20 Ocak 2020 Pazartesi

Zenginler ve Fakirler




“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Modern dünyâda gayr-ı resmî olarak yürürlükte olan modern bir kader anlayışı vardır. Zenginler istediklerini alıp, yiyip-içip-giyip yaşayabilirken, fakirler tüm bunlardan mahrûm kalır yada bunlara geç ve sınırlı bir şekilde ulaşır. Üstelik bu durum hemen herkes tarafından da içselleştirilmiştir. “Adam zengin ise istediğini yiyip-içecek ama fakir ise istediğini yiyip-içemeyecek” düşüncesi çoğu kişi tarafından dile getirilmese bile içten-içe böyle bir kabûl vardır. Gerçi modernitenin içselleştirilmesi arttıkça bunu dile getirenler de artmaya başlamıştır. Fakat böyle bir söylem ve eylem, müslümanım diyenler için zinhar geçerli olamaz. Zîrâ İslâm’da böyle bir şey mümkün değildir. Bunu dile getiren Hz. Şuayb’a kavmi şöyle demişti:

“Mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?” (Hûd 87).

Evet; aynen öyledir. Bunu, İslâm’ın namazı-salâtı emrediyor ve şöyle diyor:

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Mülk, onu yaratan Allah’a âittir ve tüm mülk O’nundur (Lehûlmülk). O hâlde mülkün dağılımı ve paylaştırılması da O’nun dediği gibi olmak zorundadır. Allah’ın servet konusundaki hükümleri şu şekildedir:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“Ey îmân edenler!; gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele(Tevbe 34).

“Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

Bu âyetler servet konusunda müslümanı sınırlandırır. İslâm’ın servet hakkındaki hükmü, “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde işte bu âyetlerle idrâk edilebilir. Bu âyetlere göre bâriz bir şekilde “zengin” olmak mümkün değildir. Zîrâ zekât, sadaka, infâk, hayr ve paylaşma zorunluluğu buna engel olur. O hâlde bu âyetlere göre “aşırı zengin” olmak yada “sırıtan zenginlik” yasaktır. Bahsettiğimiz meşrû zenginlik ölçüsü ise: “Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7) âyetinde gösterilen, servetin tekelleşmesi ve zenginlerin insanlar üzerinde “kader belirleyici” konuma gelmemeleri oranındaki zenginliktir. Yoksa adam bir şey üretmek için bir atölye yada belli ve sınırlı bir büyüklükte fabrika kurup da üretim yapıyorsa ve kazancını hem işçileriyle hem de ihtiyaç sahipleriyle bölüşüyorsa ve kazancından kendisi de yararlanıyorsa bunda bir a-normâllik yoktur.

Kur’ân sınırı aşan zenginliğin karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır. Bu nedenle de zengin-fakir arasında uçurumun olmasını yasaklar. Bu bağlamda Allah, zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı olduğunu söylemiştir:

“Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı” (Zâriyât 19).

Daha ilk inen âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği ve dolayısı ile azacağı söylenir:

“Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir. Anlamı ise; “mal ve mülk edinerek azmak” mânâsındadır.

Sınırsız zengin olmanın önünde İslâmî bir engel görmeyen müslümanlara şunu soralım: Zekatımı verirsem Kârun gibi olabilir miyim?. Kârun gibi olmama engel bir şey var mı?. “Evet, olunabilir” denirse zâten artık ona söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat “hayır, olamazsın” deniyorsa, o zaman şunu sormamız gerekir: Peki sınır nedir?. Hangi sınırda durmam gerekir?. Sınırsız zenginliği savunanlar bu soruya tatmin edici bir cevap veremezler. Çünkü söyleyecekleri her-hangi bir sınırda durmama neden olacak bir sebep yoktur. O gösterdiği sınırda neden durayım?. Çünkü bir-önceki sınırda durmamıştım. Bir-önceki sınırda durmuyorsam bir-sonraki sınırda niye durayım?. Hattâ daha sonraki sınırlarda niye durayım?. Diyelim ki tüm Dünyâ benim, niçin yetineyim?. “Ay’a, Mars’a, diğer gezegenlere ve hattâ Güneş’e gözümü niçin dikmeyeyim?. Gözümü bütün kâinâta dikmeye başlarım. Bütün kâinât benim olsun isterim. İsteğimi niçin sınırlandırayım ki? Çünkü; “bir sınır yoksa hiç bir sınır yoktur”. Oysa İslâm’ın her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü şeytan dâima bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya, karıyı kocaya, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.

Meselâ bir evim-dâirem olabilir ve ihtiyâcımdır. Herkesin bir evi olmalıdır. Çocuklarım için de meselâ iki tâne çocuğum varsa onlara da birer dâire alabilirim. Fakat niçin 10 tâne dâirem olsun?. Bu meşrû mudur?. Çünkü on tâne dâirem olursa yüz tâne de olabilir ve bu bir sorun teşkil etmez; bin tâne, milyon tâne ve en nihâyet Dünyâ’daki tüm evler ve dâirelerin benim olmasında sorun olmaz. Dünyâ’da herkes benim kirâcım olabilir. Peki bu meşrû olur mu?. Çünkü eğer bir sınırım yoksa hiç-bir sınırım yoktur. Nerede duracağımı ve tatmin olacağımı bana kim, neye dayanarak ve ne hakla söyleyecektir ki eğer İslâm’ı yâni sınırı hesâba katmıyorsam. O hâlde sınırsızlık, İslâmsızlıktır.

Müslümanların içinde “âlim” bilinen kişiler de dâhil bir-çok kişi servet elde etmeyi meşrû olarak görüyorlar. Belli bir servetin olması “çark”ın dönmesi için tabî ki de gereklidir ve meşrûdur fakat sorun, bahsedilen servete bir ölçünün konmamasıdır. Dînî bilgiye sâhip olan bir müslümana “birden fazla evim olabilir mi” diye sorulduğunda, “tabî ki olabilir” diyor. “Peki 10 evim olabilir mi” sorusuna da “olabilir” cevâbını veriyorlar. O hâlde 100, 1.000, 10.000 evim de olabilir. Hattâ milyonlarca evim olabilir. Yada katrilyonlarca param olabilir modern müslümanlara göre. Nihâyet şöyle bir soruya gelinir: Dünyâ’daki evlerin %99’u benim olabilir ve tüm insanlar benim kirâcım olabilir mi?. Yada Dünyâ’daki paranın %99’u benim olabilir ve diğer tüm insanlar benim işçim daha doğrusu kölem olabilir mi?. Bu soruya ne cevap verilecek?. 100. eve sâhip olmada bir sorun yoksa, 100 milyonuncu eve sâhip olmada niye bir sorun olsun ki?. Ben niye kendime bir sınır koyayım?. Bir sınırdan bahsediliyorsa bu sınırı ne belirleyecek?. Neden 10.000 evle yetineyim?. Niye “o sınırda” durayım?. Bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur. O hâlde zekatımı yâni klâsik görüşe göre 1/40’ı verdiğimde Kârun gibi olabilir miyim?. Emin olun ki Kârun gibi kişiler mallarının 1/40’ını aslâ ver(e)mezler. Peki sınır olmadığını varsaydığımızda, Dünyâ’nın sâhibi olabilir miyim?. O kadar mal toplayabilir miyim?. Dünyâ’ya sâhip olduğumda neden gözümü Ay’a dikmeyeyim?. Sonra da diğer gezegenlere ve yıldızlara?. Hattâ tüm kâinâta?. Mal toplama hırsının bir sonu yoktur ve kanımca Allah’ın, kâinâtı “sınırları belli olmayacak şekilde” yaratması, insanların sınırlarını gördüklerini hedef edindiklerinden ve ona sâhip olmak isteyeceklerindendir.

Peygamberimiz’in: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” rivâyeti vardır. Yâni bir sınır koyar. Bu sınırı tabî ki de Kur’ân’ın: Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219) âyetinden ilhamla koyar.
  
Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni  (2019 yılı îtibârıyla) yaklaşık 40.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 3.250 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg. gümüş=40.000 TL). Bu 3.250 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 13.000 lira eder. Tabi bu üst sınırdır. Bundan fazlası 3 gün içinde infâk edilmelidir. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı belli bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda bahsettiğimiz aylık 13.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu âile 13.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler, zekât/sadaka/hayır anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Hattâ fazladır bile. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimiz’in dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek harcayabilir.

Zenginliğin değerlendirmesi, nereden bakıldığına göre değişir. Eğer “tek dünyâlı”ysanız ve bu dünyâda; en uzun, en kaliteli ve kesintisiz hazzı yaşamak istiyorsanız, belli bir seviyenin üstündeki zenginliğe ulaşmanız gerekir. Ama “iki dünyâlı”ysanız yâni âhiret bilinci ve îmânına da sâhipseniz, o zaman Dünyâ’dan da nasibinizi unutmadan âhiret-merkezli bir düşünce ve amel-eyleme sâhipsinizdir ve normâl bir geçim içinde yaşamaya râzı olursunuz. Zâten ancak bu şekilde “insanca” yaşayabilirsiniz. Aksi-hâlde hem cimrice, hem tereddüt içinde, hem de katı kâlpli olursunuz. Zîrâ fazla mal insanın kâlbini katılaştırır:

“Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. Muhakkak o, mal-sevgisinden dolayı çok katıdır (Âdiyat 6-8).

Evet; mal/servet, insanın kâlbini karartır ve onu katılaştırır. Halbuki mülk Allah’ındır. (Lehûlmülk). Mülkü kim yaratmışsa O’na âittir ki zâten en sonunda da O’na kalır. İnsanlık târihinde mülk kimsenin elinde kalıcı olmamıştır.

“Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur” (Tâ-hâ 6).

Zenginlik aslında kişinin rahat bir hayat sürmesini engeller. Zîrâ sürekli malını düşünür durur. Kafası hep malında ve malını korumayla-arttırmayla meşgûldür. Onu korumanın ve sürekli olarak arttırmanın hesabını yapmak zorundadır. Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile servetlerinde %1’lik bir azalmada bile paniğe kapılırlar ve bu zarardan kurtulmak için nice insana zulmederler ve hattâ Dünyâ’yı yakmayı bile göze alabilirler. Şeytan böyle kişileri servetten ve mallarından yakalamıştır:

“O, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır. ‘Hutame’nin ne olduğunu sana bildiren nedir?. Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir” (Hümeze 2-6).

Böyleleri kibir, gurûr, gösteriş ve “ne oldum delisi”dirler. Mülkün gerçek sâhibinin Allah olduğunu unutmuşlar ve mallarını arttırmaktan başka bir şey düşünemez hâle gelmişlerdir. Bu kişiler Allah karşısında kibre ve aşırı bir büyüklüğe kapılırlar. Kur’ân bu kişilere şöyle der:

“Yâ eyyühâ’l insânu mâ ğarreke birabbike’l kerîm”. “Ey insan!; bu kadar cömert olan Rabbine karşı seni bu kadar kibirli/gururlu kılıp aldatıp isyân ettiren nedir?” (İnfitâr 6).

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Târih boyunca peygamberlerin ilk ve en azılı düşmanları sermâye sâhibi zenginler olmuştur. Hz. Hûd, zenginlerin gösteriş için yaptığı yüksek binâları şu şekilde eleştirir:

“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).

Peygamberlerin içinde zengin olanı yoktur. Kişisel bir servete sâhip olanı yoktur. Çünkü İslâmî mücâdelede böyle bir şey olmaz. Peygamberlerin nübüvvetten önce bir zenginlikleri olsa bile zenginliklerini İslâmî mücâdele ile birlikte paylaşıp harcamışlardır. Peygamberimiz’in ve sahabenin örnekliğinde bu çok bâriz bir şekilde görülür.

Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdara isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır. “Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik istiyordu. Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak sevgisi yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak görüyordu:

“Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr) Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sad 32).

Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini, kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu söyleyip duranlara şunu söylüyoruz: Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir: “Ahbebtu hubbel Hayr”=”Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş.

Saraya ve gösterişe takılmaya gerek yok. Zâten Hz. Süleyman’ın sarayı, kendisinin de çok iyi bildiği gibi, kısa bir zaman sonra, tüm sarayların âkıbetine uğruyor ve yıkılıp gidiyor. Geriye ise “Allah için yapılan hayr” kalıyor. Gösteriş ebedî olamaz çünkü. Ebedî olan, gösteriş diyârı “cennet”tir. O ebedî gösteriş ve ihtişâm diyarı, muvahhid müslümanların hak ettiği ebedî cennette olacaktır Allah’ın izni ile. O hâlde Dünyâ’daki gösteriş, “cennete şirk koşmak” anlamına geliyor.

Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun) ipleri ellerine almışlar, ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi yönetiyorlar. Bir-kaç kişinin serveti tüm dünyâ insanlarının servetine eşit hâl geldi. Bir-kaç kişi servetlerini kat-kat arttırıyor diye, milyonlarca insan yoksulluk-fakirlik içinde yaşıyor. Bir-kaç kişinin zenginliği, milyonların fakirliğine neden oluyor. Hz. Ali: “Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır” der. Seyyid Kutup ise şöyle der: “Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzî etmek idi”.

Hz. Ömer’in öldürülmesinin nedeni buydu diyenler vardır. Hz. Ömer şehit edilmişti. Peki niçin?. Çünkü “zenginlerin fazla mallarını alıp, yoksullara vereceğim” diyordu. Bu söz zenginlerin hoşuna gitmedi. Suikast yoluyla şehit ettiler Hz. Ömer’i. Aslında bu, Hz. Ömer’den ziyâde “İslâm’ın şehit edilmesi” demekti.

Rivâyete göre Hz. Ali, devletin başına geçer-geçmez yürürlükteki aylık düzenini alt-üst ederek aylıkları denkleştirip önemli politikacılardan Osman bin Hanife’ye ayda üç dirhem verirken, aynı yerde eşinin özgürleştirilmiş kölesi de ayda üç dirhem maaş alıyordu.

Gayr-ı İslâmî târih boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler.

Allah insanlara zenginliği, “diğer insanlara göre ayrıcalıkları olsun” diye değil, “zenginlik, zenginler üzerinden paylaştırılsın” diye verir. Allah’ın sünnetullahı budur. Allah, nasıl ki vahyi, seçtiği peygamberler üzerinden insanlara yayıyorsa, malı da zenginlik verdikleri üzerinden yaymak ister. Vahiy nasıl ki nîmet ise zenginlik de nîmettir. Allah nasıl ki vahyi bir insan (peygamber) üzerinden yayıyorsa, nîmetlerinin de insan (zengin) üzerinden yayılmasını ister.

Modern hayâtın kışkırttığı “zenginlik özlemi”, kişinin “kişisel özellikleri”ni ve “özgünlüğü”nü baltalayıp yok ediyor. Zengin olma isteği bir bunalım durumu dürtüsüdür; fakirliğin bunalımı. Doğal olan bir zamandan fazla süren fakirlik ve zorluk durumunda insanlar zengin olmayı düşlemeye ve düşünmeye başlarlar doğal olarak.

Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu iki şeyi söyletir: “Bu bana Allah’ın bir hediyesidir”; “bu, aklımı çalıştırmamın karşılığıdır”.

Târih boyunca hemen her zaman zenginlere “zengin fıkhı” uygulanmıştır. Demokrasi bir “zengin fıkhı”dır. Zenginlerin ortaya çıkardığı bir sistemdir. Böylece halkın isyânından kurtulmuşlardır. Zîrâ kendi belirledikleri adayları insanlara dayatarak, “siz seçtiniz” diyerek halkı sustururlar.

Demokrasi bir “fırsat eşitsizliği”dir. Gariban hiç-bir zaman zenginler gibi o fırsatı yakalayamaz. Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise aleyhinedir. Oy vermek, mevcut ideolojinin ve durumun sürmesini istemek bağlamında; “zengin daha da zengin olsun”, “gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir. Parlamenter-demokratik sistemlerde yasaları, toplumun en ehliyet ve liyâkat sâhibi olanları değil; en “uyanık-kurnaz” olanları ve en zenginleri yapar. Zenginlerin daha zengin, garibanın daha gariban kalmasının ve pastadan daha fazla pay alamamasının tek yolu, demokrasi ve beşerî sistemlerdir.

Kapitâlizm, herkesin kazanması için, zenginlerin (üsttekilerin) çok-çok daha fazla kazanması gerektiğini söyleyen zâlim bir sistemdir. Kapitâlizmin “tuzak” sözlerinden biri de şudur: “Zenginin kârı senin de kârındır”. Birileri, çoğunluğu oluşturan garibanlar yerinde sayarken yada gerilerken, zenginlerin servetlerinin artmasını “ülkenin zenginleşip gelişmesi” zannediyor. Zenginlerin servetlerini katlamaları, garibanların da zenginleşmeleri demek değildir. Gariban her zaman yerinde sayar yada daha kötüsü geriye doğru gider.

Sömürmeyen zenginleşemez. Çok zengin olmanın yolu, birilerinin ölmesi yada ezilmesinden geçer. Birileri sizin için ölmedikçe yada ezilmedikçe zengin olamazsınız.

Toplumsal bozulma (ifsâd) ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar. Oradan da genele yayılır.

En zengin ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir.

İnsanlık târihi, zenginlerin, “çıkarlarını koruma” târihidir. İslâm kânunları olmadığında yasalar, “zenginleri koruma kânunları”na döner. İslâm; “zenginden alıp fakire vermeyi (zekât)” esas alırken; kapitâlizm; “fakirden alıp zengine vermeyi” esas alır.

Fakirlik, “uygun eşyâ ve gıdâdan mahrûm olmak” demektir.

18. yüzyıla kadar batı ve Avrupa, doğu’yu tâkip ve taklit ediyor ve her-şeyi oradan alıyordu. Fakat doğu’nun ürettiklerini almak için vereceği çok da bir şey yoktu. Çünkü Avrupa’da ne vardı ki?. Avrupa, doğu’nun ürünlerini almak için altın ve gümüş veriyordu. Fakat gerekli altın ve gümüş de yeterli değildi. İşte Avrupa’lılar bu gümüş ve altını Amerika’da yaşayan Kızılderililer’i ve Afrika’yı sömürerek ve oralardan çalarak yâni hırsızlık yaparak sağladılar. Hem altın-gümüş hem de hammadde ve insan-gücü hırsızlığı yaptılar. Bunu hâlen de yapıyorlar. Böylece doğu’nun ürünlerini aldılar ve sonra da bu üretimleri taklit edip geliştirdiler ve ilerlettiler. Fakat bir sorun daha vardı. “Sanâyi devrimi” dedikleri ve 19. yüzyılda başlayan yoğun üretimi yapmak için bir zulüm daha yapmaları gerekiyordu. Fabrikalarında çalıştıracak, hem de bedâvaya çalıştıracak işçi lâzımdı. İşte bunu da Afrika’dan köleleştirmeyle sağladılar. Öyle ki, 7 senede bir köleleri değiştirmek gerekiyordu. Çünkü köleler ağır çalışma ve yaşama şartları altında 7 yıldan daha fazla yaşayamıyorlardı. İşte Avrupa ve batı böyle zenginleşti. Garibanı ve fakirleri sömürmeden zenginleşme falan olmaz. O yüzden İslâm’da zenginlik çok da olası değildir yada sınırlıdır. Çünkü İslâm’da zulmetmek yoktur. Zîrâ insanlar arasında fark yoktur ki biri diğerini sömürebilsin. Peki Avrupa’lılar bu hırsızlığı ve zulmü daha önce niye yapmamışlardı da Rönesans, Aydınlanma, Protestanlık ve Sanâyileşme’den sonra yaptılar?. Çünkü artık onları “tutacak” ve engelleyecek bir şey kalmamıştı. Zîrâ dinden vazgeçtiler. Allah korkusundan vazgeçtiler ve sekülerleştiler. “Bırakınız yapsınlar” demek “ne pahasına olursa-olsun yapmak” anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın sömürülmesine ve zulme mâruz kalması pahasına bunu yaptılar. Çünkü artık dinden ve Allah’tan vazgeçtiler. Onlara sınır koyacak ve korkutacak bir şey kalmamıştı. Demek ki zengin olmak için birilerinin omzuna çıkmak ve birilerini ezmek gereklidir. Tabi bunun için de zâlim olmak gerekir. İnsanın zâlim olması için Allah korkusunun olmaması ve dînin onu engellememesi gerekir.

İnsanlar ama daha çok zenginler, Bakara 219’da söylenen “ihtiyaç fazlası”nı vermeyi yapmayıp ve infâk edemeyip paranın tâkibini yapmakla ömrünü geçiriyor. Oysa ihtiyaç fazlasını infâk etseler, o paranın tâkibini Allah yapar.

Avrupa; Amerika’lı kızılderilileri ve Afrika’lı köleleri sömürmek üzerinden bir “Avrupa’lı” düşüncesi geliştirdi ki, bu kimlik, “zengin ve bilgili Avrupa’lı”ya karşı, “fâkir ve câhil Amerika’lı ve Afrika’lı” olarak ortaya kondu. İşte o zamandan bêri Avrupa’lı batı’lılar bunu sürdürmekte ve zenginliklerini bu yolla sürdürmekte ve korumaktadırlar. Avrupa’lı batı’lılar kendilerinden başkaları için kompleks oluşturdular ki “Avrupa’lılara karşı koyamama” durumu buradan kaynaklanır. John M. Hobson bu konuda şöyle der:

“15. yüzyıldan sonra Avrupa kendini 500’lerden bu yana ilk kez pagan vahşîler olarak nitelediği kara Afrika’lılara ve Amerikan yerlilerine karşı üstün bir güç olarak kabûl ettirdiğini hissetmiştir. Avrupa-merkezcilik de -aslında hristiyan görüşleri arasındaki farklılıklara dayanmış olsa da- ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, Avrupa’lıların kendine-özgü ahlâkî bir adâlet sistemi oluşturmaları, Amerikan kaynaklarını emperyâl güçlere tahsis etmeleri, Amerika’lı ve Afrika’lı yerlileri inanılmaz derecede sömürmeleri sonuçlarını doğurmuştur. Sonuç olarak altın ve gümüş kaynaklarından Avrupa’ya aktarılan finansman yoluyla hem kıtanın Asya ile ticâretinden doğan açıklar kapatılmış, hem de küresel ticârette yer alması sağlanmıştır. Batı Avrupa aynı-zamanda Doğu Avrupa ve Osmanlı Türkleri ile arasındaki uygarlık farkını ortaya koymak sûretiyle kendini ‘gelişmiş’ diğerlerini ise ‘barbar’ olarak nitelendirmeye başlamıştır.

Bunun yanında Doğu Avrupa’lıları ‘alt sınıf vatandaş’ olarak görmek sûretiyle onların toprak, iş-gücü ve piyasalarını sömürmeyi doğal ve meşrû karşılayan Batı Avrupa’nın durumu aslında kendi içinde de çelişmektedir. Batı, doğu’yu hammadde deposu yerine koymak sûretiyle sanâyi için gerekli olan her-şeyi buradan sömürme yoluyla elde etmesidir. Bunun yanında batı, pek-çok doğu ekonomisinin ‘gelişmesini engellemek’ yoluyla dünyâ piyasalarında kendi egemenliğini îlân etmiştir. Sonuç îtibâriyle batı emperyâlizmi sözde ‘doğu’nun kültürel sapkınlığı’ tehdidinden kurtulmak için denenmiş ‘kültürel dönüştürme’ formülünü uygulamaya koymuştur. Hattâ Avrupa’lılar bu dönemde daha da ileri giderek ırkçılık ve soykırım uygulamalarını yürürlüğe sokmuşlardır”.

Dolayısıyla Avrupa ve Amerika 19. yüzyıla kadar hırsızlık ve soykırımla, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, atom bombası merkezli soykırımla ve ardından gelen sömürü ve hırsızlıkla uygarlığını sürdürmekte ve korumaktadır. Dolayısı ile zenginliği gayr-ı meşrû bir şekilde başlamış ve gayr-ı meşrû bir şekilde sürmektedir. Eğer siz de batı gibi zengin olmak istiyorsanız, aynen onlar gibi hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti yapmanız gerekir. İnsanların çoğunu fakirleştirmede zengin olamazsınız.

Rızkı Allah verir. Rızkın garantisi Allah’tır. Birileri; “Allah rızkı çalışmadan verir mi?” diyor. Evet verir. Allah, tabiat aracılığı ile bize çeşitli nîmetleri bedâvaya, adâletli ve eşit bir şekilde sunuyor: “O, yeryüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan dağları yerleştirdi. Onda bereketler yarattı. Ve onda, azıklarını dört-günde takdir edip düzenledi. İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere” (Fussilet 10). Bir araştırmaya göre doğa, hiç çalışılmasa bile kişi başına 800 dolar değer üretiyor. Yâni, yağmur yağıyor, Güneş açıyor, ısı ve ışık oluşuyor, otlar-bitkiler büyüyor, hayvanlar çoğalıyor, denizde balıklar vâr oluyor, madenler oluşuyor vs. Hem de bunlar Allah tarafından garantilidir. Ne biter ne de eksilir. Hava bedâva, su bedâva, ısı ve ışık bedâva, yenebilecek hayvanlar bedâva, bitkiler bedâva, barınma yerleri (meselâ mağaralar) bedâva. Bize sâdece tutmak ve toplamak kalıyor. Bu yüzden bir mü’min, “yarın ne olacağım” diye endişelen(e)mez/endişelenmemelidir. En başta Allah’a güvenerek, çalışarak, paylaşarak, isrâf etmeyerek/dengeli tüketerek ve rızkını arayarak, yaşamak için gerekli olan ihtiyâçlar karşılanabilir. Zâten açlığın, yoksulluğun-fakirliğin asıl nedeni Dünyâ’daki rızıkların yetersizliği değil, adâletsiz/eşitsiz bir gelir/değer dağılımıdır. Sorun, zenginlerin fakirler üzerindeki sömürüsü ve zulmüdür.

İnsanlar maddî bir Dünyâ’da maddî bir bedenle yaşadıkları için maddîyatın konusu olan ekonomiden bağımsız olamazlar. Bu-yüzden de maddîyata ulaşmak için gerekli işleri/çalışmaları yapmalıdırlar. Fakat buradaki esas sorun şudur ki; insanlar gayretlerinin karşılığını tam olarak alamıyorlar. Zîrâ zenginler, işverenler ve ücretleri belirleyenler, Allah’ın bedâvaya verdiği şeyleri, insanlara “asgarî ücret” adı altında çalıştırarak veriyorlar. Hâlbuki asgarî ücreti Allah zâten bedâvadan veriyor. O hâlde çalışanlar artı olarak çalışmalarının karşılığını da almalıdırlar. Adâletsiz/eşitsiz bir gelir-dağılımı var. Bunun nedeni, Allah tarafından ortaya konan İslâm sistemine rağmen, şeytan/tâğut-merkezli beşerî sistem(ler)dir. Bu sistemleri yaşatanlar, kendi çıkarları için insanların büyük çoğunluğunu fakir bırakanlardır. Fakirler de artık bu zulme alışmışlardır ve herhangi bir eleştiri, îtirâz ve isyânları olmuyor. Bu zulüm ancak, fakirlerin, “yeter artık” deyip de eleştiri ve îtirazda bulunacağı ve bu da kâr etmezse isyân edip ayaklanacağı zamâna kadar devâm edecektir.

Yeryüzünün en derin uçurumu, “zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.

Vel hâsıl kelam; bahsettiğimiz oranda zengin olmak şirktir. Zîrâ zengin-ğaniy olan sâdece Allah’tır:

“Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz” (Muhammed 38).

En doğrusunu sâdece Allah bilir

Hârûn Görmüş
Eylül 2019



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder