“(Mal,
mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden
geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
Modern dünyâda gayr-ı resmî
olarak yürürlükte olan modern bir kader anlayışı vardır. Zenginler
istediklerini alıp, yiyip-içip-giyip yaşayabilirken, fakirler tüm bunlardan
mahrûm kalır yada bunlara geç ve sınırlı bir şekilde ulaşır. Üstelik bu durum
hemen herkes tarafından da içselleştirilmiştir. “Adam zengin ise istediğini yiyip-içecek
ama fakir ise istediğini yiyip-içemeyecek” düşüncesi çoğu kişi tarafından dile
getirilmese bile içten-içe böyle bir kabûl vardır. Gerçi modernitenin
içselleştirilmesi arttıkça bunu dile getirenler de artmaya başlamıştır. Fakat
böyle bir söylem ve eylem, müslümanım diyenler için zinhar geçerli olamaz. Zîrâ
İslâm’da böyle bir şey mümkün değildir. Bunu dile getiren Hz. Şuayb’a kavmi
şöyle demişti:
“Mallarımız
konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı
emrediyor?” (Hûd 87).
Evet; aynen öyledir. Bunu,
İslâm’ın namazı-salâtı emrediyor ve şöyle diyor:
“Allah rızıkta kiminizi
kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında
bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın
nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl
71).
Mülk, onu yaratan Allah’a
âittir ve tüm mülk O’nundur (Lehûlmülk). O hâlde mülkün dağılımı ve paylaştırılması
da O’nun dediği gibi olmak zorundadır. Allah’ın servet konusundaki hükümleri şu
şekildedir:
“Orada (yerde) onun
üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar
için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).
“Ve sana neyi infâk
edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size
âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah rızıkta kiminizi
kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında
bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi
Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân edenler!; gerçek
şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların
mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve
gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı
müjdele” (Tevbe 34).
“Allah'ın, bol ihsanından
kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik
ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır.
Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).
Bu âyetler servet konusunda
müslümanı sınırlandırır. İslâm’ın servet hakkındaki hükmü, “Kur’ân’ın Kur’ân’ı
tefsiri” sadedinde işte bu âyetlerle idrâk edilebilir. Bu âyetlere göre bâriz
bir şekilde “zengin” olmak mümkün değildir. Zîrâ zekât, sadaka, infâk, hayr ve
paylaşma zorunluluğu buna engel olur. O hâlde bu âyetlere göre “aşırı zengin”
olmak yada “sırıtan zenginlik” yasaktır. Bahsettiğimiz meşrû zenginlik ölçüsü
ise: “Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a,
Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda
kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar
arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse
artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan
korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7) âyetinde
gösterilen, servetin tekelleşmesi ve zenginlerin insanlar üzerinde “kader
belirleyici” konuma gelmemeleri oranındaki zenginliktir. Yoksa adam bir şey
üretmek için bir atölye yada belli ve sınırlı bir büyüklükte fabrika kurup da
üretim yapıyorsa ve kazancını hem işçileriyle hem de ihtiyaç sahipleriyle bölüşüyorsa
ve kazancından kendisi de yararlanıyorsa bunda bir a-normâllik yoktur.
Kur’ân sınırı aşan
zenginliğin karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır. Bu nedenle de
zengin-fakir arasında uçurumun olmasını yasaklar. Bu bağlamda Allah, zenginlerin
mallarında fakirlerin hakkı olduğunu söylemiştir:
“Onların mallarında
dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak
vardı” (Zâriyât 19).
Daha ilk inen âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni
göreceği ve dolayısı ile azacağı söylenir:
“Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir.
Anlamı ise; “mal ve mülk edinerek azmak” mânâsındadır.
Sınırsız zengin olmanın
önünde İslâmî bir engel görmeyen müslümanlara şunu soralım: Zekatımı verirsem
Kârun gibi olabilir miyim?. Kârun gibi olmama engel bir şey var mı?. “Evet,
olunabilir” denirse zâten artık ona söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat “hayır,
olamazsın” deniyorsa, o zaman şunu sormamız gerekir: Peki sınır nedir?. Hangi
sınırda durmam gerekir?. Sınırsız zenginliği savunanlar bu soruya tatmin edici
bir cevap veremezler. Çünkü söyleyecekleri her-hangi bir sınırda durmama neden
olacak bir sebep yoktur. O gösterdiği sınırda neden durayım?. Çünkü bir-önceki
sınırda durmamıştım. Bir-önceki sınırda durmuyorsam bir-sonraki sınırda niye
durayım?. Hattâ daha sonraki sınırlarda niye durayım?. Diyelim ki tüm Dünyâ
benim, niçin yetineyim?. “Ay’a, Mars’a, diğer gezegenlere ve hattâ Güneş’e
gözümü niçin dikmeyeyim?. Gözümü bütün kâinâta dikmeye başlarım. Bütün kâinât
benim olsun isterim. İsteğimi niçin sınırlandırayım ki? Çünkü; “bir sınır
yoksa hiç bir sınır yoktur”. Oysa İslâm’ın her konuda kırmızı çizgileri
vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler koyar. Para, mal-mülk
ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para
(borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü şeytan dâima bu noktayı
gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya,
karıyı kocaya, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.
Meselâ bir evim-dâirem
olabilir ve ihtiyâcımdır. Herkesin bir evi olmalıdır. Çocuklarım için de meselâ
iki tâne çocuğum varsa onlara da birer dâire alabilirim. Fakat niçin 10 tâne
dâirem olsun?. Bu meşrû mudur?. Çünkü on tâne dâirem olursa yüz tâne de
olabilir ve bu bir sorun teşkil etmez; bin tâne, milyon tâne ve en nihâyet
Dünyâ’daki tüm evler ve dâirelerin benim olmasında sorun olmaz. Dünyâ’da herkes
benim kirâcım olabilir. Peki bu meşrû olur mu?. Çünkü eğer bir sınırım yoksa
hiç-bir sınırım yoktur. Nerede duracağımı ve tatmin olacağımı bana kim, neye
dayanarak ve ne hakla söyleyecektir ki eğer İslâm’ı yâni sınırı hesâba
katmıyorsam. O hâlde sınırsızlık, İslâmsızlıktır.
Müslümanların
içinde “âlim” bilinen kişiler de dâhil bir-çok kişi servet elde etmeyi meşrû
olarak görüyorlar. Belli bir servetin olması “çark”ın dönmesi için tabî ki de
gereklidir ve meşrûdur fakat sorun, bahsedilen servete bir ölçünün
konmamasıdır. Dînî bilgiye sâhip olan bir müslümana “birden fazla evim olabilir
mi” diye sorulduğunda, “tabî ki olabilir” diyor. “Peki 10 evim olabilir mi”
sorusuna da “olabilir” cevâbını veriyorlar. O hâlde 100, 1.000, 10.000 evim de
olabilir. Hattâ milyonlarca evim olabilir. Yada katrilyonlarca param olabilir modern
müslümanlara göre. Nihâyet şöyle bir soruya gelinir: Dünyâ’daki evlerin %99’u
benim olabilir ve tüm insanlar benim kirâcım olabilir mi?. Yada Dünyâ’daki
paranın %99’u benim olabilir ve diğer tüm insanlar benim işçim daha doğrusu
kölem olabilir mi?. Bu soruya ne cevap verilecek?. 100. eve sâhip olmada bir
sorun yoksa, 100 milyonuncu eve sâhip olmada niye bir sorun olsun ki?. Ben niye
kendime bir sınır koyayım?. Bir sınırdan bahsediliyorsa bu sınırı ne
belirleyecek?. Neden 10.000 evle yetineyim?. Niye “o sınırda” durayım?. Bir
sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur. O hâlde zekatımı yâni klâsik görüşe göre
1/40’ı verdiğimde Kârun gibi olabilir miyim?. Emin olun ki Kârun gibi kişiler
mallarının 1/40’ını aslâ ver(e)mezler. Peki sınır olmadığını varsaydığımızda,
Dünyâ’nın sâhibi olabilir miyim?. O kadar mal toplayabilir miyim?. Dünyâ’ya
sâhip olduğumda neden gözümü Ay’a dikmeyeyim?. Sonra da diğer gezegenlere ve
yıldızlara?. Hattâ tüm kâinâta?. Mal toplama hırsının bir sonu yoktur ve
kanımca Allah’ın, kâinâtı “sınırları belli olmayacak şekilde” yaratması,
insanların sınırlarını gördüklerini hedef edindiklerinden ve ona sâhip olmak
isteyeceklerindendir.
Peygamberimiz’in:
“Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para tutmayın, ateştir”
rivâyeti vardır. Yâni bir sınır koyar. Bu sınırı tabî ki de Kur’ân’ın: “Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki:
İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki
düşünürsünüz” (Bakara 219) âyetinden
ilhamla koyar.
Bir insan belli bir miktar
paradan fazlasını ne yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var.
Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni (2019
yılı îtibârıyla) yaklaşık 40.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 3.250 TL
civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg. gümüş=40.000 TL). Bu 3.250 lirayı âile 4 kişi
olduğu için 4 ile çarparsak 13.000 lira eder. Tabi bu üst sınırdır. Bundan
fazlası 3 gün içinde infâk edilmelidir. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev;
kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı belli bir-zaman sonra
alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama
yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu
ve babanın, yukarıda bahsettiğimiz aylık 13.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek
konuştuğumuzda; bu âile 13.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden
mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde
geçinebilecekler, zekât/sadaka/hayır anlamında infaklarını bile bu parayla
yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda
bir paradır. Hattâ fazladır bile. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan
parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimiz’in
dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri
ancak ve ancak isrâf ederek harcayabilir.
Zenginliğin
değerlendirmesi, nereden bakıldığına göre değişir. Eğer “tek dünyâlı”ysanız ve
bu dünyâda; en uzun, en kaliteli ve kesintisiz hazzı yaşamak istiyorsanız,
belli bir seviyenin üstündeki zenginliğe ulaşmanız gerekir. Ama “iki dünyâlı”ysanız
yâni âhiret bilinci ve îmânına da sâhipseniz, o zaman Dünyâ’dan da nasibinizi
unutmadan âhiret-merkezli bir düşünce ve amel-eyleme sâhipsinizdir ve normâl
bir geçim içinde yaşamaya râzı olursunuz. Zâten ancak bu şekilde “insanca”
yaşayabilirsiniz. Aksi-hâlde hem cimrice, hem tereddüt içinde, hem de katı
kâlpli olursunuz. Zîrâ fazla mal insanın kâlbini katılaştırır:
“Gerçekten
insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. Muhakkak
o, mal-sevgisinden dolayı çok katıdır” (Âdiyat 6-8).
Evet; mal/servet, insanın kâlbini karartır ve onu katılaştırır.
Halbuki mülk Allah’ındır. (Lehûlmülk). Mülkü kim
yaratmışsa O’na âittir ki zâten en sonunda da O’na kalır. İnsanlık târihinde
mülk kimsenin elinde kalıcı olmamıştır.
“Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın
altında olanların tümü O'nundur” (Tâ-hâ 6).
Zenginlik
aslında kişinin rahat bir hayat sürmesini engeller. Zîrâ sürekli malını düşünür
durur. Kafası hep malında ve malını korumayla-arttırmayla meşgûldür. Onu
korumanın ve sürekli olarak arttırmanın hesabını yapmak zorundadır. Rothschild,
Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin
âile servetlerinde %1’lik bir azalmada bile paniğe kapılırlar ve bu zarardan
kurtulmak için nice insana zulmederler ve hattâ Dünyâ’yı yakmayı bile göze
alabilirler. Şeytan böyle kişileri servetten ve mallarından yakalamıştır:
“O, mal yığıp
biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını
sanıyor. Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır. ‘Hutame’nin ne olduğunu
sana bildiren nedir?. Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir” (Hümeze 2-6).
Böyleleri
kibir, gurûr, gösteriş ve “ne oldum delisi”dirler. Mülkün gerçek sâhibinin
Allah olduğunu unutmuşlar ve mallarını arttırmaktan başka bir şey düşünemez
hâle gelmişlerdir. Bu kişiler Allah karşısında kibre ve aşırı bir büyüklüğe
kapılırlar. Kur’ân bu kişilere şöyle der:
“Yâ eyyühâ’l
insânu mâ ğarreke birabbike’l kerîm”. “Ey insan!; bu kadar cömert olan
Rabbine karşı seni bu kadar kibirli/gururlu kılıp aldatıp isyân ettiren nedir?”
(İnfitâr 6).
“(Mal,
mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden
geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
Târih boyunca peygamberlerin
ilk ve en azılı düşmanları sermâye sâhibi zenginler olmuştur. Hz. Hûd,
zenginlerin gösteriş için yaptığı yüksek binâları şu şekilde eleştirir:
“Siz, her yüksekçe yere
bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).
Peygamberlerin içinde zengin
olanı yoktur. Kişisel bir servete sâhip olanı yoktur. Çünkü İslâmî mücâdelede
böyle bir şey olmaz. Peygamberlerin nübüvvetten önce bir zenginlikleri olsa
bile zenginliklerini İslâmî mücâdele ile birlikte paylaşıp harcamışlardır.
Peygamberimiz’in ve sahabenin örnekliğinde bu çok bâriz bir şekilde görülür.
Hz. Süleyman’ın serveti
kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdara
isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır.
“Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik istiyordu. Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak
sevgisi yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak
görüyordu:
“Fe kâle
innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten
ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr)
Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sad 32).
Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini,
kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu
söyleyip duranlara şunu söylüyoruz: Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli
mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir:
“Ahbebtu hubbel Hayr”=”Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın
herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş.
Saraya ve gösterişe
takılmaya gerek yok. Zâten Hz. Süleyman’ın sarayı, kendisinin de çok iyi
bildiği gibi, kısa bir zaman sonra, tüm sarayların âkıbetine uğruyor ve yıkılıp
gidiyor. Geriye ise “Allah için yapılan hayr” kalıyor. Gösteriş ebedî olamaz
çünkü. Ebedî olan, gösteriş diyârı “cennet”tir. O ebedî gösteriş ve ihtişâm
diyarı, muvahhid müslümanların hak ettiği ebedî cennette olacaktır Allah’ın
izni ile. O hâlde Dünyâ’daki gösteriş, “cennete şirk koşmak” anlamına geliyor.
Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun) ipleri ellerine almışlar,
ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi yönetiyorlar. Bir-kaç kişinin
serveti tüm dünyâ insanlarının servetine eşit hâl geldi. Bir-kaç kişi
servetlerini kat-kat arttırıyor diye, milyonlarca insan yoksulluk-fakirlik
içinde yaşıyor. Bir-kaç kişinin zenginliği, milyonların fakirliğine neden
oluyor. Hz. Ali: “Bir yoksul aç ise,
bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır” der. Seyyid Kutup
ise şöyle der: “Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin
artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzî etmek idi”.
Hz. Ömer’in öldürülmesinin
nedeni buydu diyenler vardır. Hz. Ömer şehit edilmişti. Peki niçin?. Çünkü
“zenginlerin fazla mallarını alıp, yoksullara vereceğim” diyordu. Bu söz
zenginlerin hoşuna gitmedi. Suikast yoluyla şehit ettiler Hz. Ömer’i. Aslında
bu, Hz. Ömer’den ziyâde “İslâm’ın şehit edilmesi” demekti.
Rivâyete göre Hz. Ali,
devletin başına geçer-geçmez yürürlükteki aylık düzenini alt-üst ederek
aylıkları denkleştirip önemli politikacılardan Osman bin Hanife’ye ayda üç
dirhem verirken, aynı yerde eşinin özgürleştirilmiş kölesi de ayda üç dirhem
maaş alıyordu.
Gayr-ı İslâmî târih boyunca
olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler.
Allah insanlara zenginliği, “diğer
insanlara göre ayrıcalıkları olsun” diye değil, “zenginlik, zenginler üzerinden
paylaştırılsın” diye verir. Allah’ın sünnetullahı budur. Allah, nasıl ki vahyi,
seçtiği peygamberler üzerinden insanlara yayıyorsa, malı da zenginlik
verdikleri üzerinden yaymak ister. Vahiy nasıl ki nîmet ise zenginlik de nîmettir.
Allah nasıl ki vahyi bir insan (peygamber) üzerinden yayıyorsa, nîmetlerinin de
insan (zengin) üzerinden yayılmasını ister.
Modern hayâtın kışkırttığı “zenginlik özlemi”,
kişinin “kişisel özellikleri”ni ve “özgünlüğü”nü baltalayıp yok ediyor. Zengin
olma isteği bir bunalım durumu dürtüsüdür; fakirliğin bunalımı. Doğal olan bir
zamandan fazla süren fakirlik ve zorluk durumunda insanlar zengin olmayı düşlemeye
ve düşünmeye başlarlar doğal olarak.
Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu iki şeyi söyletir:
“Bu bana Allah’ın bir hediyesidir”; “bu, aklımı çalıştırmamın karşılığıdır”.
Târih boyunca hemen her
zaman zenginlere “zengin fıkhı” uygulanmıştır. Demokrasi bir “zengin fıkhı”dır.
Zenginlerin ortaya çıkardığı bir sistemdir. Böylece halkın isyânından
kurtulmuşlardır. Zîrâ kendi belirledikleri adayları insanlara dayatarak, “siz
seçtiniz” diyerek halkı sustururlar.
Demokrasi bir “fırsat
eşitsizliği”dir. Gariban hiç-bir zaman zenginler gibi o fırsatı yakalayamaz.
Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise
aleyhinedir. Oy vermek, mevcut ideolojinin ve durumun sürmesini istemek
bağlamında; “zengin daha da zengin olsun”, “gariban da gariban kalmaya devâm
etsin” demektir. Parlamenter-demokratik sistemlerde yasaları, toplumun en
ehliyet ve liyâkat sâhibi olanları değil; en “uyanık-kurnaz” olanları ve en zenginleri
yapar. Zenginlerin daha zengin, garibanın daha gariban kalmasının ve pastadan
daha fazla pay alamamasının tek yolu, demokrasi ve beşerî sistemlerdir.
Kapitâlizm,
herkesin kazanması için, zenginlerin (üsttekilerin) çok-çok daha fazla kazanması
gerektiğini söyleyen zâlim bir sistemdir.
Kapitâlizmin “tuzak” sözlerinden biri de şudur: “Zenginin kârı senin de
kârındır”. Birileri, çoğunluğu oluşturan garibanlar yerinde sayarken yada
gerilerken, zenginlerin servetlerinin artmasını “ülkenin zenginleşip gelişmesi”
zannediyor. Zenginlerin servetlerini katlamaları, garibanların da
zenginleşmeleri demek değildir. Gariban her zaman yerinde sayar yada daha
kötüsü geriye doğru gider.
Sömürmeyen zenginleşemez. Çok zengin olmanın yolu, birilerinin ölmesi yada
ezilmesinden geçer. Birileri sizin için ölmedikçe yada ezilmedikçe zengin
olamazsınız.
Toplumsal bozulma (ifsâd)
ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar. Oradan da
genele yayılır.
En zengin
ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir
zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok
tüketen”lerin ülkesidir.
İnsanlık
târihi, zenginlerin, “çıkarlarını koruma” târihidir. İslâm kânunları olmadığında yasalar, “zenginleri
koruma kânunları”na döner. İslâm; “zenginden
alıp fakire vermeyi (zekât)” esas alırken; kapitâlizm; “fakirden alıp zengine
vermeyi” esas alır.
Fakirlik, “uygun eşyâ ve
gıdâdan mahrûm olmak” demektir.
18. yüzyıla kadar batı ve
Avrupa, doğu’yu tâkip ve taklit ediyor ve her-şeyi oradan alıyordu. Fakat doğu’nun
ürettiklerini almak için vereceği çok da bir şey yoktu. Çünkü Avrupa’da ne
vardı ki?. Avrupa, doğu’nun ürünlerini almak için altın ve gümüş veriyordu. Fakat
gerekli altın ve gümüş de yeterli değildi. İşte Avrupa’lılar bu gümüş ve altını
Amerika’da yaşayan Kızılderililer’i ve Afrika’yı sömürerek ve oralardan çalarak
yâni hırsızlık yaparak sağladılar. Hem altın-gümüş hem de hammadde ve
insan-gücü hırsızlığı yaptılar. Bunu hâlen de yapıyorlar. Böylece doğu’nun
ürünlerini aldılar ve sonra da bu üretimleri taklit edip geliştirdiler ve ilerlettiler.
Fakat bir sorun daha vardı. “Sanâyi devrimi” dedikleri ve 19. yüzyılda başlayan
yoğun üretimi yapmak için bir zulüm daha yapmaları gerekiyordu. Fabrikalarında
çalıştıracak, hem de bedâvaya çalıştıracak işçi lâzımdı. İşte bunu da Afrika’dan
köleleştirmeyle sağladılar. Öyle ki, 7 senede bir köleleri değiştirmek gerekiyordu.
Çünkü köleler ağır çalışma ve yaşama şartları altında 7 yıldan daha fazla
yaşayamıyorlardı. İşte Avrupa ve batı böyle zenginleşti. Garibanı ve fakirleri
sömürmeden zenginleşme falan olmaz. O yüzden İslâm’da zenginlik çok da olası
değildir yada sınırlıdır. Çünkü İslâm’da zulmetmek yoktur. Zîrâ insanlar
arasında fark yoktur ki biri diğerini sömürebilsin. Peki Avrupa’lılar bu
hırsızlığı ve zulmü daha önce niye yapmamışlardı da Rönesans, Aydınlanma,
Protestanlık ve Sanâyileşme’den sonra yaptılar?. Çünkü artık onları “tutacak”
ve engelleyecek bir şey kalmamıştı. Zîrâ dinden vazgeçtiler. Allah korkusundan
vazgeçtiler ve sekülerleştiler. “Bırakınız yapsınlar” demek “ne pahasına
olursa-olsun yapmak” anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın sömürülmesine ve
zulme mâruz kalması pahasına bunu yaptılar. Çünkü artık dinden ve Allah’tan
vazgeçtiler. Onlara sınır koyacak ve korkutacak bir şey kalmamıştı. Demek ki
zengin olmak için birilerinin omzuna çıkmak ve birilerini ezmek gereklidir.
Tabi bunun için de zâlim olmak gerekir. İnsanın zâlim olması için Allah
korkusunun olmaması ve dînin onu engellememesi gerekir.
İnsanlar ama daha çok
zenginler, Bakara 219’da söylenen “ihtiyaç fazlası”nı vermeyi yapmayıp ve infâk
edemeyip paranın tâkibini yapmakla ömrünü geçiriyor. Oysa ihtiyaç fazlasını infâk
etseler, o paranın tâkibini Allah yapar.
Avrupa; Amerika’lı
kızılderilileri ve Afrika’lı köleleri sömürmek üzerinden bir “Avrupa’lı”
düşüncesi geliştirdi ki, bu kimlik, “zengin ve bilgili Avrupa’lı”ya karşı, “fâkir
ve câhil Amerika’lı ve Afrika’lı” olarak ortaya kondu. İşte o zamandan bêri
Avrupa’lı batı’lılar bunu sürdürmekte ve zenginliklerini bu yolla sürdürmekte
ve korumaktadırlar. Avrupa’lı batı’lılar kendilerinden başkaları için kompleks
oluşturdular ki “Avrupa’lılara karşı koyamama” durumu buradan kaynaklanır. John
M. Hobson bu konuda şöyle der:
“15.
yüzyıldan sonra Avrupa kendini 500’lerden bu yana ilk kez pagan vahşîler olarak
nitelediği kara Afrika’lılara ve Amerikan yerlilerine karşı üstün bir güç
olarak kabûl ettirdiğini hissetmiştir. Avrupa-merkezcilik de -aslında hristiyan
görüşleri arasındaki farklılıklara dayanmış olsa da- ilk kez bu dönemde ortaya
çıkmıştır. Bu anlayış, Avrupa’lıların kendine-özgü ahlâkî bir adâlet sistemi
oluşturmaları, Amerikan kaynaklarını emperyâl güçlere tahsis etmeleri, Amerika’lı
ve Afrika’lı yerlileri inanılmaz derecede sömürmeleri sonuçlarını doğurmuştur.
Sonuç olarak altın ve gümüş kaynaklarından Avrupa’ya aktarılan finansman yoluyla
hem kıtanın Asya ile ticâretinden doğan açıklar kapatılmış, hem de küresel ticârette
yer alması sağlanmıştır. Batı Avrupa aynı-zamanda Doğu Avrupa ve Osmanlı
Türkleri ile arasındaki uygarlık farkını ortaya koymak sûretiyle kendini ‘gelişmiş’
diğerlerini ise ‘barbar’ olarak nitelendirmeye başlamıştır.
Bunun yanında Doğu Avrupa’lıları ‘alt
sınıf vatandaş’ olarak görmek sûretiyle onların toprak, iş-gücü ve piyasalarını
sömürmeyi doğal ve meşrû karşılayan Batı Avrupa’nın durumu aslında kendi içinde
de çelişmektedir. Batı, doğu’yu hammadde deposu yerine koymak sûretiyle sanâyi
için gerekli olan her-şeyi buradan sömürme yoluyla elde etmesidir. Bunun
yanında batı, pek-çok doğu ekonomisinin ‘gelişmesini engellemek’ yoluyla dünyâ
piyasalarında kendi egemenliğini îlân etmiştir. Sonuç îtibâriyle batı
emperyâlizmi sözde ‘doğu’nun kültürel sapkınlığı’ tehdidinden kurtulmak için
denenmiş ‘kültürel dönüştürme’ formülünü uygulamaya koymuştur. Hattâ Avrupa’lılar
bu dönemde daha da ileri giderek ırkçılık ve soykırım uygulamalarını yürürlüğe
sokmuşlardır”.
Dolayısıyla Avrupa ve Amerika 19. yüzyıla kadar hırsızlık ve
soykırımla, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, atom bombası merkezli soykırımla ve
ardından gelen sömürü ve hırsızlıkla uygarlığını sürdürmekte ve korumaktadır.
Dolayısı ile zenginliği gayr-ı meşrû bir şekilde başlamış ve gayr-ı meşrû bir
şekilde sürmektedir. Eğer siz de batı gibi zengin olmak istiyorsanız, aynen
onlar gibi hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti yapmanız gerekir. İnsanların
çoğunu fakirleştirmede zengin olamazsınız.
Rızkı
Allah verir. Rızkın garantisi Allah’tır. Birileri; “Allah rızkı çalışmadan verir
mi?” diyor. Evet verir. Allah, tabiat aracılığı ile bize çeşitli nîmetleri
bedâvaya, adâletli ve eşit bir şekilde sunuyor: “O, yeryüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan dağları yerleştirdi. Onda
bereketler yarattı. Ve onda, azıklarını dört-günde takdir edip düzenledi.
İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere” (Fussilet 10). Bir araştırmaya göre doğa, hiç
çalışılmasa bile kişi başına 800 dolar değer üretiyor. Yâni, yağmur yağıyor,
Güneş açıyor, ısı ve ışık oluşuyor, otlar-bitkiler büyüyor, hayvanlar
çoğalıyor, denizde balıklar vâr oluyor, madenler oluşuyor vs. Hem de bunlar
Allah tarafından garantilidir. Ne biter ne de eksilir. Hava bedâva, su bedâva,
ısı ve ışık bedâva, yenebilecek hayvanlar bedâva, bitkiler bedâva, barınma
yerleri (meselâ mağaralar) bedâva. Bize sâdece tutmak ve toplamak kalıyor. Bu
yüzden bir mü’min, “yarın ne olacağım” diye endişelen(e)mez/endişelenmemelidir.
En başta Allah’a güvenerek, çalışarak, paylaşarak, isrâf etmeyerek/dengeli
tüketerek ve rızkını arayarak, yaşamak için gerekli olan ihtiyâçlar
karşılanabilir. Zâten açlığın, yoksulluğun-fakirliğin asıl nedeni Dünyâ’daki
rızıkların yetersizliği değil, adâletsiz/eşitsiz bir gelir/değer dağılımıdır.
Sorun, zenginlerin fakirler üzerindeki sömürüsü ve zulmüdür.
İnsanlar
maddî bir Dünyâ’da maddî bir bedenle yaşadıkları için maddîyatın konusu olan
ekonomiden bağımsız olamazlar. Bu-yüzden de maddîyata ulaşmak için gerekli
işleri/çalışmaları yapmalıdırlar. Fakat buradaki esas sorun şudur ki; insanlar
gayretlerinin karşılığını tam olarak alamıyorlar. Zîrâ zenginler, işverenler ve
ücretleri belirleyenler, Allah’ın bedâvaya verdiği şeyleri, insanlara “asgarî
ücret” adı altında çalıştırarak veriyorlar. Hâlbuki asgarî ücreti Allah zâten
bedâvadan veriyor. O hâlde çalışanlar artı olarak çalışmalarının karşılığını da
almalıdırlar. Adâletsiz/eşitsiz bir gelir-dağılımı var. Bunun nedeni, Allah
tarafından ortaya konan İslâm sistemine rağmen, şeytan/tâğut-merkezli beşerî
sistem(ler)dir. Bu sistemleri yaşatanlar, kendi çıkarları için insanların büyük
çoğunluğunu fakir bırakanlardır. Fakirler de artık bu zulme alışmışlardır ve
herhangi bir eleştiri, îtirâz ve isyânları olmuyor. Bu zulüm ancak, fakirlerin, “yeter artık” deyip de eleştiri
ve îtirazda bulunacağı ve bu da kâr etmezse isyân edip ayaklanacağı zamâna
kadar devâm edecektir.
Yeryüzünün en derin uçurumu,
“zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.
Vel hâsıl kelam; bahsettiğimiz
oranda zengin olmak şirktir. Zîrâ zengin-ğaniy olan sâdece Allah’tır:
“Allah ise, Ğaniy
(hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz” (Muhammed 38).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir
Hârûn Görmüş
Eylül 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder