
katmayan o dürüst(!) kişi bunu ifşâ etmez, etmemelidir. Çünkü Dünyâ’da bu
yüzden başlarına bir dert açılmayacaksa sorun olmaz. Onları îtirâfa zorlayacak
bir şey kalmaz. Çünkü vicdanları zâten âhireti ve Allah’ı hesâba katmamaktan
dolayı sonuna kadar dürüst olamazlar. Zîrâ Allah’ı hesâba katmayanlar aklı
ahlâktan üstün görürler. Allah-merkezli olmayan akıl onlara, çok kötü bir şeyi
bile, sorun olmayacaksa görmezden gelmesi mesajını verir ve onlar da bu mesaja
seve-seve uyarlar. Oysa Peygamberimiz bir hırsızlık konusunda verdiği el kesme
hükmünde tâviz vermeyerek, “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa elini
keserdim” demiştir.
Akıl insanı gaybın kapısına
kadar getirir bırakır. Akıl oradan ileriye bir adım dâhi atamaz. Zîrâ gayb,
akıl-üstüdür. Oradan içeriye girmek için gereken şey ahlâktır. Ahlâk gaybın
kapısından içeriye girmeyi ve gayba îman etmeyi başlatır. Bu, aynı-zamanda bir
yük yüklenmek demektir. İşte o yükü yüklenmeyi göze alan şey kişideki ahlâktır.
Aklı ağır basarsa gaybın kapısından içeriye giremez ve îman edemez, îmânın
yükünü omuzla(ya)maz. Ahlâkı ağır basarsa gaybın kapısında içeriye girer ve îman
eder. Îmânın kendisine yüklediği yükü de seve-isteye kabûl edip yüklenir. Bu
noktada ahlâkın şiddeti, îmânın ve takvânın yâni sorumluluğun da şiddetini
belirler. Îman edenlerle etmeyenlerin arasındaki fark budur. Îman etmek için
gaybın kapısına gelindiğinde orada akıl bırakılıp ahlâk devreye girmelidir.
Fakat bunun için de kişide yeterli bir takvâ yâni sorumluluk bilinci ve haşyet bulunması
gerekir. Bu ahlâk kişide bir delikanlılık ortaya çıkarır ve bu delikanlılık
her-şeyi göze alan ve kendini adayan biri olarak gereken her yükü omuzlayabilme
dirâyeti sağlar.
Ahlâk olmadığında ve sâdece
akıl üzerinden gidildiğinde îman etmek bir efsâneye inanmaktan öteye gitmez. Îmansızlık,
ahlâksız akıldan ve takvâsızlıktan kaynaklanır.
Ahlâk doğadan bağımsızdır ve
Allah’a dayanır. Yaratılmış her-şey Allah’a dayanır. Yaratılmış olan bir şeyin
son dayanağı yine “yaratılmış” olan bir şey olamaz. Bu nedenle ahlâk da
yaratılmış olana dayanmaz. Ahlâk Yaratıcı’ya dayanır ki zâten Yaratıcı’nın bir ismi
de Hâlık’tır. Hâlık olan, ahlâkı da yaratmıştır. Yaratılmış olanlarda potansiyel
bir ahlâk vardır. O ahlâk kişinin düşünce ve davranışına göre ortaya çıkar yada
çıkmaz. Ahlâk ancak Allah’a göre düşünüldüğünde ve davranıldığında ortaya çıkar
ve yükselir. “Vücuttan vücub çıkmaz” denilir. Yâni, yaratılmış olana dayanan
şey kesin ve sonuna kadar bağlayıcı olmaz. Bu nedenle ahlâkı akla yâni insanın
kendisine bağlamanın bir anlamı yoktur.
Ahlâkın temelinde îman ve takvâ var. Bu iki şeye
hakîkatten sâhip olan kişiler zâten ahlâk timsâli kişiler olurlar. Lâkin buna
ermek için de yaratılıştan gelen ahlâkı bozmamış olmak şarttır. Bunu sağlayacak
olan ise sâdece “din”dir. Bu din elbette “tek hak din” olan İslâm’dır. İslâm ve
ahlâk birbirinden kopmaz iki şeydir. Ahlâk olmaksızın İslâm olamayacağı gibi, İslâm
olmaksızın da ahlâk olamaz”.
Ahlâk akıldan üstündür. Zâten peygamberimiz de “güzel
ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” demiştir, yoksa “aklı tamamlamak için
gönderildim” dememiştir. Önemli olan ahlâkın ve dolayısı ile dînin tamamlanmasıdır.
Dînin tamamlanması için ahlâk şarttır. Fakat o ahlâkın ortaya çıkması ve
artması için de din yâni İslâm şarttır. Ahlâk ve din tamamlanınca akıl da ona
göre yol bulur ve akıl da yükselmiş olur. Çünkü akıl ancak ahlâkın ve dînin
yolundayken doğru olarak yükselir fakat nefsin yolundayken düşer. Peygamberimiz’in
ahlâkı tamamlaması, âyetlerin inişinin tamamlamasıyla birlikte olmuştur. O
hâlde âyetler ahlâk potansiyeline sâhiptir, âyetler bizâtihi ahlâktır ve ahlâk
kazandırır yada ahlâkı yükseltir. Çünkü ahlâkın kaynağı Allah’tır.
Ahlâk dışlanınca insanları yönetmek ve yönlendirmek
için ahlâk-dışı kânunlar-kurallar ortaya çıkarıldı ve bu kânun ve kurallar kutsallaştırıldı.
Fakat bu kânunlar insanlara ve Dünyâ’ya bir nizam vermek için çok da işe yaramamaktadır.
Bu durum “görebilenler” için apaçıktır. Çünkü ahlâk olmadığında kânun ve
kurallar çok da işe yaramaz. Ahlâk-merkezli olmadıkça kânunlar ancak zorlayıcı
olarak işlevsel olur ki bunun için de kişi-başına zorlayacak görevliler olması
gerekir. Ahlâk ise kişiyi onu hiç kimse görmese bile doğru yolda tutar ve
yanlışa düşmekten korur. Hattâ en doğruya en doğru şekilde yöneltir.
Ahlâk salt bilgi değildir ve
ahlâkın bilgisi ahlâk değildir. Ahlâk daha ziyâde amel-eylemde yâni davranışta gözükür.
O hâlde amele-eyleme dönmeyen bilginin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Allah’a dayanan
bilgi, amele-eyleme döndüğünde ahlâk ile birlikte döner. Bu nedenle de her-şey ahlâklı
olur. Fakat akla yada insana dayanan beşerî bilgi ortaya konulduğunda orada ahlâk
olmayacağı yada yeterince ahlâk olmayacağı için, ortaya konulan beşerî bilgiye dayalı
olan eylemin çok da uzak olmayan bir vâdede bir sıkıntı ortaya çıkarması
kaçınılmazdır. Zîrâ ahlâk olmadığından helâk başlar.
Modernizmin başına gelen
sorunların nedeni, Allah’tan, dolayısıyla ahlâktan kopmuş olmasıdır. Çünkü Hâlık
olan Allah’ın yarattığı yâni hâlk ettiği her-şeyde ahlâk mündemiçtir. Bu nedenle
vâr olan her-şeyin fıtratına uygun hareket etmesi için ahlâklı olması gerekir.
Bunun için de her-şeyin Allah’lı olması şarttır. Her-şeyin Allahlı olması ise,
vahiy-merkezli olması demektir. Allahlı olmayı sağlayacak olan şey, Kur’ân ve
muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’in güzel örneklik olarak ortaya
koyduğu Sünnet’e göre ortaya konan düzen ve nizamdır.
Allah’tan kopmak ahlâktan da
kopmak demektir ki bu, tüm mahlûkâtın fıtratını bozmak demek olacağından dolayı
her-şeye zulmetmek anlamına gelir. Zulüm ise en büyük fitnedir ve bu fitne
aynen günümüzde görüldüğü gibi zamanla tüm Dünyâ’yı ifsâd eder.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder