Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener
ruşdu minel gayy, fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke
bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
“Dinde ikrah
(çirkinlik-iğrençlik-baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan
apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (tâğuta küfredip) Allah’a inanırsa, o, sapasağlam
bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir”
(Bakara 256).
Kerih-İkrah kelimesi TDK
sözlüğünde; “Tiksindirici”, “iğrenç”, “tiksinme”, “iğrenme” anlamındadır.
Lûgatta ise; “İğrenmek”, “tiksinmek,” “bir işi istemeyerek yapmak”, “birine
zorla iş yaptırmak veyâ muâmele yapmak” anlamındadır.
Seyyid Kutup bu âyetin
tefsirinde şöyle der:
“Bu din,
insan mantığının karşısına, inanmaya mecbur edici olağan-üstü olaylarla bile
çıkmaktan kaçındığına göre, onun karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan,
muhâtaplarına açıklama yapmaksızın, onları inandırmaksızın, iknâ olmalarını
sağlamaksızın tehdit, baskı ve zorlama yolu ile kendini kabûl ettirmekten
elbette kaçınacaktır”.
Bu âyetin çevirisinde “ikrah”
kelimesine; pislik, çirkinlik, iğrençlik anlamı değil de; hatâlı olarak ve
modernizm ile uyumlu bir şekilde “zorlama” anlamı veriliyor ve sanki İslâm
dîninin uzak-doğu “ahlâk dinleri” gibi yada hristiyanlığın “ne yapsan serbest”
düşüncesini ve modern liberâl ideolojilerle uyumlu bir anlamı varmış gibi
yansıtılmaktadır. Hâlbuki âyet, “dinde bir iğrençlik, çirkinlik yoktur, çünkü
hak ile bâtıl, doğruluk ile sapıklık bir-birinden ayrılmıştır” anlamındadır. Bu
anlam; “bu din liberâl bir dindir, istediğin gibi yaşa, ne desen öyledir, ne
yapsan yerindedir” mânâsı vermez. Zîrâ hakkı bâtıldan ayırmak için, bir şeyi
pisliğinden temizlemek için yoğun bir gayret ve emek gerekir. Bu da “zorluk”
demektir. Çünkü bu iş o kadar kolay değildir ve nice zorlukları vardır. O hâlde
âyetin vermek istediği idrâk, henüz İslâm’a girmemiş olana; “bu dinde, dış
odakların gösterdiği gibi; şeytan’ın fısıldadığı gibi; câhillerin anlattığı
gibi bir çirkinlik, anti-pati ve pislik yoktur, bu din ‘zulüm dîni’ değildir”
vs. şeklindedir ve tebliğin bu şekilde yapılmasını, fakat kişinin çeşitli
şekillerde zorlanarak İslâm’a sokulmasının yanlış ve günah olduğunu
bildiriliyor.
Tabi bu din bir “relâks olma
dîni” değildir; “her türlü zorluktan kötülükten uzak durma dîni” değildir.
Hiç-bir müslüman, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde inim-inim inleyen insanlar ve
müslüman kardeşleri bulunurken ve de kendisinden; ciğerinden sökülen bir
feryatla yardım isteyenler varken umursamaz bir davranışla bunları göz-ardı
edemez ve şöyle diyemez: “Dinde zorluk yoktur, bu nedenle böyle bir zorluğu
göze alamam”. Sürekli mutlu, sürekli keyif hâlinde yaşanılacak bir yer (Dünyâ)
değildir burası. Böyle bir yaşamanın Dünyâ’da karşılığı yoktur. Zâten bir
âyette de: “Demek ki, gerçekten zorlukla berâber kolaylık vardır” (İnşirah 5)
denilerek zımnen bir zorluğun olacağından bahsedilir.
“Medîne Vesîkası İslâm’ın
ilk anayasasıdır” deniyor. Fakat mâlûmdur ki, Vesîka imzâlandığında, vahyin nüzûlü
henüz tamamlanmamış ve mesela ehl-i kitabın cizye ile mükellef tutulması
âyetleri henüz nâzil olmamıştı. Yâni İslâm hem vahiy olarak tamamlanmamıştı,
hem de İslâm “ayrı bir toplum ve devlet olarak” ayrılmasına rağmen en azından
Arap yarım-adasına henüz hâkim değildi. O hâlde Vesîka, yine Allah’ın ve
Peygamber’in hâkimiyetinde olacak bir yönetim kabûl edilerek hazırlanmış ve
belli bir süre boyunca uygulanmış bir anlaşmadır. Burada unutulmaması gereken
en önemli mesele, Vesîka’nın, Allah ve Peygamber’in son karârı vereceği bir
anlaşma olmasıdır ki Peygamber elbette İslâm’ın ve peygamberliğin bir şartı
olarak verilecek olan son karârı vahye göre yada vahiy-merkezli vermek
zorundadır. Zâten tüm taraflar bu şartın altına imzâ atmıştır:
Madde 23: “Üzerinde ihtilâfa
düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”.
İşte bu şart, Vesîka’nın,
İslâm-merkezli yada en azından İslâm’a aykırılık içermeyen bir metin olduğunun
delîlidir.
Farklı inanış ve kültürdeki
toplumların bir-arada yaşaması ancak “İslâm’ın hâkimiyetinde” mümkün olabilir. Çünkü
gayri İslâmî yönetimlerin yapısı buna müsâit değildir. O hâlde vesîka, “İslâm’ın
Medîne’deki hâkimiyeti” anlamına gelir ki Peygamberimiz zâten bu şartla Medîne’ye
hicreti kabûl etmişti.
Vesîkanın son zamanlarda çok
fazla gündeme getirilmesinin nedeni, modernitenin ağır kuşatması ve
-müslümanların büyük bir bölümü de dâhil- insanların büyük çoğunluğunun
demokrasiyi dinleştirmesi nedeniyledir. Hiç-bir yaraya merhem olamadıktan başka
nice zulümlerin altına imzâ atmış olan demokrasinin insanlar tarafından “din”
edilmesi, İslâm’ın aslâ onaylamadığı demokrasiyi Vesîka üzerinden güyâ
meşrûlaştırma girişimidir. En nihâyetinde böyle bir araştırma ve tartışma,
İslâm’ın yada müslümanların an îtibârıyla Dünyâ’ya hâkim olmayışı nedeniyledir.
Çünkü İslâm 1.000 yıl boyunca Dünyâ’da hâkim iken ve gayr-i müslimler İslâm’ın
hâkimiyetinde kendi dinlerine, inanışlarına ve kültürlerine göre mutlu-mesut
yaşayabilirken zâten böyle bir konu gündeme gelmiyordu ve Vesîka tartışılmıyordu.
Medîne Vesîkası “ortak payda”
üzerinden değil, İslâm üzerinden yapılan bir sözleşmeydi. 23. maddede: “Üzerinde
ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”
denir. Zâten 42. madde de: “Bu sâhifede (yazıda) gösterilen kimseler arasında
zuhûrundan korkulan bütün öldürme yâhut münazaa vâkâlarını Allah’a ve
Resûlullah Muhammed (s.a.v.)’e götürmeleri gerekir. Allah, sâhifeye (yazıya) en
kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle berâberdir” denir. Bu maddeden anlaşılan
şey, tarafların Allah’ın varlığına inandıkları gibi, Hz. Muhammed’in resûllüğünü
kabûl ettikleridir. Zâten Peygamberimiz, Medîne’liler tarafından, Evs ve Hazrec
arasındaki savaşı bitirecek ve Medîne’ye düzen getirecek bir kişi olarak
görüldüğü ve kendisinin lîderliğinde kurulacak bir devlet” şartıyla hicreti
kabûl ederek Medîne’ye gelmişti ki zâten Medîne’lilerin büyük bir bölümü de
müslümanlığı kabûl etmişti. Müslümanların da Medîne’ye hicreti ile birlikte
güçlü bir toplum olan müslümanlar, Vesîka’yı, İslâm’a uygun yada vahye aykırı
olmayacak şartlarda hazırlamış ve kabûl etmişti. Ali Bulaç Vesika hakkında
ilginç bir biçimde şunları söyler:
“42.
Madde’de ‘zuhûrundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesi’ni
öngören hüküm, gerek Kur’ân’dan gerekse hadis ve siyer kaynaklarından
anlaşıldığı kadarıyla, yahudi ve müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha
önce de değindiğimiz nedenlerle, Medîne’deki kaotik durum, kabîleler arasındaki
karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları
çözemedikleri zaman, dâvâyı bir ‘üst-yargı makâmı’na götürmek üzere kendi
aralarında anlaşıyorlar. Bu üst-yargı makâmı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve
Medîne dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’ân, Peygamber’e eğer isterse
onların dâvâlarına bakabileceği yetkisini veriyordu: (Mâide 42). Bunun üzerine
Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve
önce şunu sordu: “-Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’ân’a göre mi,
yoksa Tevrat’a göre mi?.
Bu düzenlemede
Peygamber, bir ‘hâkim’ değil, bir ‘hakem’ konumundaydı. Eklemek lâzım ki, gayri
müslimlerin dâvâlarına bakma veyâ onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla
baş-başa bırakma teâmülü o günden bâri zımmî hukûkun bir parçası olmuş, bu
uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür”.
Bu sözler elbette “paralel
etki”lerin ve “Ilımlı İslâm, hoşgörü ve demokrasi” düşüncesi bağlamında
söylenmiş sözlerdir. Medîne Vesîka’sı aslâ “vahyin üzerinde” değildir ve müslümanlar
zâten böyle bir şeyi aslâ kabûl edemezler. Ayrıca Peygamberimiz de aslâ “tarafsız”
değildir ve İslâm tarafındadır ve bu merkezde olmayan yâni İslâm’dan ve
Kur’ân’dan bağımsız bir anlaşma yapması düşünülemez. Bu zâten vahye de aykırıdır:
“Eğer
o, bize karşı bâzı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini
(bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. Sonra onun can-damarını elbette
keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden
engelleyip-uzaklaştıramazdı” (Hâkka
44-47).
Bu âyete göre Peygamberimiz,
şahsî olmayan konularda İslâm’a aykırı olan bir şeye imzâ at(a)mayacağı gibi,
vahiy-merkezli olmayan anlaşmalara da imzâ at(a)maz.
Medîne Vesîkası müslümanların
güçlü ve sayısal olarak kalabalık olduğu bir dönemde imzâlanmıştır. Bu bize;
“güçlü ve hâkim durumda iken anlaşmalar yapabilirsiniz” mesajını verir. Zîrâ
aksi-hâlde İslâm’a aykırı olan maddelere imzâ atmak mecbûriyeti ortaya çıkar.
Fakat bir güç olunmuşken böyle maddelere imzâ atmak zorunda olunmayacaktır. Bu
nedenle İslâm ve müslümanlar, bâtılın hâkimiyetinde olan “bir-arada yaşama
modeli” anlaşmasını kabûl edemezler. Böyle bir anlaşmaya yanaşamazlar.
Medîne Vesîkası aynı-zamanda,
İslâm’ın hâkimiyetinde, hiç kimsenin müslüman olmaya zorlanmayacağı, gayr-i
müslimlerin, kendi dinlerine ve kültürlerine göre yaşama hakkı olduğu örneği de
sergilenir ki bu 1.300 yıl boyunca böyle devâm etmiştir.
İnsanlara zorla din dayatılamaz
tabî ki. Fakat “evrensel doğrular” ve “evrensel yanlışlar-suçlar” bağlamında dayatmalar
tabî ki yapılabilir ki, Medîne’de de yapılmıştır. Yâni İslâm’ın hâkimiyetindeki
gayri müslim toplumlara da, bir öldürme, yaralama yada çalma durumlarında
İslâm-merkezli olarak “kısas” uygulanmıştır. Hâkim unsurun İslâm olması İslâm
ve müslümanlar açısından zorunludur.
Medîne Vesîka’sı demokrasiyi
değil şûrâyı öne çıkarır. Demokraside kararlar -sözde- insanların ortak
karârına göre verilirken, şûrâda ise İslâm’a göre verilir. Meselâ tüm insanlar
içkiyi serbest bırakacak bir görüşe varsa bile içki, şûrâ yâni İslâm’a göre
yine de haram ve günahtır. Oysa demokrasilerde insanlar Allah’ın yasakladığı
şeyi “çoğunluğun görüşünü kabûl ederek” ve çoğunluğun oyuyla serbest bırakabiliyor.
İşte Peygamberimiz’in ve müslümanların bunu kabûl etmesi zinhar mümkün değildir
ve zâten İslâm bu zihniyeti yıkmaya gelmiştir. Bu nedenle Vesîka, herhangi bir anlaşmazlıkta
meseleyi sözleşmenin ortaklarının akıllarına göre değil, Allah’a ve Peygamber’e
yâni vahye göre çözmeyi şart koşar: Madde 23: “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz
herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”. Bu madde, “herhangi
bir ihtilafta karârı İslâm verecektir” demektir.
Medîne Sözleşmesi sürdürülemedi
ve zâten sürdürülemezdi de. Çünkü şirk koşanlar ve zulüm ortaya koyanların,
böyle âdil bir anlaşmayı kabûl etse bile uzun müddet sürdürebilmesi mümkün
değildi. Peygamberimiz sözleşmeye sonuna kadar riâyet etti ama karşı taraf
sözleşmeyi bozdu. Vesîka’nın bozmasının nedeni, birilerinin çıkarlarının
bozulmasıydı ve bu yüzden Mekke müşriklerine yardımcı oldular, savaşta onlardan
taraf oldular yada onlara alan açacak şeyler yaptılar. Peygamberimiz de bunun
cezâsını ağır bir şekilde verdi ve onları aşağılanmış bir şekilde Medîne’den
kovdu.
İslâm zâten yahudilik ve
hristiyanlık tahrif ve tahrip olduğu için gönderilmiştir. Küfre, şirke ve zulme
düşmüşlerdi ve peygamberlerini (Üzeyr, Îsâ) “Allah’ın oğlu” olarak kabûl
ediyorlardı. Hâlâ bâzı uygulamaları İslâm’a uygundu ama bu şekliyle bir
örneklik ve rehberlik yapamayacakları ve dolayısı ile hayâta hâkim
olamayacakları için Allah yeni bir Peygamber ve vahiy göndermiş ve diğer tüm
dinleri ve uygulamaları da İslâm’ın hâkimiyeti altına almıştır ki Medîne
Vesîkası bunun ilk örneğidir.
Medîne Sözleşmesi anti-milliyetçi
bir sözleşmedir. Ümmetti öne çıkarır. İslâm böylelikle ehl-i kitabı ve diğer
toplumları bir-arada tutar. Zâten bunu İslâm’dan ve ümmetçilikten başka bir şey
sağlayamaz. Fakat İslâm vahiy konusunda tâvizsizdir ve bu nedenle de İslâm
aleyhine bir uzlaşmaya girmez. Bu yüzden de Vesîka’nın ortakları her konuda
serbest değillerdi. Özerktiler sâdece ve hattâ İslâm’ın temel yasakları noktasında
da yine İslâm’a göre muâmele göreceklerdi. Yahudiler ve hristiyanlar her alanda
meselâ kamusal alanda mutlak olarak serbest değillerdi. Kendi aralarındaki
sosyâl-kültürel işlerde, ibâdet ve âdet (evlenme-boşanma, düğün-dernek
konularında) vs. gibi konularda tabî ki kendi dinlerine göre yaşayabilirlerdi
fakat netîcede Vesîka İslâm’a dayandığı için, toplumu ilgilendiren konularda
İslâm’a aykırılığa izin verilemezdi.
Medîne Vesîkası’na bakarak günümüz
için bâzı örneklikler bulabiliriz fakat Medîne Vesîkası büyük ölçüde “târihsel”
kalmıştır. Zîrâ sürdürülememiştir. Çünkü meselâ “ehl-i zimmet” hükmü vardır, cizye
vardır ve diğer kurallar vardır. Tabi hâlâ günümüze örneklik edecek önemde
maddeleri de vardır. Lâkin Medîne Vesîkası sanki Peygamberimiz’in vefâtına
kadar yürürlükte kalmış ve Kur’ân da “bu vesîkaya kayıtsız-şartsız uyun” diye
bir emir vermiş gibi, Vesîka’nın aynen modern zamanlarda da uygulanmasını
isteyen demokratlar var. Vesîka’nın önemi, müslümanların müslüman olmayan
toplumlara da kendi dinlerini ve kültürlerini uygulama hakkını veren bir din
olduğunu göstermesidir. Yoksa söz-konusu olan şey “ortak akıl”, “çokluk” ve
“çoğunluk” düşüncesine göre hareket etmek değildir. Zâten 23. madde de ortadadır.
Vesîka’nın konusu, “anlaşılamayan toplumsal bir konuda meselenin Allah’a ve
Peygamber’e getirilmesi yâni İslâm’a göre hüküm verilmesi ve “tarafların,
hiç-bir baskıya mâruz kalmadan, kendi içlerinde dinlerine-kültürlerine vs. göre
serbestçe hareket edebilmeleri ve bir dış-baskı ve saldırıya karşı ortak
hareket ve güç kullanılması”dır.
Vesîka’dan anlaşılacak olan
şudur. Her zaman farklı inanış ve yaşayışta toplumlar olacaktır ve bu toplumlar
kendi dinlerine-kültürlerine göre yaşamak isteyeceklerdir. Çünkü onlar da insandır.
Onların da bir düşünceleri, inanışları, âdetleri, onur ve haysiyetleri vardır.
Serbestçe yaşama hakları vardır ve bu yaşamda kendi inançlarına ve kültürlerine
göre yaşamaları normâl ve doğru olacaktır. Yine insan “seçebilen” bir varlıktır
ve bu seçimi müslüman olmayanların da yapma hakkı vardır. Bu hak, İslâm’ın temel
şartlarına aykırı olmayacak şekilde tüm zamanlarda sağlanabilir. Yoksa “mutlak
bir serbestlik” mümkün değildir. Mutlak serbestliği gayr-i İslâmî sistemler
bile vermiyor ki tek hak din ve sistem olan İslâm versin. Gayr-i İslâmî
toplumlar İslâm’ın hâkimiyetinde dinlerine ve kültürlerine göre yaşabilirler
ama ahlâka uygun olmayan durumlara, kötülüklere, sapıklıklara, şirke, küfre ve
zulme göz yumulamaz. Bunlar sîneye çekilemez. Çünkü müslümanlar tüm zamanlarda
ve mekânlarda İslâm’ın temel mesajlarını ve hükümlerini uygulamakla
mükelleftirler. Bu nedenle aşırılığa aslâ müsâde etmeyeceklerdir.
Moderniteye ve demokrasiye
râm olmuş olanlar, Medîne Vesîkası’nı göstererek demokrasiyi ve de lâik-seküler-kapitâlist-liberâl
sistemi meşrûlaştırmaya çalışıyorlar. Oysa
şu-anda müslümanlar baskı altındadır ve İslâm’ı kamusal ve sosyâl hayatta “vahiy-merkezli
olarak” yaşayamıyorlar. Haramlardan uzak kalacak ve helâle yönelik yaşayacak
ortamdan yoksunlar. Sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî hayattan uzak
tutuluyorlar. Tâviz vermeden yada vahyin bir kısmından vazgeçmeden hayâta
alınmıyorlar. Medîne Vesîkası’nı savunanlar bunu da hesâba katmalıdırlar.
Hak-bâtıl ayrımı yapmadan
birlikte yaşamak ancak fitne ve fesad ortaya çıkarır. Aynen günümüzde olduğu
gibi. O hâlde hakkı temsil eden bir bağlam olacaktır ki bu bağlam elbette İslâm’dır.
Medîne Vesîkası’ndan “çokluk”,
“çoğulculuk” ve bu bağlamda demokrasi ve lâiklik düşüncesi ve uygulaması aslâ
çıkmaz. Zîrâ Vesîka’nın 23. ve 46. maddeleri
ortadadır. Müslümanlar tüm zamanlarda benzer bir uygulamayı ancak, İslâm hayâta
yada topluma hâkimken yâni İslâm iktidardayken yapabilirler.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder