“Göklerin ve yerin
gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin
ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat,
(Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü
Yeten’dir” (Nâhl 77).
Kur’ân’ın âyetleri tüm
zamanlar ve tüm konular için bir şeyler söyler yada en azından bir bakış-açısı
oluşturur. Zâten ancak bu bakış-açısı ile en doğru sonuca ulaşılabilir. Zîrâ
Kur’ân âyetleri Allah’tandır ve kâinâtı da Allah yaratmıştır. Bu nedenle kâinât
hakkında en doğru yargıya Allah’ı ve vahyi hesâba katmadan varamayız. Varlığın
en iyi ve tam doğru bir şekilde bilinebilmesinin yolu, Kur’ân’ın kişiye
kazandırdığı bakış-açısı ve ferâsettir. Modern-bilim ise, Allah’ı hesâba
katmadığı, meta-fizik olanı yok saydığı (hattâ inkâr ettiği) ve her-şeyi madde
ile değerlendirdiğinden dolayı yanlışa düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle de
teorilerinin ve önermelerinin çoğunda yanlışa düşmektedir. Bu çelişkisini de
“bilim yanlışlanabilir olandır” sözüyle kapatmaya çalışmaktadır. Tamam, tabî ki
bilimsel alanda da hatâ yapılabilir, fakat bugün “kesin olarak doğru” kabûl
ettiğine, “yanlışlanabilir” diyerek bir zaman sonra “kesin olarak yanlış”
diyerek reddetmek kabûl edilebilir değildir.
Meselâ Newton’un yerçekimi
teorisiyle Einstein’in yerçekimi teorisi birbirinden çok farklı ve hattâ
birbiriyle alâkasızdır. Newton zamânında “mutlak doğru” kabûl edilen klâsik
yerçekimi açıklaması, Einstein ile birlikte “mutlak yanlış”a dönüşmüştür. Bu
durum bir zaman sonra Einstein’in teorisi için de geçerli olacaktır. Çünkü
varlığı, “varlığı Yaratan”ı hesâba katmadan açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu
nedenle hiç-bir zaman kesinliğe ulaşamayacaklar ve ortaya atılan teoriler başka
bir teoriyle çürüyecektir.
Kur’ân’ın bilime, ekonomiye
ve siyâsete tüm zamanlar ve mekânlar için önerilerinin olmadığını yada en
azından bir bakış-açısı kazandırmadığını söylemek mantıklı ve doğru değildir ve
bu söylemin altında “seküler sistemle alâkalı” nedenler vardır.
Kur’ân her konu ile ilgili en
azından bir bakış-açısı sunar ki, bu bakış-açısı hem ahlâk-merkezli hem de maddeyle
sınırlı olmadığından dolayı daha geniş olacağından, en doğru bakış-açısı
olacaktır ve en doğru sonuca ulaştıracaktır. Allah’ı hesâba katmayan
modern-bilim (doğal-bilim değil) ise, bu bakış-açısından mahrûm kalacağından
dolayı her zaman çelişkiler içinde olacaktır. Bu nedenle bir dengenin
sağlanması önemlidir.
“Kur’ân’ı modern-bilim
ışığında anlamak ve açıklamak” sözünü doğru bulmuyorum. Tam tersine; “bilimi
Kur’ân’ın ışığında yapmak ve anlamak” önemlidir ki en doğruya da ancak bu
şekilde ulaşılabilir. Aksi-hâlde modern-bilimin “özne”, Kur’ân’ın ise “nesne”
olması kaçınılmaz olacaktır. Zîrâ açıklayan, açıklanandan üstündür. Bu
bağlamda, modern-bilimin bir-çok tutarsızlığı olduğunu, “modern-bilim” yerine,
“vahyin ışığında doğal-bilim”in doğruya ve tutarlı sonuçlara ulaştıracağını
düşünüyorum.
Bir de şu
var ki, Kur’ân’ın her âyetini ille de modern-bilimle anlamak gerekmiyor ve zâten
Kur’ân da her söylediğinin bilim ile değerlendirilmesini beklemiyor. Doğal ve
herkesin gözlemlediği bir olayı anlamak için bilime gerek olmayan bir-çok yer
vardır Kur’ân’da.
Kâinâtın
yaşının 13.8 milyar yıl; Dünyâ’nın yaşının 4.54 milyar yıl, insanın yaşının da
2 milyon yıl olduğu, seküler bir tahminden başkası değildir. Kâinâtı ve
Dünyâ’yı yaratanı hiç hesâba katmadan yapılan düşünceler ve zaman belirleme çalışmalarının
doğru bir sonuç vermesi imkânsızıdır. Batı’nın dinsiz bilimine göre yapılan
hesaplamaları maymun gibi taklit edip tekrâr etmek “bilim” zannediliyor. Öyle
ki, bu verilere vahiyden daha çok îman edildiği de ortadadır. Üstelik hiç-bir
şüphe de duymuyorlar. Modern-bilimin verilerinden şüphe edip de eleştiren ve
îtirâz eden kişi sayısı çok azdır. Çünkü modern insan modern-bilime körü-körüne
inanmaktadır. Oysa modern-bilimin verileri “dayatılmış” verilerdir. Öyle ki
modern insan, modern-bilimin verileri dışında farklı bir düşünce ve teori
gördüğünde ve duyduğunda sırıtmaktan başka bir şey yapamıyor.
Modern-bilimin
sunduğu verileri, zihinler iğdiş olmadan “mutlak-kesin ve şaşmaz veriler”
olarak kabûl etmek mümkün değildir. Çünkü verilen ölçümler ve târihler
tahmindir. Teoriler tahmindir. Deneyler hem yetersiz hem de iknâ edici
değildir. Çünkü tahminler ve çalışmalar Allah’tan bağımsız yapılmıştır ve bu
nedenle de eksik, eksik olduğu için de yanlış olacaktır. Ancak kısa mesâfeler, zamanlar
ve basit şeyler için yapılan tahminler tutarlı olabilir ki onlarda bile bir-çok
yanlışlar çıkmaktadır.
Modern-bilim
en çok yaş tâyininde zırvalıyor. Meselâ Karbon 14 örneği verilebilir. Karbon
14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14 metodu “en doğru bir
şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o da %20 hatâ payıyla
ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek
yapılan hesaplamalar “olasılık hesapları”dır. Radyo-karbon oluşur-oluşmaz
bozulmaya başlar. Atmosferde bir miktar radyo-karbon oluştuğunda, bu miktârın
yarısı 5.700 yıl kadar sonra bozulmuş olur (ve azot-gazına dönüşür). Geri kalan
miktârın yarısı da daha sonraki 5.700 yılda bozulur ve ölçülemeyecek kadar
küçük bir kalıntı kalıncaya kadar bu böyle devâm eder. Meselâ bir ağaç,
ölümünden 5.700 yıl sonra, canlıyken bünyesinde bulunan radyo-karbonun, olağan
karbon oranının sâdece yarısını ihtivâ eder. 11.400 yıl (veyâ iki yarı-ömür)
sonra, tabiattaki oranın sâdece dörtte birini içerir. Yaklaşık beş yarı-ömür
veyâ kabaca 30 bin yıl sonra ise çok zor ölçülen bir kalıntı kalır, bu yüzden
radyo-karbon testi sâdece 30 bin yıldan daha genç kalıntıların yaş tâyininde ve
tahmininde kullanılabilir.
“Karbon-14’ün yarı-ömrü
yaklaşık 5.730 yıldır. 8 yarı-ömür sonrasında geriye kalan, başlangıçtaki
radyoaktif karbonun yalnızca 1/256’sı olur. Bu miktar güvenilir, bir ölçüme
elvermeyecek derecede azdır, dolayısıyla radyo-karbonla târihlendirme yöntemi
yalnızca kırk bin küsur yıldan yaşlı olmayan nesnelerde işe yarayabilir”. Diğer
uzaklık ölçüm teknikleri de böyledir ve kesin güvenilir değildir. Fakat buna
rağmen milyonlarca hattâ milyarlarca ışık-yılı uzaklıktan bahsedebiliyorlar ve
daha da ilginci, bu uzaklıktaki bir yıldız hattâ gezegen hakkında kesin
yargılara varıyorlar.
Karbon 14 metoduyla yapılan
ölçümlerde bâzen komik sonuçlar da ortaya çıkar. Meselâ bir keresinde bir
tarlada bulunan bir eşyânın yaşı ölçüldüğünde 20.000 yıl ömür biçilmişti.
Meğerse o eşyâ, tarlanın sâhibinin 15-20 yıl önce kaybettiği bir eşyâsıydı. Bu
târih ölçme metodları zannedildiği gibi çok da bilimsel değildir. Masa-başında
belli kriterler ortaya koyup bunları kabûl ediyorlar, sonra da “bu parça şu
dönemdedir, şu özelliktedir” deyip, ortalama bir yaş biçiyorlar.
Bir-çok sahtekârlıklar da yapılmıştır.
Meselâ amatör bir arkeolog olan Japon Shinichi Fujimura, sürekli olarak
“binlerce yıl öncesine âit(!)” taşlar buluyordu. Fakat bu taşlar, önceden
yontularak hazırlayıp gömdüğü taşlardı. Gömdüğü bu taşları bir süre sonra sanki
“elleriyle gömmüş gibi” buluveriyordu. Bu taşlara nice yaşlar biçildi. Daha
yeni gömdüğü taşlara 570.000 yıllık ömürler biçildi. Fakat sürekli târihi taş
bulmasından şüphelenen haberciler, onu, yonttuğu taşları gömerken yakaladı ve
gizlice fotoğraflarını çekti. Tabi bir süre sonra 570.000 bin yıllık yeni
taşlar bulduğunu duyurduğunda kendini ele vermiş oldu. Yaptığını îtiraf etti ve
bunu kendisinde bulunan bir hastalığa bağladı. Böylece kendilerine uzun yaşlar
biçilen taşlar bir-anda sıradan taşlar hâline geldiler.
Peki çok eski târihlere âit
olduğu söylenen nesneler niçin bu kadar ilgi görüyor?. Çünkü modern-bilim ve
modern insan Allah’tan, âhiretten, dinden, kitaplardan, peygamberlerden,
mânâdan ve meta-fizikten umûdunu kesmiştir. Fakat vicdanı onu sürekli olarak
rahatsız etmektedir. Bu nedenle de vicdânını susturabilmek için, her-şeyin
zamanla oluştuğunu gösterecek argümanlara ihtiyâcı vardır. Bu ihtiyaç nedeniyle
sürekli olarak yeni deliller ararlar ve uydurma da olsa bir şeyler ortaya
çıktığında, “demek ki Allah yaratmamış ve zamanla kendi-kendine oluşmuş”
düşüncesine alan açarak, bâtıl inançları için sığınacakları bir şeyler olmuş
olur.
Utah Üniversitesi’nden
metalürji profesörü Melvin Cook, radyo-karbon oluşması ve bozulmasıyla ilgili
eldeki en son rakamları aldı ve buradan sıfır radyo-karbona ulaşacak şekilde
geriye doğru hesaplamalar yaptı. Aslında bunu yaparken, radyo-karbon tekniğini
kullanarak Dünyâ atmosferinin yaşını hesaplamaya çalışıyordu. Sonuçta, Dünyâ
atmosferinin yaşı 10.000 yıl civârında çıktı.
Desteğimizi,
kâinâtı yaratan âlemlerin Rabbi Olan Allah’ın kitabından almayacağız da, dinsiz
batı’nın seküler biliminden mi alacağız ille de?. Bilimi, batı’nın seküler
“modern” bilimine göre araştırmak zorunda değiliz. Bir dayanışma olabilir tabi.
Fakat seküler bilim zorunlu değildir. Çünkü mutlak kesin sonuçlar vermez. Sürekli
yanlışlanıp-yanlışlanıp değişen bir bilgi-sistemine mutlak anlamda neden
güvenelim?.
Modern-bilim
vahiy-merkezli eleştiriye muhtaçtır. Buna rağmen âyetleri modern-bilime
uydurduğumuzda çok iyi iş yapmış olduğumuzu düşünüyoruz. Fakat âyetlerin
ilhâmıyla farklı bir şey söyleyince yobaz olarak görülüyoruz?. İşte
müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, batı-merkezli modern-bilim ve
ideolojilerin müptelâsı ve taklitçisi olmalarıdır. Batı’nın bilimine,
ideolojilerine, siyâsetine, sanatına vs. olan körü-körüne olan inanç, batı’nın
dinsiz bilimini “mutlak doğru” zannetmeye yol açıyor. Batı’nın ve modern-bilimin
her dediğinin doğru olduğunu kabûl etmek cehâletin daniskasıdır.
Farklı veriler
ve sonuçlara ulaşan kişilere “gülesim geldi”, “çok komik”, “yobazlık”,
“gericilik” gibi şeyler söylemek modern insanın ve müslümanın şiarı hâline
geldi. Ne yâni?; modern-bilime bir eleştiri ve îtirâz yapılamaz mı?.
İddialarını çürütecek ve yanlışlayacak, vahiy-merkezli çalışmalar yapılamaz
mı?. Modern-bilime körü-körüne kapılmak, yalan-yanlış ve sapık verileri
tekrarlamaktan başka bir şey yapmamak modern bir cehâlet şeklidir. Aynı-zamanda
ezikliktir de. Gerçek âcizlik ve gülünç duruma düşmek budur işte!.
“Bilim-insanları” ifâdesi, feminizmin
baskısının bir sonucudur. Artık “bilim-adamları” sözü değil, “bilim-insanları”
ifâdesi kullanılıyor. Çünkü kadın olan bilimciler de vardır ve çoğalmaktadır.
Bu da başka bir zulümdür ama bunun tartışmasının yeri burası değil.
Modern zaman ve modern
insan, “bir ön-kabûl olarak” bilim-adamlarından yana olduğu için,
bilim-adamlarının ortaya koydukları önermeleri çok kolay kabûl edebiliyorlar.
Onların teorilerden, önermelerinde yada söylediklerinden hiç şüphe duymuyorlar.
Hele ki işin içine matematik karıştıysa, zinhar aksine bir şey söylemeyi
düşünemiyorlar bile. Oysa gerçekte vâr olmayan şeylerin matematikte doğru gibi
gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle
açıklar: “Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da
söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden
ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında
kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun
fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca,
matematikte soyut-teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir
karşılığının olmasını gerektirmez”.
Modern-bilimin verilerini ve
teorilerini kabûl etmemek saçmalık olarak görülüyor. Bunun en komik yanı ise,
bu teorilerden haberi olmayan ve bilimden hiç anlamayan insanların da bilimi
“yanılmaz-şaşmaz bir kuyumcu terâzisi” zannetmelerindendir. Oysa müslümanlar
hayâtı din-merkezli yâni Allah-merkezli okumayı şiar edinmiş olmalıdır. Zîrâ “en
doğrusunu sâdece, her-şeyi yaratan Allah bilir” diyerek modern-bilimden biraz
olsun şüphelenmelidirler.
Şu “biz kimiz ki, adamlar
neler yapıyor” kompleksinden kurtulun artık. O “bilim-adamları” denilen insanlar,
kronik hastalıklara, meselâ daha romatizmaya bile çâre bulamamış kişilerdir.
Onların yaptıkları şeyler şişirildiği kadar önemli değildir. Hem modern-bilim,
hem de bilim-adamları şişirilmiş balonlardır.
Modern-bilimin ve
bilim-adamlarının dinle ve siyâsetle ilgilenmedikleri zannediliyor. Fakat onların
önemli bir kesimi, bâtıl ideolojilerin ve bu ideolojilerin başındaki
siyâset(çi)lerin, paranın sâhibi sermâyedarların ve şeytânî projelerin
başındakilerin güdümünde iş yapan ve din-karşıtı ideolojiler için teori üreten
kişilerdir. Din yâni İslâm, “aşılabilecek” bir şey değildir. Batı’lı
bilim-adamlarının tek derdi, tâbi oldukları kişilerin hedefi doğrultusunda, müslümanlar
ve stratejik ülkeler ve bölgeler için teoriler geliştirmektir. Bu nedenle
modern-bilimi ve bilim-adamlarını, zannedildiği gibi “kutsal” kişiler falan zannetmeyin.
Ortaya koydukları teorilerin ve önermelerin çoğu zırvalıktır. İnsanların bilim-adamlarını
“ulaşılmaz-kutsal-üstün insanlar” zannetmelerinin içi boştur. Bilim-adamlarını
finanse eden ve onlara alan açan küresel güçlerin tek derdi, müslümanların
gerçek îmandan uzak kalmasını sağlamak ve böylece sömürülerini daha rahat
yapabilmektir. Bunun için de bilim-adamlarını kullanmaktadırlar. İşin trajikomik
yanı ise, sömürülen ve ezilen insanların bu kişilere körü-körüne inanması ve
onları savunmasıdır.
Şu-an Dünyâ’da çıkarılan
savaşları, çok matah insanlar zannedilen bilim-adamlarının yaşadığı ülkelerin
başında bulunan şeytanlar çıkarıyor ve zâten bu durum onların çok işine
geliyor.
“Bilimsel devrim” denilen
zamanda yâni Galile, Kepler ve Kopernik ile başlayan süreçteki buluşları
yapanlar “kilise mensubu” râhip ve papazlardı. Okudukları bölüm de ilâhiyattı. Onların
tâlihsizliği, İslâm ile yeterince ilgilenmemiş olmalarıdır. Demek ki ille de
meşhûr üniversitelerde okumakla olmuyor. Einstein okulda başarılı bile değildi.
Cins kafalar iyi üniversitelerden çıkmıyor, cins kafalar o üniversitelerde
toplanıyorlar sâdece. Bilim-adamlarının insan-üstü gösterilmesi şehir efsânesidir.
Medyanın modern-bilimi ve bilim-adamlarını pohpohlamasından başka bir şey değildir.
Kur’ân-merkezli bir okuma
yapıldığında hem modern-bilim hem de bilim-adamlarının eleştirilecek bir-çok
yanı olduğu görülüyor. Bunu yapanlar da var fakat sesleri kısılıyor ve
boğuluyor. Çünkü modern insanın kafasında modern-bilim ve bilim-adamları
ilahlaşmış durumda. Dünyâ’da çoğu insan böyle. Çünkü yoğun bir pohpohlama ve
psikolojik dayatma var.
Modern-bilim bir dogmadır.
Kendisine inanılmasını bilimi anlamayanlar için bile zorunlu kılar. İnsanların
çoğu bilimden anlamaz, ama modern-bilim, insanları, anlamasa da inanmaya ve
saygı duymaya hattâ modern-bilimi ilahlaştırmaya zorlar. Hattâ modern-bilimin
teorilerine inanmayanları câhil, ilkel, yobaz ve terörist olarak görür ve
gösterir.
İslâm’a göre cehâlet ve
câhil, bir okul bitirmemiş anlamında değildir. İslâm’a göre cehâlet, “Allah’ı
hesâba katmamak” demektir. Daha düne kadar Newton’un yerçekimi teorisini
dinleştirenler, son 100 yıldır ise bundan vazgeçti ve Einstein’in yerçekimini
kuralını din yaptı da şimdi de ona tapıyor. Modern-bilimin, çoğu saçma-sapan
olan ve kesinlik ifâde etmeyen teorilerinin peşine hiç sorgulamadan körü-körüne
düşenler câhil, ahmak ve zavallıdır.
Kur’ân hem iç-âlemi hem de
dış-âlemi en doğru şekilde aydınlatan tek kaynaktır. Enerjisini vahiyden
almayan tüm “aydınlatma cihazları” ise yarı yolda sönmeye mahkûmdur.
Söylediklerim,
içinde yanlışlar olma ihtimâli olan doğrular toplamıdır. Modern-bilimin verileri
ise, içinde doğrular olma ihtimâli olan yanlışlar toplamıdır.
Yazdıklarım “resmen”
saçmalıktır ama “gayri resmî” olarak gâyet tutarlıdır.
“Kimse kimsenin günahını
yüklenmez. Günahla yüklenmiş birisi yükünü taşımak üzere akrabâlarını bile
çağırsa onun yükünden hiç-bir şey taşınmaz” (Fâtır 18).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder