11 Mart 2020 Çarşamba

Ahkâf 20. Âyet Üzerine


“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Müslümanlar da dâhil insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak” olduğunu zannediyor. Zevk içinde olan bir yaşam için ellerinden ne gelirse (meşrû yada gayr-ı meşrû) yapmayı göze alabiliyorlar. Öyle ki, bunun için birilerinin hayatını karartanlar bile var. Bunu sâdece zevk ve haz içinde yaşamak için yapıyorlar. Allah’ı, âhireti, dîni, mânâyı vs. hesâba katmayan birinin yapacağı başka bir şer yoktur zâten. Bu kişi Dünyâ’da zevkin ve hazzın her türlüsünü en uzun süre boyunca ve en ileri uçta yaşamak ister. Sürekli relaks, sürekli keyif, sürekli rahatlık şeklinde bir hayat yaşamak düşüncesi vardır âhireti hesâba katmayanlarda. Fakat ne yazık ki artık modernite ile birlikte bu istek (yada hastalık) tüm insanlara bulaştı. Artık âhiret inancı olduğunu söyleyen müslümanlar da dâhil herkes böyle bir hayat yaşamak için can atıyor. Üstelik böyle bir hayâtı yaşarken bir sınır ve engel de görmek istemiyorlar. Çünkü modern hayat; zorlukları, ölümü, âhireti, dîni, kitabı, peygamberi ve Allah’ı unutturuyor. Böyle olunca Allah da onlara kendini unutturuyor ve modern insana “Dünyâ’da haz ve zevk içinde yaşamak” düşüncesi ve isteğinden başka bir şey kalmıyor. Zîrâ sürekli ve kesintisiz olarak, nefsi kışkırtıp azdıracak üretimler ortaya çıkarılıyor. Modern insan bunları tüketmeye yetişemiyor ki, şöyle bir kafasını kaldırıp da gökyüzüne baksın ve sonra da: “Bu gökleri kim yarattı, ben niye varım, ne olacağım” gibi sorular sorsun. Yâni sürekli ve kesintisiz haz ve zevk içinde olmak insana insanlığını unutturuyor, hayvâniyetini hatırlatıyor. Modern hayat yada şeytan, insana insan olduğunu düşünme ve hatırlama fırsatını vermiyor. Sonunda da nefsi kışkırtılıp yoldan çıkmış olanlar insanlıktan da çıkmış oluyorlar.

 

Lâkin şöyle bir sorun var.. Bu Dünyâ’nın formatı herkesin bu şekilde yaşamasına hem uygun değil, hem de kaynaklar bu tür bir yaşam için yeterli değil. Yâni herkesin bu şekilde yaşayabilmesinin Dünyâ’da bir karşılığı yok. Böyle olunca da böyle bir hayâtı yaşamak bir yarışa dönüyor. Herkes birbiriyle böyle bir hayâtı kazanmak için kıyasıya yarışıyor. Fakat bu yarış hem âdil bir yarış değil, hem de kuralları çok acımasız ve merhâmetsiz. Böyle olunca insanlar merhâmetsiz, vicdansız ve acımasız olup çıkıyor. Sonuçta da bir “çark” ortaya çıkıyor ve birileri ve bunların soyları sürekli olarak o özlenen(!) hayatı yaşıyorlar ve diğer çoğunluk ise onlara kölelik yapıyor ve onların bu hayâtı en keyifli bir şekilde sürdürmeleri için çalışıyorlar. Buradaki sorun, zevk ve sefâ içinde bir yaşama ulaşamamak değil, bu tür hayâtı yaşayan mutlu azınlığın, mevcut hayât-şeklini sürdürebilmeleri için çoğunluğu tahakküm ve baskı altına almasıdır. İşin kötüsü, çoğunluk artık bundan memnun ve bir rahatsızlık duymamaya başladı. Çünkü birileri perişanlık içinde yaşarken, az sayıdaki mutlu(!) azınlığın uçlarda yaşaması normâl görülmeye başlandı ve zâten meşrûlaştırıldı da. Artık insanlara “örnek kişiler” olan peygamberler değil de, zevk ve sefâ içinde yaşayanlar örnek gösteriliyor ve herkes onlar gibi olmak için amansız bir yarışa giriyor. Aslında bu bir sürüklenmedir. Zîrâ liberâl-kapitâlizm işte bu yarış sâyesinde hayâtiyetini sürdürüyor. Maddeye olan tapınma kapitâlizme ha-bire kan pompalıyor. Tabi aslında asıl iktidârı şeytan sürüyor. Çünkü insan hakkında “onların çoğunu saptıracağım” sözü yerini bulmuş oluyor.

 

Bu dünyâ, müslüman için bir “imtihan dünyâsı”dır, “zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Mü’minler için zevk ve sefâ sürmek cennette olacak inşaallah. İmtihanın olduğu yerde bir disiplin vardır, bir gerginlik ve zorluk. Hattâ vazgeçmek vardır. Zîrâ imtihan insanın sınırsız serbest davranmasına izin vermez. Çünkü imtihandadır ve bir yanlış yapmaması yada yaparsa hemen tevbe etmesi gerekir. Üstelik bu imtihan hayat-boyu devâm eder. Sonunda da imtihanın sonucuna göre, âhirette ya cennet nîmetleriyle yada cehennem ateşiyle karşılaşır. O hâlde inanan bir insan nasıl “imtihan yokmuş” gibi davranacak ve Dünyâ’da tatmadık zevk ve sürmedik sefâ bırakmamak için kendini yırtarcasına koşturacak?.

 

Aslında Dünyâ’da “sınırsızca” yaşamanın bir karşılığı yoktur. Sürekli eğlence ve haz içinde, sürekli relâks hâlinde yaşamanın Dünyâ’da karşılığı yoktur. Zîrâ bu, cennete özel bir yaşama-şeklidir. Dünyâ’nın formatı ise sınırsızca haz ve zevk içinde yaşamaya elverişli ve yeterli değildir. Zâten bakıldığında, Dünyâ’nın yarısı zevk ve sefâ içinde yaşadığı için Dünyâ’nın diğer yarısı sefâlet içinde kalmaktadır. Dünyâ’nın ve insanın formatı aslında şeytanın-nefsin emrettiği gibi yaşamaya müsâit değildir. Çünkü insan çok kırılgan bir varlıktır. Sürekli olarak ölüm, hastalık, işsizlik, eleştirilmek, aç kalmak, işsiz kalma korkuları -ki bunlar temel korkulardır- içinde yaşar ve bunlar sürekli olarak “Dünyâ’nın fâni olduğu” mesajını verir durur. İnsan sevdiklerini kaybedebilir, bir şeye morâli bozulabilir, işler yolunda gitmez vs. Bu nedenle de kesintisiz cennet-vâri bir Dünyâ-yaşamının olması imkânsızdır.

 

Dünyâ’da iki tür insan vardır: 1-Orta-hâlli ve onurlu bir hayat yaşamak isteyenler. 2-Refah ve zevk içinde yaşamak isteyenler. İşte modernite yoğunlaştıkça ikinci şıkkı seçenler çoğalıyor ve bu kişiler “Dünyâ’da tüm hazları zevkleri tatmak benim hakkım” diyor. Hazcılar gibi, gerçek olan tek şeyin haz ve zevk olduğunu zannediyor. Aslında orta-yollu yaşamak isteyen ama Dünyâ’da hiç-bir zorluk, hiç-bir sıkıntı ve morâl bozukluğu yaşamak istemeyenler de haz ve zevk içinde yaşamak istiyorlar demektir. Bunu sâdece daha düşük seviyede yaşamaya râzı oluyorlar, farkları bu. Fakat dediğimiz gibi, bu tür bir yaşamın Dünyâ’da bir karşılığı yoktur, zîrâ Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır.

 

Kur’ân, âhiret hayâtı ve nîmetleri, Dünyâ hayâtı ve nîmetlerine oranla daha üstün olmasına rağmen Dünyâ’ya yönelen insanı ve âcil zevkleri tercih etme eğilimini (arzulara uyma) eleştirir:

 

“Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz. Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir” (A’lâ 16-17).

 

Hayır; siz çarçabuk geçmekte olanı (Dünyâ’yı) seviyorsunuz. Ve ahireti terk-edip bırakıyorsunuz” (Kıyâmet 20-21).

 

İnsanlar Dünyâ’yı ıskalamaktan ve haz ve zevklerden mahrum kalmaktan öyle çok korkuyorlar ki, onu en üst perdeden yada üst kademede yaşayamadıkları zaman ızdırap çekiyorlar. Her gün kalktıklarında, “acaba bugün nasıl haz ve zevkler yaşasam-yaşarım” diye düşünüyorlar. Çünkü bugün yeterince haz ve zevk almadan geçerse o günün onlar için büyük bir kayıp olacaktır. Modern insan sürekli olarak bedenine yatırım yapıyor. Tabi böyle olunca rûhu kararıyor ve köreliyor.

 

İslâm insanlara zevkten tamâmen kaçınılmasını emretmez, fakat ölçülü olmayı emreder:

 

“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez” (Â’raf 31).

 

“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).

 

Bu nedenle Allah nasıl ki ömrün haz ve zevk içinde geçirilerek, dinden, îmandan ve âhiretten bi-haber yaşamayı “hayvanlık” olarak görüyor ve yasaklıyorsa, tam tersi davranıp da her-şeyden uzaklaşarak hayâtını aşırı dînî yükümlülüklerle geçirip kendine-nefsine zulmedilmesini de yasaklar. Ebü’d-Derdâ önceleri ticâretle meşgûlken, İslâmiyet’i kabûl ettikten sonra ticâretle ibâdeti bir-arada yürütemeyeceğini anlayınca ticâreti bırakıp ibâdete yönelir. Bu konuda şöyle bir rivâyet vardır:

 

“Ebu’d-Derdâ, İslâm’la şereflendikten sonra Allah’a ibâdet dışında hiç-bir şeyle meşgûl olmamaya karar vermişti. Ticâreti bırakmış, hattâ âilesini dâhi ihmâl etmeye başlamıştı. Onun bu durumuna şâhit olan Selmân, kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı şu sözlerle uyardı: ‘Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Âilenin senin üzerinde hakkı vardır. Şu-hâlde her hak-sâhibine hakkını ver!’. Ebu’d-Derdâ, Selmân’ın bu sözlerini Peygamber Efendimize aktarınca Allah Resûlü, ‘Selmân doğru söylemiş’ buyurdu (Buhârî, Savm, 51)”.

 

Evet; İslâm, biraz da, Dünyâ’nın ıskalanmasını emreder. Bunu, vazgeçme şeklinde, çeşitli eğlencelerden, hırstan, yeme-içmeden (oruç), uykudan (namaz-duâ-teheccüd), paradan-kazançtan verme (infâk) şeklinde yapar. Bu, bir çeşit “Dünyâ’yı ıskalamak” anlamına gelir. Fakat Dünyâ’yı ıskalamak birilerinin önerdiği ve birilerinin de yaptığı gibi yaparak uzlete çekilmek yâni Dünyâ’yı hepten ıskalayarak yâni terk ederek, elini-ayağını ondan tümüyle kesmek demek değildir ve zâten Allah bunu yasakladığı gibi  (Kasas 77), Peygamberimiz de böyle yapanlara kızmış ve biraz da sert bir şekilde onları uyarmıştır:

 

“Enes ibn-i Mâlik şöyle dedi: Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) efendimizin nâfile ibâdetlerini öğrenmek üzere, üç kişilik bir grup, Peygamberimiz’in hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Peygamberimiz’in ibâdetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve; ‘Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz?. Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler. İçlerinden biri: ‘Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım’ dedi. Bir diğeri: ‘Ben de hayâtım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim’ dedi. Üçüncü kişi de: ‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, aslâ evlenmeyeceğim’ diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi: ‘Biraz önce şöyle-şöyle diyen sizler misiniz?’ buyurdu. Onlar: ‘Evet ey Allah’ın elçisi’ dediler. Resûlullah: ‘Sizi uyarıyorum!; Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bâzen oruç tutar, bâzen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim Sünnet’imden yüz çevirirse, o kimse benden değildir, benim Sünnet’imden yüz çeviren kimse benden değildir’ buyurdu” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).

 

“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” sözü edilip duruyor. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat nîmetini “sâdece bâzı kullarının üzerinde” değil, “tüm kullarının üzerinde” görmek ister. Allah’ın nîmeti tüm kullarının üzerinde benzer şekilde görünür hâle gelince, birilerine kıyasla mal toplama yarışı da olmayacaktır. Yarış sâdece takvâda yapılmaya başlayacaktır ki bu yarış ne güzel bir yarıştır.

 

Mal-mülk hırsı kişiyi mâneviyattan koparır. Zamanla o kişi Allah’ı da unutmaya başlar. Peygamberimiz: “Bir koyun sürüsü üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye zarârı, kişinin mal ve makam hırsının dînine verdiği zarardan daha fazla değildir” demiştir.

 

İnanan insanlar Dünyâ’da nefislerinin istediği gibi bir hayat yaşayamazlar. Çünkü bu hayâtı yaşaması için gerekli olan parasını istediği gibi kullanamazlar. Zîrâ mülk Allah’ındır ve insan servetin sâhibi değil, emânetçisidir. Bu nedenle parasını istediği gibi kullanamaz. O yüzden de nefsinin istediği gibi bir hayâtı yaşaması söz-konusu olmaz. Müşrikler peygamberlere en çok bu nedenle karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir:

 

 “Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).

 

Allah nasıl ki vahyin tek bir insan üzerinden diğer insanlara yayılmasını istiyorlarsa, mülkün de bâzı insanlar üzerinden infâk ve zekât ile yayılmasını ister. İşte bu nedenle de imtihanın gereği olarak bâzı insanların rızkını genişletir ve bâzılarınınkini de kısar:

 

“Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünyâ hayâtına sevindiler. Oysaki dünyâ hayâtı, âhirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir” (Ra’d 26)

 

Sâdece Dünyâ’ya kilitlenenlerin âhiretten nasibi yoktur:

 

“…İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver’ der; (böylelerinin) âhirette nasibi yoktur” (Bakara 200).

 

Modern Dünyâ’da “her-şeyi yapcan, tüm zevkleri tatcan âbi” sözü tavan yapıyor. Modern insan hiç-bir şeyden eksik kalmak istemiyor. Sâdece vahyi göz-ardı ediyor ve ıskalıyor. Hiç-bir şeyi göz-ardı etmek istemezken, Kur’ân’ı ve Sünnet’i rahatça göz-ardı edebiliyor ve bunlardan vazgeçebiliyor. Biliyor yada hissediyor ki, vahyi göz-ardı etmediğinde, Dünyâ’yı göz-ardı etmesi yâni ıskalaması gerekecektir. Bu nedenle de vahye hiç yanaşmıyor. Böyle olunca da Dünyâ’ya daha fazla sarılıyor ve hiç-bir şeyi ıskalamak istemiyor. Hattâ “Dünyâ’yı ıskalamak” gibi bir düşünce bile ürkütüyor onu. Hâlbuki Dünyâ, geçici olan bir yerdir ve ebedî huzûr diyârı ise âhiret yurdudur. O hâlde Dünyâ’nın bâzı şeylerini ıskalamaktan daha kötü olan şey, vahyin bir sûresini ve âyetini ıskalamaktır. Dünyâ’da bâzı yerleri görmemeniz yada Dünyâ’nın nîmetlerinden bâzılarını tatmamış olmanız size bir şey kaybettirmez ve zâten Dünyâ’nın her-şeyinden kam almaya da ömrünüz yetmez, fakat Kur’ân’ın bir âyetini bile ıskalamanız size bir-çok şey kaybettirir ve belki de sizi “ebedî mutluluk diyarı” olan cennetten mahrûm eder.

 

Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Biz Dünyâ’ya cennetteymiş gibi yaşamaya değil, “ebedî cennet hayâtında yaşamayı kazanmak için” geldik. Öyleyse ey mümin kişi!; Sen hem Allah’a ve Peygamber’e râm olmayı; hem  de bu Dünyâ’da “gönlünce” yaşayabilmeyi mi arzu ediyorsun?”. Vazgeç bundan:

 

“Bilin ki, dünyâ hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 
“Ben İspanya’yı 3-F ile yönettim” sözü Franco’ya âittir. İspanya Kralı Franco’nun “3-F” formülü ile iktidârını uzun yıllar koruduğu söylenir. Nedir “3-F”?. “Fado-Fiesta-Futbol”. Yâni “müzik, tâtil-eğlence ve spor. Evet; bunlar kitlelerin afyonudur. Peki Salazar’ın “3-F”si nedir?. “Femini-Fiesta-Futbol”. Terimlerin tanımlarına bakıldığında şunlar görülür:
 
Fado:      Ucuz tüketilen müzik (pop, arabesk, vb).
Fiesta:    Şenlik veyâ eğlence.
Futbol:    Ayakla oynanan top oyunu.
Femini:   Kadın.
 
Bu sihirli “3-F” formülleri ile Franco “otuz yıl”, Salazar ise “kırk yıl” iktidarda kalmıştır. Franco ve Salazar insanların ellerine bir parmak bal çalmış ve insanlar o bir parmak balı yalaya-yalaya ömürlerini tüketirlerken, Franco ve Salazar ise yapacağını yapmıştır. Franco ve Salazar’ın bu taktiği modern iktidarlar tarafından hâlen kullanılmaya devâm ediliyor. İnsanlar haz ve zevk ile oyalanıp kandırılıyor.
 

Siyon Protokôlleri’nin 7. maddesinde de şöyle denir: “Kalabalıkların gözünü avama (sıradan halka) mahsus eğlencelere, oyunlara, ölçüsüz spor mücâdelelerine bağlamalı”.

 

İncil’de, “Kötü Zengin Kıssası” denilen şöyle bir kıssa anlatılır:

 

“Zengin bir adam vardı. Mor, ince keten giysiler giyer, bolluk içinde her gün eğlenirdi.

 

Her tarafı yara içinde olan Lazar adında yoksul bir adam bu zenginin kapısının önüne bırakılırdı; zenginin sofrasından düşen kırıntılarla karnını doyurmaya can atardı. Bir yandan da köpekler gelip onun yaralarını yalardı.

 

Bir gün yoksul adam öldü, melekler onu alıp İbrâhim’in yanına götürdüler. Sonra zengin adam da öldü ve gömüldü.

 

Ölüler diyârında ıstırap çeken zengin adam başını kaldırıp uzakta İbrâhim’i ve onun yanında Lazar’ı gördü.

 

‘Ey babamız İbrâhim, acı bana!’ diye seslendi. ‘Lazar’ı gönder de parmağının ucunu suya batırıp dilimi serinletsin. Bu alevlerin içinde azap çekiyorum’.

 

İbrâhim, ‘Oğlum’ dedi, ‘yaşamın boyunca senin iyilik payını, Lazar’ın da kötülük payını aldığını unutma. Şimdiyse o burada teselli ediliyor, sen de azap çekiyorsun’.

 

Üstelik, aramıza öyle bir uçurum kondu ki, ne buradan size gelmek isteyenler gelebilir, ne de oradan kimse bize gelebilir”. (Luka 16: 19-26).

 

İncil’de yine şöyle denir:

 

“Ama vay hâlinize, ey zenginler!, çünkü tesellinizi almış bulunuyorsunuz.

 

Vay hâlinize, şimdi karnı tok olan sizler!, çünkü açlık çekeceksiniz. Vay hâlinize, ey şimdi gülenler!, çünkü yas tutup ağlayacaksınız. (Luka 6: 24-25).

 

İmtihan, Dünyâ’da haz, zevk ve sefâ hâlinde yaşamayı engeller, fakat insanda bu arzu dinmez. Oysa imtihana göre Dünyâ’da zevk de olacaktır, zorluk ve acı da. Çünkü imtihan sâdece zevk içindeyken olmaz:

 

“(Ey mü’minler!); Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi)” (Bakara 214).

 

“(Tek başına yâni âhireti hesâba katmayan) bu dünyâ hayâtı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût 64).

 

Evet; ölçülü yaşamamız gereken bu imtihan dünyâsında tüm hazları ve zevkleri tatmak ve tüketmek için heyecan ve hırsla ile koşturanlar sonunda tüm zevklerini tüketmiş olacaklar ve âhirette onlara ancak cehennem ateşi kalacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder