24 Şubat 2020 Pazartesi

Tasavvuf ve Sünnet


“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Kur’ân, “âlemlerin Rabbi Allah” tarafından, Melek Cebrâil aracılığı ile “âlemlere rahmet Hz. Muhammed’e” gönderilmiş bir Kitap’tır. Bu Kitap, bilgi ve bilincin tüm zamanlar ve mekânlar için gönderilmiş kaynağıdır. Bu Kitab’a bağlananlar, bilgi ve bilincin kaynağı olarak sâdece bu Kitab’a dayanmak zorundadırlar ki mü’minliğin ölçüsü budur. Bu Kitap yâni Kur’ân-ı Kerîm, aynı-zamanda bilginin sağlamasını yapan ve sahih olan bilgi ile sahih olmayan bilgiyi ayıran da bir kitaptır. O hâlde sahih (aslına uygun, gerçek, doğru) bilginin sağlaması ancak ve ancak Allah’ın kitabı olan Kur’ân ile yapılabilir. İşte bu nedenle Kur’ân, bilgi ve bilincin kaynağı olduğu gibi, aynı-zamanda, doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayıran da bir Kitap’tır ki Kur’ân’ın bu bağlamdaki adı Furkân’dır. 

 

Fakat Kur’ân, ne sâdece raflarda duracak ve arada bir alınıp okunacak salt zihnî gelişmeler için gönderilmiş bir Kitap’tır, ne de sâdece pasif bir bilgilenme-bilinçlenme kitabıdır. Zâten Kur’ân’ın verdiği bilgi ve bilinç, kişinin pasif hâlde kalmasını imkânsızlaştırır. Zîrâ o, bir “îman kitabı”dır ki îman, kişiyi mutlakâ îmânın gereği olan amel ve eyleme sevk-eder. O hâlde Kur’ân’ı okuyan kişinin, edindiği bilgi ve bilinci hayâtın tam merkezinde amel-eylem şeklinde ortaya koymaması düşünülemez. İşte peygamberler, Kur’ân’ı hayâtın tam merkezinde ortaya koymak üzere seçilmiş ve gönderilmiş olan, vahyin pratikliği olan “güzel örneklik”i en ideâl bir şekilde sergileyen temsilcilerdir.

 

Türkler İslâm’ı, daha çok Îran-Horasan-Samâniler aracılığıyla öğrenmişlerdir. Bu öğrenme ise tasavvuf-merkezli olmuştur. Türkler târih boyunca Kitap ve Sünnet-merkezli bir dînî anlayış ve yaşayış üzere ol(a)mamışlardır. O yüzden Türklerin, cihangir devletleri olan Selçuklu ve Osmanlılar’da halk, Kitap ve Sünnet’ten çok, eski inanışları olan Şamanizm ve Gök Tanrı inancıyla da barışık ve uyumlu olan tasavvuf-merkezli bir dînî anlayış ve yaşayış üzre olmuştur. Öyle ki bu durum zamanla, “din ancak tasavvuf-merkezli olarak yaşanır, tasavvuf dînin-İslâm’ın hayat-pratiğidir” düşüncesini açığa çıkarmıştır. Bu düşünce günümüzde de dile getirilmektedir.

 

Nizamülmülk’ün kurduğu Selçuklu medreselerinde bile İslâmî yapı, Sünnîlik veyâ Ehl-i Sünnet ve Cemaat merkezli olmuş ve Kur’ân ve Sünnet-merkezli olmamıştır. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda şunları söyler:

 

“İslâm, Orta Asya Türk topluluklarına Îranlı tâcirler ve çeşitli tasavvuf mekteplerine mensup sufiler aracılığıyla, bunlar arasında da en çok Horasan Melametiyye Mektebi’nden gelen Fars ve Ahmed-i Yesevi gibi Türk kökenli sufiler vâsıtasıyla ulaştı. Karahanlılar’ın İslam’ı kabul edişlerini anlatan meşhur Tezkire-i Satuk Buğra Han isimli anonim eserde zikredilen bir menkâbe, bu sufi rengin târihi bir belgesi sayılabilir. Büyük çoğunluğu göçebe bir hayat süren ve daha önceki yüzyıllarda uzun süre Şamanizm, Budizm ve Maniheizm gibi mistik karakterli dînî kültürlerden gelmiş bulunan bu Türk toplulukları, Mâveraünnehir’in gelişmiş kültür-merkezlerinde yaşıyorlardı.

 

Uzunca bir zamandan bêri yerleşik hayâtın nîmetlerinden faydalanan soydaşları gibi, kitâbî İslâm’ı kaynaklarından öğrenme ve anlama imkânları hemen hiç yoktu. Bu yüzden İslâm’ın onların arasında tutunup yayılabilmesi, ancak eskiden alışkın oldukları mistik yollarla ve eski mitolojik inançlarıyla karışık bir biçimde, oldukça sâde bir anlayışla mümkün olabildi. İşte bu anlayışı onlara telkin edenlerin arasında Ahmed-i Yesevi de vardı.

 

Onun, halifelerinin ve benzerlerinin Orta Asya’daki muhtelif göçebe Türk topluluklarına böyle basitleştirilmiş ve eski inançlarla karışmış bu İslâm anlayışını tanıtıp yerleştirmede gösterdikleri gayret ve çaba, târihsel bakımdan büyük bir önem arz eder. Çünkü Karahanlılardan Osmanlılara kadar muhtelif Türk toplulukları ve devletleri arasında yaygınlaşan İslâm, bir-yandan yerleşik kültür merkezlerinde, Sünnîlik veyâ Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen, medreselerde öğretilen kitâbî esaslara uygun bir tarzda, iyi işlenmiş sistematik bir hukuk ve bir teolojinin kılavuzluğunda gelişirken, medresesiz çebe zümreler içindeki popüler Müslümanlığın, güçlü bir mistik rûh ve yapıyla başlayıp gelişmesi bu sâyede olmuştur.

 

Türk halklarının kendi sosyo-ekonomik yapılarının ve toplumsal hayat-tarzlarının biçimlendirdiği (adına ‘Türk Müslümanlığı’ da diyebileceğimiz) kitâbî Sünniliğe pek uymayan bu popüler Müslümanlığıdır. Ne var ki bu popüler İslâm, Îran sufiliğinin süzgecinden geçerek belli ölçüde bir esneklik kazanmış, eski inançlarla karıştığı için geniş ölçüde mitolojik bir karaktere bürünmek sûretiyle giderek zaman içinde bâzı çevrelerde heterodoks bir mâhiyet almıştır. Bu yapısıyla da daha 13. yüzyıl başlarından ve bilhassa ilk çeyreğinden îtibâren muhtelif göçlerle Anadolu’ya intikâl etmiştir.

 

Modernite günümüzde tüm değerlere ve de dîne savaş açmıştır. Dîne ve değerlere bir alan bırakmamaktadır. Tabi bu durum insanların mânen ve ahlâken yozlaşmasına sebep olmuştur-olmaktadır. Böyle olunca da insanlar hayvâniyeti ve çıkarı öncelemekte olduklarından dolayı hiç-bir değer tanımamaya başlamışlardır. Tabi bu durum, hayâtın tadını-tuzunu kaçırmış ve üstelik hayâtı güvenilmez ve çekilmez bir hâle getirmiştir. İşte bu durumu tersine çevirmek için, yeniden, hayâta bir incelik ve estetik getirdiği söylenen tasavvufun öne çıkarılmasının gerektiğinden bahsedilir.

 

Tasavvufun içinde gerçekten de değerleri ve iyiliği öne çıkaran bir çizgi vardır. Tasavvufta iki çizgi vardır. Bu iki çizgiden biri yâni “felsefî tasavvuf” tarafı, neredeyse baştan sona zırvalıklarla doludur. Oysa bir de “amelî tasavvuf” vardır ki düşüncede sakatlıkları olmasına rağmen amelde iyi ve yararlı işler yapmışlardır. Tasavvufta zırvalığı yapanlar, tasavvufun bâtınî-felsefî-mistik tarafında olanlardır. Fakat tasavvuf ekôlüne mensup olanların içinde, tasavvufun “şatahat” denilen saçmalıklarından bâzılarına kesin olarak îtirâz etmemekle birlikte, bu zırvalıklara karşı çıkan bir çizgi de vardır. Bu iki farklı çizgi Mevlânâ-Kirmâni (Evhadüddin Kirmâni) ve sonra Âhi Evran çizgisinde kendini gösterir. Zırvalıklarıyla küfrü kemâle erdirenlerden biri olan Celâleddin Rûmi denilen şahsın sapık tasavvuf anlayışına karşı; Kirmâni’nin ve çizgisinin, İslâm’ın ve halkın yararına kurdukları fütüvvet teşkilâtının devamı olan âhilik teşkilâtı onların farkını gösterir. Aslında aralarında muazzam bir fark vardır. Celâleddin Rûmi’ye göre Moğollara alan açmak İslâmî bir davranışken; Kirmâni çizgisine göre ise, Moğollara ve tüm zâlimlere ve zulümlere karşı savaşmaktır İslâmî olandır. Tabî ki de İslâmî olan, zulme-zâlime karşı çıkmaktır. İşte bahsettiğimiz çizgi adâlet-ahlâk tarafına önem vererek, âhilik ve fütüvvet gibi yapılanmalar kurarak güzel bir teşkilatlanma örneği sergilemişlerdir ki; bu tarz bir yapılanmanın mevcut Dünyâ’da bir örneği yoktur. Burada önemli olan şey, zırvalama yerine “yapma”nın öne çıkmasıdır. “Yapma”yı engelleyen şey, “zırvalama”dır. Tabi artık bahsettiğimiz bu amelî tasavvuf çizgisi de kaybolup gitmiş ve sâdece şekle indirgenmiştir. Zîrâ kapitâlist sistemde böyle bir çizgiye yer verilmesi zinhar mümkün değildir.

 

Osmanlı “amelî tasavvuf” dediğimiz çizgiyle iyiliğe uygun bir-çok şeyler gerçekleştirmiştir ve faydasını görmüştür. Fakat Osmanlı ilim konusunda çok geri kalmıştır yada ilme çok da bir şeyler kat(a)mamıştır. İyi devlet adamları, iyi şâirler, mîmarlar ve askerler yetiştirmiştir ama fark yaratacak âlimler yetiştir(e)memiştir. Böyle bir düşüncesi olmuş mudur onu da tartışmak gerekir. Kendisini duraklama devrinde uyaran âlimlere bile ne kadar kulak vermiştir tartışmak gerekir. Bunu yapmamasının bir nedeni de tasavvuftur. Çünkü tasavvufta bilmek için Kur’ân ve Sünnet’ten ziyâde, birilerini tâkip etmek düşüncesi ve yolu vardır. Böylece insan kendini kısıtlamış ve kısırlaştırmış olur.

 

İslâm’ın hayat-pratiği, zannedildiği gibi tasavvuf değildir ve tasavvuf zâten 900’lü yıllardan sonra gündeme girmiştir. Öyleyse İslâm’ın hayat-pratiği nedir?. Müslümanlar tabî ki de bilgi-bilinçlerini ve hayat-pratiklerinin kaynağını Kur’ân’da bulacaklardır. Fakat bunun bir de pratiğe dökülme metodu da vardır ki bu, Ahzâb Sûresi 21. âyette dile getirilen “güzel örneklik”tir. Güzel örneklik, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı en ideâl bir şekilde hayatta pratik olarak uygulamasıdır ki buna literatürde “Sünnet” denilir. Evet; İslâm’ın hayat-pratiği Sünnet’tir ve tasavvuf değildir. O hâlde tadı-tuzu modernite ile iyice kaçan Dünyâ’nın tadını-tuzunu yerine getirecek ve insanlara güzel bir örneklik sunacak olan şey ancak Sünnet’tir. İnsanlar Kur’ân ile bilgi ve bilince erdikten sonra, Sünnet ile hayat-pratiklerini uyguladıklarında Dünyâ, “insanca” yaşanacak bir yere dönecektir ki zâten bunun pratiği 1.400 yıl önce en ideâl bir şekilde gösterilmiş ve kanıtlanmıştır.

 

Demek ki, bir hayat-pratiği olarak aranacak değer “tasavvuf” değil, “Sünnet”tir. Amelî tasavvufun ortaya koyduğu güzel şeyler varsa da, bunlar da vahyin önerisiyle alınıp uygulanabilir. Zâten Sünnet’te de iyi, güzel ve faydalı şeyleri benimsemek vardır. Lâkin şu da var ki, tasavvufta hangi çizgide olursa-olsun, amelde bâzı iyilikler olmuşsa da, bilgide bir şirk vardır. Şirkin olduğu yerde ise, yakın olmasa da uzak vâdede mutlakâ bir zulüm açığa çıkar. Zulmün olduğu yerde de azap meydana gelir. Üstelik tasavvuf, “vardır bi hikmeti” zannıyla şirki normâlleştirir. Hâlbuki Kur’ân ve pratik örneklik olan Sünnet’te, şirkin her türlüsü, en ufak bir tâviz verilmeden reddedilir ve zâten Sünnet, şirke en ufak bir tâviz bile verilmeden reddedilmesinin pratikliğidir.

 

Öyleyse müslümanlar için Kur’ân’ın ne dediğini bilmek ve idrâk etmek çok önemlidir. Fakat bundan sonra da ideâl örneklik ve pratikliğe göre bir hayat düsturu belirlemek gerekir. Bu düstur yâni Sünnet, -Sünnet Kur’ân’ın pratikliği ve hayâta aktarılması demek olduğu için- vahyin düsturu-kuralı olacaktır. Vahyin teorik düsturu onu okumakla ve idrâk etmekle olurken, pratik düsturu ise, onu Sünnet’e göre uygulamakla olur. İşte ancak o zaman insanlar insanlığa ve müslümanlığa yeniden dönmeye başlayacaklardır. Çünkü Kur’ânî bilgi ve bilinçle inşâ olduktan sonra Sünnet ile yaşanan hayat, insanın nefsine mesâfe koymasını gerektirecek ve böylece hevâ ve hevesten arındırılmış, Allah’ın onayladığı bir yaşam-şekli ortaya çıkaracaktır. Peygamberler zâten bunu için vardır. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerin e kâlplerin kuru bir tatmini için değil, hayâtın her alanında Kur’ânî bir bilinçle yaşanması için indirilmiştir. Peygamberler bunu ortaya koymak için gönderilmiştir.

 

O hâlde bize gerekli olan şey, Kur’ân ile bilgi-bilinç sâhibi olmak, idrâkimizi arttırmak ve sonra da Sünnet örnekliğine göre bir yaşam-şekli kurmak olmalıdır. Zâten ancak bu şekilde vahiy-merkezli olunabilir ve şirksiz-küfürsüz ve dolayısı ile de zulümsüz bir hayat pratiği kurabilir. Aksi-hâlde düşüncesinde şirk barındırdığı için bir süre sonra düşüncedeki şirk amelde de kendini gösterecek ve şirk-merkezli hayat-pratiği mutlakâ zulme dönecektir. Zulmün olduğu yerde ise insan insanlığından çıkacak ve şeytanın yörüngesine girecektir. Böylece şeytanın ve şeytanın uşakları olan tâğutların kontrôlünde, hayvandan daha aşağı, nefis-merkezli bir hayat yaşamak zorunda kalacaktır. Böyle bir hayat ise insana hem Dünyâ’da rezillik getirecek hem de âhirette de onu acı azâba sokacaktır.

 

Yeniden dönülmesi gereken nokta Mevlâna, Yûnus, Yesevi vs. değil, Peygamber yâni Sünnet’tir. İslâm’ın irfânı Sünnet ile açığa çıkar, tasavvufla değil. Tasavvuf, belli bir seviyede ve belli bir süreliğine irfânı açığa çıkarsa da, en sonunda bâtıla kayma potansiyeli nedeniyle irfânı da ifsâd edicidir. Sünnet ise “güzel örnekliği” ile tüm zamanlarda ve mekânlarda örnekliğini yeniler. “Mevlâna’ya dönmek”, “Yeni Eflatunculuğa ve Plotinos Felsefesi’ne dönmek” demektir. Mevlâna’nın temsil ettiği tasavvuf, “felsefî-nazarî tasavvuftur”, “amelî tasavvuf” değil. Amelî tasavvuf, ahlâkîliği öne çıkarmak düşüncesinde olan tasavvuftur. Felsefî tasavvuf ise, “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” sözleriyle “kesin şirk”e düştüğü için ahlâktan da yoksundur ki zâten tüm fiillerin fâilinin Allah olduğunu söylediğinizde, ahlâksızlık diye bir şeyden bahsedemezsiniz.

 

Felsefî-nazarî tasavvuf -tıpkı geniş ölçüde têsirinde kaldığı Yeni-Eflâtunculuk gibi- “ideâlist” türden bir felsefedir. Tasavvufî sezgicilik, nazarî yönün ağır bastığı sufilerin elinde felsefî bir düşünce-tarzı olup çıkmıştır. Bu sezgicilik, bir çeşit yanılmazlığı ihtivâ eden “keşf nazariyesi” ile kendi-kendisini desteklemektedir. İşte bu nedenle Mevlâna’ya dönmek, “İslâm’dan çıkmak ve şirke düşmek” anlamına gelir ki tasavvuf zâten “anti-İslâmcılık”tır. Ercüment Özkan: “İslâm-öncesi uygarlıklar İslâm’a yenilince ve savaş meydanlarında bir varlık gösteremeyince, öçlerini tasavvufla almaya çalışmıştır” der. İşte Mevlâna -ki ona bu ismi vermek hatâdır- yada gerçek adıyla Celâleddin Rûmi, bu çizgiyi temsil etmektedir. Zâten batı ve lâikler tarafından aşırı sevilip(!) desteklenmesinin nedeni de budur. Dîne ucundan-kıyısında tutunmuş olan lâikler ve batı’lılar, işte bu nedenle pek Mevlâna severler.

 

Bir insana “mevlâna” (mevlâna=efendimiz, sâhibimiz, rabbimiz) demek yanlıştır ve bu kelime sâdece Allah için kullanılır. Mesnevi sâhibine “Celâleddin Rûmi” denmesi gerekir. Peki Celâleddin Rûmi’ye niçin “rûmi” deniyor da meselâ “konevi” denmiyor?. Oysa kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan Sadreddin Konevi’ye “Sadreddin Konevi” deniyor. Sadreddin Konevi, Rûmi’den 2 sene sonra doğup 1 sene sonra ölmüştür. Rûmi denmesinin sebebi, Celâleddin’in millet farkı gözetmediği gibi din farkı da gözetmemiştir (ki bu İslâm açısından yanlıştır, çünkü Kur’ân müslümanlara hitâben: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” [Âl-i İmran 139] der) ve kâfir, müşrik ve zâlim de olsa insanları eşit saymıştır. Bu bağlamda Rum diyârında olan herkesle bağlantılı ve “onlardan” olduğunu göstermek için “rûmi” adlandırmasını kullanmıştır. Çünkü İslâm, Celâleddin Rûmi için “ayrıcalıklı bir din” değildir. “Tek hak din” de değildir. Zâten tasavvufta “lâ fâile illallah” yâni “tüm fiilleri işleyen Allah’tır” sapık düşüncesi olduğu için, kâfir, müşrik, zâlim ve sapık da olsa, tüm dinler ve insanlar aynıdır. Oysa Allah bizi “müslüman” olarak isimlendirmiş ve en üstün dînin de İslâm olduğunu söylemiştir. Celâleddin Rûmi, Lârende’ye yâni Karaman’a gelmiştir ve orada bir-çok hristiyan-Türk de olduğundan dolayı “rûmi” lakâbını almıştır. Bu hristiyan-Türkler daha sonra Osmanlı zamânında Rumeli ve Balkanlar’a gidecek ve orada tasavvuf-alevilik-bektâşilik ağırlıklı bir din öğretisinde bulunacaklardır. Türkiye’deki göçmen kökenlilerin genelde tasavvuf-merkezli bir düşüncede olması ve özellikle göçmenlerin yoğun olarak yerleştiği yerlerde (İzmir-Aydın-Manisa) tasavvuf/melâmi-merkezli bir düşüncenin olmasının nedenlerinden biri de kanımca budur.  

 

Peygamberimiz’in rûhî-ahlâkî hâlini benimsemek ve bu hâli günümüzde diriltmek için tasavvufa ve Mevlâna’ya değil, Kur’ân’ın Ahzâb Sûresi 21. âyetinin “güzel örneklik” dediği Sünnet’e dönmek gerekir ki bu Sünnet, Peygamber’in 23 yıl boyunca fiîlen yaptıklarıdır. Bu bağlamda Sünnet’i, Peygamber’den sonra ona karışan uydurmalardan ve zırvalardan temizlemek gerekir ki bunun için de, Kur’ân’ın ışığında siyer, megâzi ve İslâm târihi okumaları yeterli olacaktır. Bu belki de mutlak bir temizleme olmayacaktır ama o bile işe yarayacak ve İslâm’ın amelî metodu yâni İslâmî hareket metodu genel anlamda ortaya çıkacaktır. Artık geriye o metodu örnek alarak günümüzde de bir İslâmî, hareket metodu ortaya konacaktır.

 

“İslâm, kendi-kendini yeniden kurma yolunda bâzı şeyleri yapabilecekse, bunu ancak batı’nın ve tasavvufun têsirleri ve onlardan aldıkları sâyesinde yapabilir” düşüncesi, modern zamanlarda müslümanları dondurup kilitleyen şeydir.

 

Tasavvuf “İslâm’ın en iyi pratize ediliş şekli” değildir. İslâm’ın en iyi pratize ediliş şekli “Sünnet”tir. Bu bağlamda Peygamberimiz Kur’ân’ı Sünnet ile pratize edip “güzel örnekliği” oluşturduğundan dolayı, esâsen İslâm’ın tasavvufa ihtiyâcı yoktur.

 

İslâm toplumunun siyâsetini, ekonomisini, sosyâl hayâtını vs. yeniden kurmak için “tasavvuf” kaydı koymak yanlıştır. Zîrâ Peygamberimiz o muhteşem ıslahatını ve devrimini tasavvuf aracılığı ile değil, vahyin vermiş olduğu idrâk ve hikmet ile hareket ederek yapmıştır. Vahiyden aldığı idrâkle ve “Allah kontrôlündeki güzel örneklik olan Sünnet’ ile başlatıp kurmuştur o İslâm-merkezli toplumunu ve devletini. İslâm medeniyetini böyle başlatmıştır. O hâlde tasavvufa gerek yoktur, “Kur’ân ve Sünnet yeter”.

 

“Bâtınî, mistik ve derûnî tarafı olmayan din yoktur, tasavvuf da işte İslâm’ın derûnî yönüdür” diyorlar.  diyorlar. Oysa İslâm’ın o derûnî yönünü belirleyen şey -bizzat Kur’ân olduktan başka- onu hayatta somut olarak gerçekleştirip gösteren Sünnet’tir.

 

Yine “tasavvufta estetize edilmiş bir taraf ve hayat var. İslâm’ı estetize eden yön tasavvuftur. Tasavvuf hayâtı estetize eder, dîni estetize eder” diyorlar. İslâm’ın, tasavvufa aslâ ihtiyâcı yoktur. Peygamberimiz de tasavvufu değil Sünnet’i kullanmıştır. Öyle ya; vahyi, Peygamber örnekliğinden daha iyi temsil edecek bir şey mi var?. Ayrıca dînin kendisi estetiktir zâten ve din, Sünnet ile estetik bir şekilde gösterilir.

 

Peygamberimiz’i estetize eden şey neydi?. Çünkü ortada daha tasavvuf falan yoktu. Peygamberimiz’i estetize eden şey, Kur’ân’dı, o’nu içten-içe estetize etmiş ve o’na derinlik katmıştı. Peygamberimiz iç-âlemindeki estetikliği ve derinliği hayâtın tam ortasında Sünnet ile gösterdi. Kur’ân ve Sünnet’i yeterli görmeyerek tasavvufu “dîni estetize eden ve ona derinlik katan şey” olarak söylemek küfür ve şirktir. Tasavvufçular tasavvuf ile şirk koşmaktadırlar. Kur’ân ve Sünnet yerine, “eklektik ve karışık bir din” olan mistisizm ve tasavvuf koyuluyor. “Hayâtı tasavvuf mânâlandırır” diyorlar. Oysa Peygamber ve sahabe, iç-âlemlerini Kur’ân ile derinleştirdikten sonra, dış-âlemi de Sünnet ile derinleştirip mânâlandırmışlardır.

 

Kurân ve Peygamber örnekliği varken, Emeviler’in o ilk zamanlardaki debdebe ve adâletsizliklerden kuytu köşelere kaçamak bir bakıma haklı görülse de İslâm’dan onay alamaz. Zîrâ Peygamberimiz vahiy gelmeye başladıktan sonra Hira’ya bir daha gitmemiştir.

 

Tasavvufun da bir inceliği ve zevki var ama bu, Kur’ân ve Sünnet’le uyumlu olan bir zevk değil. Hattâ “bâtınî mânâ” diyerek Kur’ân’dan kopmaktadırlar. Üstelik Peygamber’in güzel örnekliği olan Sünnet’inde de böyle bir örneklik yok. Aslında meselâ Osmanlı tasavvufla kurulmuştur ama yine tasavvufla da yıkılmıştır.

 

Tekke ve zâviyelerin tasavvuf-merkezli yapısı İslâm’a apaçık aykırılıklar içerir. Fakat kendi içinde lâik-seküler-modern hayat-şekline karşı daha tutarlıdır. Tekke ve zâviyelerin kaldırılmasıyla (ki, o zaman da tekke ve zâviyelerin kaldırılmasından oluşan boşluğu neyin dolduracağı tartışılmıştır) Türkiye’nin batı’sından çok doğu’su etkilenmiştir. Kaldırıldıktan sonra gayr-ı resmî olarak faaliyetlerine devâm eden tekke ve zâviyeler, 1960’tan sonra tamâmen kaldırılınca, doğu’nun insanları sığınacak bir yer bulamadılar, ve Cumhûriyetin ilkelerini de benimsemediler. Zâten darbelerin gölgesinde yaşayan Türkiye, dînî anlamda bir sığınağa ve sığınmaya karşıydı. Bu nedenle bu insanlar komünizme ve en sonunda da  PKK’ya kapıldılar ve hâlen süren terör illeti ortaya çıktı. Oysa tekke ve zâviyeler, İslâm’a bir-çok zıtlıkları olmasına rağmen insanları maddî-mânevî olarak yatıştırıyordu ve onları tutuyordu. Böylece insanlar kötülükten uzak kalabiliyorlardı, zîrâ tekke ve zâviyeler bir kontrôl mekanizması görevi icrâ ediyordu. Bu yüzden tekkeleri ve zâviyeleri kapatmak uzun vâdede rejimin kendi ayağına kurşun sıkmış olmasıdır. Fakat tabi bu, tekke ve zâviyelerin Sünnet yerine tasavvuf-merkezli olmasını onayamak demek değildir. Çünkü İslâm’da geleneğe bağlılık, “tasavvuf geleneği”ne değil, “Sünnet geleneği”ne bağlılıktır. Zîrâ Sünnet bizim geleneğimizdir.

 

Tekke ve zâviyelerin kapatılması, “tasavvuf yerine Sünnet’i merkeze almak” şeklinde değiştirilseydi yerinde ve doğru bir iş yapılmış olurdu, fakat tekke ve zâviyeler yerine lâik-seküler kurumlar ihdâs edilmesi, insanları iyice yozlaştırmıştır. Zâten tekke ve zâviyelerin kapatıldıktan sonra yeraltına inmesiyle orijinâl hâlinden çok farklı şekillere bürünmüş ve absürd bir hâl almıştır.

 

Muhammed Hamidullah, İslâm’a dâhil olma ve hizmet etmede insanları etkileyen şeyin Sünnet değil, tasavvuf olduğunu söyler:

 

“Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan bêri hayretle görmekteyim ki hristiyanların İslâmiyet’i kabûlü, onları İslâm’ı kabûle sevk eden ne Ebu Hanife, ne de İmam Mâturidî’dir. Fakat Muhyiddin Arabi'dir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedem olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayayan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda têsir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki Hülâgü’nün yakıp-yıkan istilâlarından sonra Gazan Han zamânında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan ne kılıç, ne de akıldır; fakat kâlp ve tasavvuftur”.

 

Peki “muhteşem bir ahlâk sâhip” ve “âlemlere rahmet” olan Peygamber’in Sünnet’i niye örnek verilmiyor ve insanlar Sünnet’i niçin önemsemiyor?. On numara mü’minlik örneği olan Peygamber’in vahiy-merkezli güzel örnekliği yeterli bir örneklik ve referans değil midir?. Peygamber örnekliği yeterli gelmiyor da tasavvuf mu insanları İslâm’a dâhil ediyor?. O hâlde bu, “İslâm’a dâhil olma” değil, mistik-bâtınî kadim bir şirk felsefesi”ne dâhil olmadır. Zîrâ İslâm’ a dâhil olmanın koşulları apaçıktır. Tasavvuf aracılığı ile dîne dâhil olmada büyük sorun vardır ve aslında tasavvuf yoluyla İslâm’a dâhil olduğunu sananlar bilsin ki, onlar İslâm’a değil, şeytana ve nefislerine dâhil olmaktadırlar. Modernizm ile zihinleri ve kâlpleri kuşatılmış olduğu için, kendilerine “ağır bir sorumluluk örneği” yükleyen Sünnet’i değil de, felsefesi, her-şeyi sulandırmak olan tasavvufu seçiyorlar. Zîrâ Sünnet sorumluluğun, zorluğun, gayretin ve cihadın örnekliğiyken, tasavvuf ise, insandan her türlü sorumluluğu alarak Allah’a veren “sınırsız bir şirk sistemi”dir.

 

Ne ilginçtir ki, merkeze Kur’ân ve Sünnet değil de tasavvuf alınıyor ve tasavvufun her söylediği baş-tâcı yapılırken, Kur’ân’ın söyledikleri ve Sünnet örnekliği hesâba katılmadığı gibi inkâr bile edilebiliyor. Tasavvuf, Sünnet’e yapılmış bir darbedir. İnsan; “âlemlere rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Hz. Muhammed’in, Kur’ân’ın “güzel öreklik” dediği Sünnet ile tatmin bulmuyor ve durulmuyor. Ne yâni; Allah, Sünnet’ten değil de, isimlerini anmaktan bile imtinâ edeceğim kişilerin şatahatlarından mı râzı oluyor?. Elbette hayır!. Çünkü tasavvuf, şeytanın ve nefsin ürettiği küfür ve şirk felsefesidir. Şirk ise Allah’ın katında pislikten başka bir şey değildir.  

 

Kur’ân vahyi ve Peygamberimiz’in risâleti ve nebevî örnekliği, insanlığın kurtuluşuna kâfidir ve tasavvufa gerek bile yoktur.

 

Tasavvuf bir zamanlar mânevî boşluğu doldurma noktasında bir nebze destek olmuştur. Fakat bu, hem amelî tasavvuf ile ilgilidir, hem de bu, “güzel örneklik olan Sünnet’in göz-ardı edildiği bir zamanda oluşan boşluk” için geçerlidir. Yâni tasavvuf belli bir ölçüde “tampon” olmuştur ama kanamayı ancak belli bir süreliğine durdurabilmiştir, gücünün bittiği yerde ise kanama daha da fazlalaşmıştır. Zîrâ tasavvufun mâhiyeti ve gücü kanamayı durdurup yarayı iyileştirecek ve normâlleştirecek güçten ve içerikten yoksundur. Bu güç sâdece Sünnet’te vardır ve zâten Allah, peygamberlerini bu nedenle göndermiştir. Bu nedenle onların sünnetlerini “güzel örneklik” olarak sunmaktadır.

 

Müslümanların kültürü olmaz, zîrâ müslümanların kültürü Sünnet’tir. Müslümanlar kültürünü Sünnet ile oluşturmalıdır. Aksi-hâlde toplumların şirk bulaşmış kültürleri, gelenek ve görenekleri din” olur. 

 

Sünnet, İslâm dünyâsının ve müslümanların ihtiyâcı olan zihniyet ve “dünyâ tasavvuru”nun oluşması için yeterlidir ve başka bir şeye de gerek yoktur. Modern dünyânın buhrânından dönülmesini sağlayacak ve sığınılacak olan şey “tasavvuf” değil, Kur’ân ve de onun pratikliği olan Sünnet’tir.

 

İslâm’ın o muhteşem medeniyeti, gelenekten-tasavvuftan kopmanın değil, Kur’ân ve Sünnet’ten kopmanın bir sonucudur. Bu nedenle de yeniden o medeniyeti başlatmak, “geleneğe ve tasavvufa dönmekle” değil, “Kur’ân ve Sünnet’e dönmekle” olacaktır. Zâten Peygamber ve sahabe, Kur’ân ve Sünnet ile bu medeniyeti başlatmışlardı. “Hikmet”, tasavvuf ve felsefe değil, “Sünnet”tir.

 

İslâm’ı yeniden ihyâ etmek ve hayâta hâkim olma yoluna sokma ve hâkim kılmak için ahlâkî bir bilinç şarttır. O bilinç ise, Kur’ân’da teorik olarak, Peygamber’in Sünneti’nde ise pratik olarak vardır. Bu nedenle başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Bu ahlâkîliğin teorisi Kur’ân’dan, pratiği ise Peygamber’den (Güzel Örneklik=Sünnet) alınabilir ve yeniden hayâta hâkim kılınabilir.

 

Evet; bizim hayat-pratikliğimiz, düsturumuz ve hayâta değer katıp onu estetikleştiren pratikliğimiz tasavvuf değil, Sünnet’tir. Allah da zâten Kur’ân’da bu “güzel örnekliğe” yönlendirir mü’minleri. İç-âlemleri Kur’ân ile aydınlattıktan sonra dış âlem olan Dünyâ’yı da Kur’ân-merkezli pratiklik olan “güzel örneklik” yâni  Sünnet ile yaşadığımızda, Dünyâ da aydınlanarak bir inceliğe ve estetiğe kavuşacak, hem de böylece Dünyâ’dan cennete bir köprü kurulmuş olacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2019

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder