“Ona bir biçim verdiğimde
ve ona rûhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek (yere) kapanın” (Hicr 29).
“Onu bir biçime sokup,
ona rûhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın” (Sâd 72).
Madde: “Duyularla algılanabilen, bölünebilen, ağırlığı olan,
yer kaplayan nesne”.
Rûh:
“Dinlerin ve ruhçu felsefelerin insanın vücûdunda bulunduğunu kabûl ettikleri,
yaşamın özü saydıkları, canlılığı sağlayan, maddesel olmayan varlık, ölümsüz
sayılan töz, ilke”.
En kadim tartışmalardan biri
de, madde ve rûh hakkındaki tartışmadır. Temel soru şudur: “İnsan hem maddî bedenden
ve bir de ayrıca rûhtan mı oluşur yoksa rûh denilen şey aslında bedenin-beynin
işlevinin bir sonucu, yansıması vs. midir?. Yâni rûh da eşyâ mıdır?.
Rûhun varlığı kabûl
edildiğinde, birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişkiye geçtikleri,
ruhların bedenlere nasıl girdikleri ve maddî bedenle nasıl bir bütünmüş gibi
etkileşimde bulundukları îzah edilemez fakat rûh diye ayrı bir cevherin
yokluğunda da beynin rûh ve bilinci ortaya nasıl çıkardığı da îzah edilemez,
edilemiyor. Çünkü nöronların bilinçli bir şey ortaya çıkarması gerçekten de
kabûl edilecek bir şey değildir. Çünkü nöronların hareket ettikleri bir beyne
sâhip olan hayvanların, insan gibi bilinçli şeyler yaptıklarını göremiyoruz.
Oysa “rûh sâyesinde bilinçli şeyler yapmak” düşüncesi kabûl edilebilir bir
düşüncedir. Çünkü diğer iddiâ çok mantıksızdır ve sağduyuya da aykırıdır. Bu nedenle
rûhun ayrı bir cevher olduğunu ve bilincin ruhtan kaynaklandığı iddiâsı, “tabula
rasa” olan boş bir zihnin bile kolayca kabûl edebileceği bir iddiâdır.
Eğer ruhâ “bedenin
işleyişinin bir sonucu olarak” madde diyeceksek, bu Feminizm açısından sorun
olmayacaktır, kürtaj yapmak sorun olmayacaktır, çocuğu 2-3 yaşlarında kreşe,
sonra ana-okula, 18 yaşına gelince de ayrı eve göndermek sorun olmayacaktır. Tabi
ileride de çocuğun yaşlı ana-babasını huzur-evlerine göndermesi sorun teşkil
etmeyecektir. Çünkü ne de olsa aradaki bağ sâdece maddî bir bağdır ve bu bağ
maddî hayatla sınırlıdır. Ölünce her-şey biter.
“Rûh maddedir” dendiğinde
“ölünce her-şey biter” düşüncesi normâlleşir, bu düşünce normalleştiğinde ise
deizm “en popüler din” hâline gelir ki deizmden ateizme geçiş işten bile
olmayacağı için insanlar kısa zamanda deistler ve ateistler olarak ikiye
ayrılacaktır.
Rûhu iptâl edip inkâr ettiğimizde,
Evrim Teorisi en popüler teorilerden biri olur ve Evrim Teorisi’ne inanmak “modern
âmentü” hâline gelir. Rûhun ayrı bir cevher olduğu görüşünün yerini “tek
cevherci” yaklaşımın almasında Evrim Teorisi’nin geniş kabûl görmesinin önemli
etkisi vardır. Tabi bu-arada insanlar evlenmekten vazgeçerek gayri meşrû
ilişkileri yaygınlaştırırlar ve hâmile kalındığında da kürtaj yapmak bir sorun
olmayacağı (çünkü ne de olsa rûh diye mânevî bir şey yoktur!) için kürtajlar
çoğalır. Tabi ceninlerden parfüm yapan kozmetikçiler buna çok sevineceklerdir.
Çocuk yerine hayvan “beslenmeye” başlayacaktır. Çünkü insanda rûh olmadığı gibi
hayvanda da yoktur, o zaman ne fark eder ki?, ha insan ha hayvan. İkisinden
birini besle gitsin. Artık insanlar birbirlerine “kaç çocuğun var” diye değil, “kaç
hayvanın var” ve “hangi hayvanları besliyorsun” diye sormaya başlayacaktır.
Evlenmiş olanlar ise kırk yıl boyunca çocuk yapmayacak ama kırk tâne hayvan
besleyeceklerdir. Çünkü insanı hayvandan ayıracak bir şey kalmayacaktır. Niçin
sorumluluğu çok fazla olan çocuk yerine hayvan beslenmesin ki?.
Rûhun neliği gaybın
konusudur ve bilinemez. Zâten Kur’ân da; “onun hakkında size az bir bilgi verilmiştir”
der. Rûhun varlığı hissetmekle anlaşılır. Düşünen, akleden, duygulanan vs.
soyut şeyleri değerlendiren şey rûhtur ve beyin değildir. Nöronların öyle bir
yeteneği yoktur.
“Madde de rûhtur, çünkü
enerjidir, arasında fark yoktur” deniyor. Oysa maddedeki enerjiyle rûhun
enerjisi çok farklıdır ve ikisi aynı değildir. Rûh enerjisini dışarıdan almak
zorunda bile değildir belki de. Madde ise, “tümden enerji” değildir ve E=mc2 doğru değildir.
Madde, içinde enerji taşıyan bir varlıktır. Madde tümden enerjiye
dönüştürülemez, içindeki enerji kullanılabilir sâdece. Meselâ odunu yakarsınız
ve en sonunda onun enerjisi tükenir ve “madde” kısmı olan külü kalır. O kül
aslâ yüzde yüz olarak enerjiye dönemez. Maddenin içindeki enerji tükendiğinde
salt maddî yanı kalır. Madde tamâmıyla enerjiye dönüştürülemediği gibi enerji
de maddeyi meydana getirmiş değildir ve zâten kâinatta bunun olduğunun bir örneği
yoktur. Kâinatta enerjiden maddeye bir geçiş söz-konusu değildir ve bunun bir
örneği de yoktur. Bu geçişin ve dönüşümün Big-Bang ile olduğunu söylüyorlar ki
Big-Bang sâdece bir teori yada daha doğrusu hipotezdir ki masa-başında
üretilmiş bir varsayımdan başkası değildir. Zâten Big-Bang’in deneyi de
yapılamıyor ve yapılamaz. Enerjinin maddeleşmesinin bir örneği olmadığı için
enerjinin soğuyarak yada yavaşlayarak maddeye dönüştüğünü söylemenin bir anlamı
yoktur. Çünkü madde ayrı, enerji ayrı bir şeydir ve ayrı-ayrı olarak
yaratılmıştır. Fakat enerji maddenin içinde potansiyel olarak bulunmaktadır.
Enerji, maddenin içinde ve maddeye içkin olarak yaratılmıştır. Enerji maddenin
içinde potansiyel olarak bulunur ve madde enerji değildir. Enerji de madde
olamaz. Kullandıkça maddenin içindeki enerji biter. Meselâ bir pil enerji
değildir ama içinde enerji taşır. Bu enerji pilin taşıyabileceği kadar bir enerjidir.
Pilin içindeki enerji bitince geriye pilin kalıbını oluşturan madde kalır. Madde
enerji değildir, “enerjiyi taşıyan” şeydir.
Flojiston hakkında şunlar söylenir: “Flojiston, yanabilen bütün cisimlerde bulunan yanıcı bir maddedir ve bir cismin
yanması ‘terkibinde bulunan flojistonu
kaybetmesi’nden ibârettir. Bol flojiston ihtivâ eden
maddeler kolay yanarlar ve yanma
netîcesinde az miktarda bakiye, yâni kül bırakırlar”.
Rûh ise, neliğini
bilemeyeceğimiz ama sürekli olarak hissettiğimiz şeydir. Zâten rûhun yaptıklarının
madde ile yapılması mümkün olmadığı gibi, beyin araştırmalarında bilinci, şuuru,
duyguyu ve hissi sağlayan maddî bir mekanizma da bulunamamıştır, bulunamaz da.
Çünkü o ruhtandır ve rûh gaybın konusu olduğundan dolayı onun hakkında tatmin
edici bir bilgiye ulaşılamaz.
Descartes, zihni, “maddî
olmayan, mekândan bağımsız ve temel özelliği ‘düşünmek’ olan bir cevher” olarak
tanımlar. Descartes, Dünyâ’da yaşayan varlıklardan sâdece insanın, madde
dışında bir cevhere (zihne/rûha) sâhip olduğunu söyler. La Mettrie gibi
filozoflar, Descartes’ın hayvanları birer makine gibi görmesinden etkilenerek,
insanın da bu şekilde açıklanabileceğini, insanda maddî bedenden ayrı bir
cevher tasavvur etmeye gerek olmadığını söylemişlerdir.
Rûhun maddî olduğunu ilk
söyleyen kişi Leukippos ve Demokritos’tur. Her-şeyi atomlara bağlarlar ve
“atomların hareketleri rûhu açığa çıkarır” derler. Demokritos’a göre atomlar
ezelî ve ebedîdirler; her değişim ve oluşum bu atomların birleşmesi ve
ayrılmasından ibârettir. Şeylerin farklılığı atomların sayı, büyüklük, biçim ve
düzenlenişlerinin farklılığından kaynaklanır. Demokritos rûhun ince, düz,
yuvarlak ve ateş atomlarına benzer atomlardan yapıldığını söyler. Sonuçta “rûh,
bedendeki atomlardan daha farklı olan atomlardan oluşsa da ayrı bir cevher
değildir” der.
Materyâlistlere göre insanın
tüm özelliklerinin (düşünme, sevinç, acı gibi zihinsel özelliklerinin de)
sâdece maddî cevher ile açıklanabilmesi görüşü, “hayvanlarda niçin ruhsal
faaliyetler ve düşünceler açığı çıkmıyor” görüşüyle çürür. Çünkü binlerce çeşit
ve milyarlarca sayıda hayvan vardır ama hiç-birinde ruhsal bir faaliyet gözlenmez.
Rûh ve madde ayrıldığında, insan maddeyi “mutlak”
olarak görmeye ve kabûl etmeye; rûhu ise inkâr etmeye başlar ki bu süreç Descartes ile başlamıştır. Maddeye aşırı
yönelme, modernite ile birlikte rûhun ve meta-fiziğin inkâr edilmesine neden
olmuştur.
Rûh inkâr edildiğinde madde “ezelî”
olarak kabûl edilmeye başlanır. Çünkü ortaya konan tüm mükemmellikleri güyâ
madde açığa çıkarmıştır ve onun bir gün gelip de yok olması normâl olmaz. O
hâlde madde ezelî olmalıdır yada en azından madde, o -sözde- ilk başladığı tekilliğe
geri döner ve sonra yeni bir zamanda yeniden açığa çıkar ve yeni bir kâinat
kurar. Çünkü madde hârikulâdedir ve zamanla en mükemmel şeyi bile ortaya koyabilecek
güçte ve özelliktedir. Öyle ki en sonunda tanrı olur. Noah Harari’nin “hayvanlardan
tanrılara” dediği şey budur. Bunun yerine “atomlardan tanrılara” deseydi de bir
şey değişmezdi.
Termodinamiğin 1. Kânunu
olan “Enerjinin Korunumu Yasası”nda madde rûhun yerine geçirilmiştir ve ölümsüz
yapılmıştır. Termodinamiğin
1. yasasına göre “enerji yoktan vâr edilemez ve yok edilemez, sâdece bir
şekilden diğerine dönüşür” demek, maddeyi-enerjiyi ezeli ve ebedî îlan etmek
demektir ki, ebedilik ancak Allah’a mahsustur. Maddenin yok olmayacağını
söylemek, kâinâtın ezelî ve ebedî olduğunu söylemektir ki bu, kâinâtın -hâşâ-
Allah olduğunu söylemek demektir (panteizm). Zîrâ yok olmayacak olan sâdece
Allah’tır. Madde ve enerji “mutlak gerçek” değildir ki yok olmasın. Madde ve
enerji “hak”tır fakat “el hak” değildir. Hiç-bir şey Allah kadar var değildir.
Bu nedenle de yok olmayacak olan sâdece Mutlak Gerçek (El Hak) olandır ki O da Bâkî
olan Âlemlerin Rabbi Allah’tır.
Termodinamiğin
1.yasası olan Enerjinin Korunum Yasası’nın yanlış olduğu, Termodinamiğin 2.
Yasası olan Entropi Yasası’yla ortaya çıkar. Termodinamiğin 2. Yasası ihlâl
edilmeden 1. yasa savunulamaz. Şöyle denir: “Termodinamiğin ikinci yasasına
göre tersine işlemler gerçekleşemez. Meselâ siz bir bardağı düşürdünüz ve
kırdınız. Kırılan parçalar geri gelip birleşemez. Entropi düzensizliği her
zaman artar. Aslâ azalmaz. Bu yasaya göre devamlı olarak evrenin entropisi
artmaktadır. Öyle bir entropi artışı olur ki, bir-zaman sonra artık entropi
‘geri dönüşüme’ izin vermez. Bozuluş kaçınılmazdır ve en nihâyetinde de geri
dönüşümü olmayacak olan bir nihâi bozulma gerçekleşecektir”.
Şu da var ki, rûh inkâr
edildiğinde ve her-şey maddeyle alâkalandırıldığında, kutsal olan hiç-bir şeyin
varlığına inanılmamaya başlanır. Rûh yoksa vahiy de yoktur, melek de yoktur,
peygamberler de -hâşâ- yalancıdır ve vahiy kitaplarını kendileri yazmıştır.
Âhiret yoktur ve cennet-cehennem de olamaz. Çünkü madden açıklanamaz. Ve en
nihâyet Allah da yoktur. Maddî olmayan bir şey yoktur çünkü. Modernite Allah’ı
işte bu düşünceyle öldürmüş(!)tür. İnkâr, domino taşları gibidir, birini
yıktığınızda yâni inkâr ettiğinizde mutlakâ diğerleri de yıkılır ve inkâr
edilmeye başlanır. İnkâr başladığı yerde durmaz ve sonuna kadar gider.
İster materyâlizmi savunan
sosyâlizm olsun isterse kapitâlizm olsun, bunlar maddeden vazgeçemeyen iki
sistem ve ideolojidir. Netîcede ikisi de madde-merkezlidir ve maddede
buluşurlar. Maddeden vazgeçemedikleri için modernite denen şey madde-merkezli
olmak zorunda kalmıştır. Her-şeyi maddîlikle öğrenmeye ve açıklamaya
meyyâldirler. Böyle olunca rûh sinik kalmış ve inkâr edilmeye başlanmıştır. Hem
modernite hem de pozitivizmde her-şey madde ile açıklanma yolunda olduğu için,
bilinç, duygu, sevgi ve düşünce madde ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Çünkü
rûhun olması modernitenin işine gelmez. Zîrâ rûha inanıldığında rûha etki eden
şeyler de kabûl edilmek zorunda olur ki bunlar başta Allah olmak üzere âhiret,
kitap, vahiy, peygamber, melek vs.’dir. Rûh kabûl edilip de gaybın kabûl
edilmemesi mümkün değildir ve anlamsızıdır. Bu durum modernitenin işine gelmediği
için gaybı inkâr etmek istemekte ve bunun kestirme yolu olarak da rûhu inkâr
yoluna girerek bilinci maddeye indirgemektedirler.
Rûhun aslında maddeden
müteşekkil olduğu konusunun modern müslümanlar tarafından kabûl edilmeye başlaması
modern bir olgudur ve İslâm târihinde çok uç istisnâlar dışında bunun örnekleri
yoktur. Moderniteden aşırı etkilenerek modernitenin güdümüne giren modern
akademisyenler bu işi köpürtmektedir. Meselâ Caner Taslaman: “Teizmi -birçok
kişinin yaptığı gibi- dualizmle (çift cevher) özdeşleştirmek hatâlıdır ama
materyâlizmi dualizm karşıtlığı ve tek cevher fikriyle özdeşleştirmek doğrudur”
der. Fakat Kur’ân çalışmaları yaptığı için bu konuda agnostik -bilinemezci-
kalmayı seçer.
Mesele şu ki, sâdece
maddeyle, insan eliyle de olsa bir mükemmellik ortaya konamaz. Böyle bir örnek
yoktur. Mükemmel olan “eskimez” olandır ve madde eskir ama rûh eskimez. Çünkü
maddî değildir. Oysa madde ilk çıktığında etkileyici olsa da zamanla etkisini
kaybeder ve çirkinleşir, özelliğini kaybeder. Zâten Entropi Kânunu’na göre her-şey
zamanla bozulmaya ve ölmeye mahkûmdur. Oysa rûhun ortaya koydukları ölümsüzdür.
Mükemmellik maddeden değil rûhtandır.
Bilincin kaynağını maddeye bağlamak,
vahyin kaynağını da maddeye bağlamak olur ki o zaman da “Kur’ân Allah’tan
değil, Muhammed’in kendi el yazmasıdır” düşüncesi(zliği) açığa çıkar mecbûren.
Bu ise küfürdür. Üstelik vahyin îtibârı böylelikle azalır ve kaybolur gider. Dînin
değeri biter ve artık onu tâkip eden kalmaz. Sonuçta da insan Allah’a inanmaya
devâm ediyorsa deizm, etmiyorsa ateizm en yaygın iki din hâline gelir. Rûhun
inkârı mecbûren deizmi ve ateizmi köpürtür, çoğaltır ve üstüne tüy diker.
Rûhu inkâr edip her-şeyi
maddeye bağlayanlar olduğu gibi, maddeyi inkâr edip de her-şeyi rûha bağlayanlar
da vardır. Berkeley bunlardan biridir ve maddenin gerçek bir varlığının
olduğunun bir delîlinin olmadığını söyler ve o da maddeyi inkâr eder. Rûhu
inkâr etmek karşı tarafta maddeyi inkâr etmeye dönüşür. Böylece “Allah bir şey
yaratmamıştır” diye absürd bir düşünce açığa çıkar. Bir de “insanın da maddenin
de bir rûhu vardır” diyen pagan ve animist görüş vardır ki bu görüş hem
ruhçulara hem de materyâlistlere argüman sağlayabilir. Fakat rûh, nöronlar
arasındaki elektrik sinyâllerin taşınmasının bir sonucu değildir.
Görüldüğü gibi her-şeyi
maddeye bağlamanın sonuncunda her-şeyi rûha bağlamak ve her-şeyin bir rûhu
olduğunu söylemek düşüncesi de açığa çıkıyor. Oysa madde ayrı, rûh ayrı bir
cevher ve varlıktır. Madde Termodinamiğin İkinci Kânunu olan Entropi Kânunu’nda
söylediğimiz gibi yok olmaya mahkûmdur. Rûh ise, “en sonunda her-şey yok olur,
sâdece Allah’ın yüzü bâki kalır” âyetinde dendiği gibi yok olup gidebilir ama
maddeden çok daha kıdemli ve uzun ömürlü olduğu gerçeği değişmeyecektir.
Modernite ve modern-bilim hiç-bir
delîli olmamasına rağmen rûhu inkâr eder ve her-şeyi maddeye bağlar ki
modern-bilim zâten hep bunu yapar. Elinde yeterli delil olmamasına rağmen
masa-başında şeytanın vesveseleriyle ürettiği varsayımları din yapar.
Akıl gaybî bir şeydir ama
akletmek beyin ile ilgilidir. Akıl beyni kullanır. (Gerçi Kur’ân; “akleden
kâlp”ten bahseder). Rûh da beyin ile birlikte tüm vücûdu kullanır. O yüzden
akıl yürüttükçe beyin daha çok ve iyi çalışır ve rûha etki yapar. Beyinin doğal
olarak uyarılması, beynin aktivitesini arttıracağı için rûha daha fazla etki
eder ve rûh da daha aktif olur. Rûh, bu kâinat formatında işlevini yapabilmesi
için bir vücûda ve beyne ihtiyaç duyar. Böylece Allah’ın murâdı gerçekleşir ve
imtihan devâm eder. Beyin olmadığında rûh işlevini bu formatta yapamaz ve
özelliklerini ortaya koyamaz. Rûh olmadığındaysa beyin ya hiç çalışamaz yada
hayvanlar gibi çalışır ve sâdece maddeye kitlenir ve güdüleriyle hareket eder.
Fedâkârâne, azimli ve
adanmış bir şekilde yapılan işler hep ruhtan kaynaklanır ve rûhun ateşlemesiyle
olur. Yoksa beyin böyle bir şey başlatmayı düşünemez. Rûhunu devreye sokmayan
ve sâdece zekâsıyla iş yapanlar yetersiz bir dirâyette olurlar. İnançsız olununca
o şey etkisiz de olur. Meselâ maçlarda oyuncular ruhlarının da ateşlemesiyle yeterli
bir direnç gösteremediklerinde taraftarlar “ruhsuzlar” diye slogan atar. Oysa o
anda sporcuların beyinleri yerindedir ve çalışmaktadır. İşte, bir ateşleme
yaparak oyunculara güç veren şey o rûhtur. Bu durum aslında savaşlarda ve
fedâkârca yapılan işlerde daha çok ve net olarak görülür. O anda beyin karârını
değiştirmiş değildir ve zâten böyle bir özelliği de yoktur. O anda olan şey,
rûhun devreye girmiş olmasıdır.
Beyne yapılan sûnî müdâhalelerle
onun tat alması, işitmesi, koklaması etkinleştirilebilir ama düşünmesi,
bilinçlenmesi ve duygulanması etkinleştirilemez. O bilinçli bir süreç içinde rûhun
katkısıyla olabilir ancak. Tabi beyin sağlığı aynen tüm vücûdun sağlığında
olduğu gibi, rûhun daha etkin olmasını sağlayacaktır. Beyin üzerindeki
incelemeler, nöronların (sinir hücreleri) ve nöronların toplu fonksiyonlarının
beyin işlevlerinin temeli olduğunu göstermektedir. Nöronlar beynin işlevini
sağlayabilir ama bilincin işlevini sağlayamazlar. Bilinci oluşturamaz ve açığa
çıkaramazlar. Zîrâ beyin ile ilgili bilgiler bilincin ve dolayısıyla da rûhun
ne olduğu ile ilgili hiç-bir şey söyleyememektedir. Beyin ile ilgili bilgi ne
kadar artarsa-artısın, bilincin ve rûhun ne olduğuyla ilgili bilgide artış
olmayacak ve rûh hakkındaki bilgi “Allah’ın bildirdiği kadar” olmaya devâm
edecektir.
Materyâlistler ve pozitivistler
rûhun ne olduğunu bilmedikleri ve onu bulamadıkları için inkâr edebiliyorlar
ama, bilincin ve rûhun beyinde bir yerlerde bulunamamasına ve hattâ ne olduğunun
bile bilinememesine rağmen rûhun maddeden kaynaklandığı görüşünden
vazgeçmiyorlar. Bu, Dünyâ’nın seküler-modern-profan bir eğilimde olmasından
dolayıdır.
Rûh inkâr edildiğinde ne
Allah’ın rûhtan bahseden âyetinin ne de Yûsuf peygamber’in gördüğü rüyâların
bir değeri kalır. Çünkü rûh inkâr edildiğinde rüyâlar da beynin işlevinin bir sonucu
olarak görülmektedir. Oysa Allah böyle demez:
“Allah,
ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar).
Böylece, kendisi hakkında ölüm karârı verilmiş olanı(n rûhunu) tutar, öbürüsünü
ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir
kavim için gerçekten âyetler vardır”
(Zümer 42).
“Onu bir biçime sokup,
ona rûhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın” (Sâd 72).
Evet; âyetler apaçıktır ve yoruma
bile gerek yoktur. Rûhu maddeye indirgemek için bu âyetlerin aşırı şekilde
yorumlanması gerekmektedir.
Rûh diye bir şeyin olmadığı ve
rûhun aslında beynin işlevinin bir sonucu olarak “eşyâ” olduğunun kabûl
edilmesi, beyin ile ilgili bilgilerin artmasından dolayı değil, materyâlist,
seküler modernitenin ağır kuşatması ve ondan etkilenen insanların çoğalmasından
dolayıdır. Yâni rûhun maddî olduğunu söylemek bilimsel bir şey bile değildir.
Zâten materyâlist-pozitivist modern bilimsel çalışmaların, maddî doğa dışında
bir varlık yokmuşçasına yapılması gerektiği söylenir. Modern bilimsel yöntem
maddeci olduğu için rûh inkâr edilmektedir. Olan şey budur. Karl Popper’ın da
dikkat çektiği gibi teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye
nasıl baktığımızı belirlemektedir. “Maddî olayların sebebinin maddî olaylardan
başkası olamayacağı”na dâir dogmatik ön-kabûl, zihinsel olayların madde-dışı
cevherlerle ilişkilendirilmesini bir ön-kabûl olarak reddeder. Francis Crick:
“Bilinç (yâni rûh H.G.) öyle bir konu ki sorunun ne olduğu üzerinde bile ortak
görüş yoktur” der.
Rûhu inkâr ederek her-şeyi
maddeye bağlamak, olan her-şeyin anlamsız olduğunu söylemek anlamına gelir.
Çünkü madde kendi başına anlam üretecek bir şey değildir. Rûhun ve bilincin
kaynağının madde ve beyin olduğu düşüncesini bırakın, onun ne olduğu bile bilinemediği
gibi, o zâten herhangi bir şeye indirgenebilecek bir şey bile değildir. Rûh,
indirgenemez komplekslikteki şeydir.
Rûh-bilinç beyne
indirgendiğinde şu soru açığa çıkar: “Herkesin beyni benzer şekilde çalıştığına
göre niçin insanların tüm görüşleri de benzer değildir?. Çünkü rûh denilen şey
beynin yâni maddenin işlevinin bir sonucuysa, ortaya çıkan görüşler birbirine
yüzde-yüz zıt olamaz. Herkes benzer fikirlere ve görüşlere sâhip olurdu. Çünkü
zâten bilimin alanına giren her-şey “nesnel” olmak zorundadır.
Rûh ve dolayısıyla bilinç
işin içine katılmadığında ve özel bir cevher olduğu kabûl edilmediğinde insan, “çok
yetenekli bir hayvan” olmaktan başkası olmaz. Oysa rûh ve madde iki ayrı
cevherdir ve “şey”dir ve birbirlerinden etkilenecek özelliktedirler. Bu onların
aynı şey sanılmasına neden olmaktadır.
“Bütün, kendini oluşturan
parçalardan daha fazla bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz”
sözüyle rûhu maddîleştiren bir teori de vardır ama unutulan şey şudur; bütün,
madde-rûh bütünlüğüdür. Aksi-hâlde yarım kalır ve bilinçsiz-ruhsuz olur.
“Bilim henüz rûhun ve
bilincin maddeden kaynaklı olduğu ve beynin işlevinin bir sonucu olduğunu
gösteremedi ama, bilim geliştikçe ilerideki zamanlarda bunu kanıtlayacak ve
gösterecektir” deniyor. Genelde bilimin ileride bir şeyi başaramayacağını iddiâ
edenlere, son üç yüzyılda bilimin başarıları ve böylesi iddiâların sâhiplerinin
hep yanıldıkları hatırlatılır. Fakat, bilimin de bir sınırı vardır ve zâten
sâdece sınırı olan şey yâni madde üzerinde çalışabilir. Bilime konulmuş kırmızı
çizgiler vardır ve rûh konusu da bilimin kırmızı çizgisidir. O çizgi bilimin
sınırıdır ve o sınırı hiç-bir zaman aşamayacaktır. Varlığın formatı buna izin
vermez çünkü. Bilimin araştıramayacağı şeyler de vardır. Meselâ mâvi renge iki
kişi de “mâvi” diyebilir ama ikisinin de “mâvi” dediği rengin aynı olduğunun
delîli yoktur. Çünkü bunun araştırması yapılamaz.
Materyâlist işlevselci
yaklaşım, zihinsel olguları beyin içindeki nedensellik ilişkileri ile açıklar.
Bu yaklaşımı benimseyenler, “bilgisayarlara uygun program yazılıp, yapay zekâ
içinde benzer nedensellik ilişkileri kurulursa, insanların duygularının ve
bilincinin aynısına yapay zekânın da sâhip olacağını” düşünürler. Rûh ve bilinç,
indirgenemez komplekslikte bir yapıdır. Ne oldukları tam olarak bilinemeyeceği
için yapay zekâ da düşünüldüğü anlamda hiç-bir zaman yapılamayacaktır. Zîrâ
beyne indirgenemeyen bilinç ve rûh, bilgisayara da indirgenemez. Nörona
indirgenemeyen rûh, elektronik devrelere de indirgenemez.
Beyinde (çünkü bilinç için
en uygun yer orası olarak görülüyor) bilincin bulunabileceği de, rûhun ayrı bir
cevher olduğu da araştırmayla değil inançla ilgilidir. Gayba inanmayanlar
bilinci ve rûhu beyne indirgerler ve bilincin maddî olduğuna inanırlar yada
inanmak isterler. Gaybı kabûl edenlerse rûhun dolayısıyla bilincin, “Allah’ın
sâdece insana sunduğu özel bir cevher” olduğuna inanırlar. Sağduyuya uygun olan,
“rûhun Allah tarafından sâdece insana verilmiş ve bizim neliğini tam olarak bilemeyeceğimiz
özel bir cevher olduğu”dur.
Allah isterse bilinci
maddenin bir sonucu olacak şekilde de yaratabilirdi. Bunu yapabilir ve gücü
yeter. Çünkü O, yaratmanın her türünü bilir. Fakat yapmaz. Çünkü yapmamıştır. Allah
kâinâtı gördüğümüz gibi yarattı. Farklı da yaratabilirdi ama yaratmadı. Çünkü
bu şekilde yaratmıştır ve yaratmanın rajonu budur. Madde ve rûhu da “tek cevher”
olarak yaratabilirdi ama yaratmadı. Onları iki ayrı cevher olarak yarattı.
Çünkü bu işin rajonu budur.
Sessiz bir yerde gözlerimizi
kapadığımızda sürekli olarak uyanık bulunan ve düşünüp duran, idrâk eden, anlamlandıran
ve duygulanan şey nedir?. Bunâ; “beyindeki nöronların hareketlerinin bir
sonucu” demek mi, yoksa; “Allah’ın sâdece insana verdiği rûh” demek mi daha
çarpıcıdır ve insanı tatmin eder?. Rûhun, “beynin ve nöronların işlevinin bir
sonucu olduğu” düşüncesi rûhu aslâ tatmin etmez, etmiyor, fakat nefsi kolayca
tatmin eder. Nefis-merkezli bir uygarlık olan moderniteye gönül vermiş olanlar
da bu nedenle rûhu maddeye indirgemekle tatmin olurlar yada tatmin olmak isterler.
Rûh maddeye indirgendiğinde;
irâde, düşünce ve bilinç maddîleşmiş oluyor. Allah düşüncesi bile maddîleşmiş
olur. Allah düşüncesinin “beyindeki nöronların aşırı yönlendirilmesiyle” ortaya
çıktığı da söylenebilir böylece. Öyle ya, neliği hakkında net bir şey
söylenemeyecek olan şey niçin beynin bize oynadığı bir oyun olmasın(!).. Rûhun maddeye
indirgenmesi, “maddeden başka bir şey yoktur” düşüncesini açığa çıkartacaktır.
Dualist öğretilere en çok
yöneltilen îtirazlardan biri olan, “farklı iki cevherin nasıl etkileşimde
bulunduğu” ile ilgili soru gaybî bir konudur. Açıklanabilecek bir şey değildir.
Daha doğrusu bu, meselâ Kur’ân’da açıklansaydı bile insan bunu idrâk edemezdi
ve anlayamazdı. Çünkü “her-şeyin açıklaması yapılabilecek” diye bir şey yoktur.
Meselâ Allah’ın nasıl olduğu, nasıl yarattığı, peygamberlerin vahyi nasıl
aldığı da açıklanabilecek bir şey değildir. Peygamber bile belki, bunu birebir
yaşamasına rağmen tam mânâsıyla açıklayamaz ve açıklamamıştır. Çünkü gaybî konular
açıklaması yapılsa bile insanın idrâk edebileceği türden değildir. Bu nedenle
gayba îman edilir. O hâlde bu, bilginin değil, inancın alanına girer. Allah
bizim hem maddî bedenimizi yarattığını söylüyor ve hem de “rûh üfledim” diyor.
Demek ki hem maddî yanımız var hem de rûhumuz vardır ve bunlar iki ayrı
cevherdir. Allah hem maddeyi hem de rûhu yaratmıştır. Bu apaçık bellidir. Bu âlemde
mevcut formatla anlaşılamayacak bir-çok konu vardır ve bu da onlardan biridir. İnsanın
her düşündüğü olacak yada doğru diye bir şey yoktur. Bu konuyu irdelemek rûhu
inkar etmekle sonuçlanır. Zîrâ gaybı didiklemek gaybın inkârıyla yada en
azından agnostisizm ile sonuçlanır.
Rûh, rûhî şeyleri yapandır.
Eli-ayağı vs. oynatmak rûhla ilgili değildir. Çünkü ellerini-ayaklarını
hayvanlar da oynatırlar ki onlarda rûh yoktur. Rûh, düşündüren, anlamlandıran,
bir fikir ortaya atan şeydir. “Bakmayı yapan” değil, “anlamlı bakmayı yapan”
şeydir rûh. Varlığı maddeye bağlı değildir. Varlığı açıkça bilenen ve
hissedilen fakat açıklanamayan şeydir. Biz sâdece onu kullanarak düşünür ve
fikirler ortaya atarız, akletmeyi sağlayan şey odur, akıl odur, bilinç ondan
çıkar. Rûh deney-üstüdür.
“Zihinsel aktiviteler beyinden kaynaklanır” denir (Epifenomen). Fakat bu sâdece bir iddiâdır ve o kadar yoğun
uğraşlara rağmen bu iddiâyı kanıtlayacak tek bir gerçek argüman bile yoktur ve
bu konuda küçük bir adım bile atılamamıştır ve atılamaz da.
Beyin
sâhibi bir-çok canlı vardır ama sâdece insanda bilinç vardır. Bu, insanda
bilinci otaya çıkaran ve neliğini bilemeyeceğimiz bir cevherin-etkenin olduğu
anlamına gelir. O cevher ve etken rûhtur. Rûhumuza daha düşünür-düşünmez
ulaşırız ve onunla bağlantı kurarız. Bu bağlantı özel bir bağlantıdır.
Teleskopla
göklere bakarak Allah’ın bulunup görülemeyeceği gibi; mikroskopla beyne bakarak
da rûh-bilinç bulunup görülemez. Çünkü rûh, görülecek cinsten değildir. Voltaire: “Dört bin ciltlik meta-fizik öğreti rûhun
ne olduğunu öğretmez bize” der.
“Sana rûhtan
sorarlar; de ki: ‘Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir
şey verilmiştir” (İsrâ 85).
Rûh ve bilinç, bilimsel veyâ
felsefî açıdan gösterilemeyebilir ama dînî açıdan gösterilebilir. Kur’ân’a göre
insanda bir rûhun olduğu ve bunun bilinemeyecek olan bir şey olduğu sâbittir.
Dînî açıdan rûhun varlığının kabûl edilmesi gerekir ki âyette bahsedilen rûhun
maddeden ayrı bir varlık olduğu anlaşılıyor. Eğer bir maddeden başka bir de rûh
varsa -ki inananlar için bu, âyetlerle sâbittir- o hâlde rûh maddeden farklıdır
ve bilincin de kaynağıdır. Rûh, “madde-dışı soyut bir cevher”dir.
Rûh ve de bilinç, anlayan ve
anlamlandıran, idrâk eden şeydir. Allah nasıl ki maddeyi yarattıysa rûhu da
yaratmıştır. İkisi aynı şey değildir. Aralarında “derece” farkı değil, “mâhiyet”
farkı, cevher farkı vardır. Allah nasıl ki maddeyi yaratmıştır, farklı ve
bilemeyeceğimiz bir yaratılışla rûhu da yaratmıştır. Bu yüzden maddenin de
rûhun da hakîkatini ancak O bilir. Her zaman diyoruz ya:
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder