28 Ocak 2020 Salı

Hakîkati Modernite İçinde Aramak


  

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

İnsanlık târihi, “bâtılın ‘hakîkat’ diye gösterilmesi ve mü’minlerin buna karşı çıkması”nın târihidir. Târih boyunca kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret etmişler ve onları “aşırılık”la yaftalamışlardır. Zîrâ hakîkati hatırlatmak “sorumluluğu hatırlatmak” demektir. Sorumluluğun duruma göre çok ağır bedelleri de olabileceğinden dolayı, nefsini merkeze almış olanlar için hakîkatten bahsedilmesi bile çok rahatsız edicidir. Çünkü yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.

Modernite ile birlikte hakîkatin imaja kurbân edildiği bir dünyâda yaşıyoruz. İmaj ne kadar parlak ve çekici ise onu o kadar hakîkat zannediyoruz. Görüntüye tav oluyoruz çünkü. Modernite zâten bir “görüntü uygarlığı”dır. Görüntüyü ve görüneni ideâlize eder. Fakat hakîkat “görünür” olmak zorunda değildir. Hattâ hakîkatin çıkış noktası gayb yâni “görünür olmayan”dır. Yunan-batı aklı, hakîkati “gözlemlenebilir olan”a indirgemiştir. Bu yüzden göremediğini ve gözlemleyemediğini inkâr eder. Tabi bu, “hakîkati inkâr etmek” anlamına gelir. Sonunda da görünür olan yâni maddî olan “hakîkat” olarak algılanmaya başlanır. Böylece hakîkat ters-yüz edilmiş olur ve bâtıl, hakîkat olarak görülüp kabûl edilir. Bu, “hakîkatin parçalanması” ve “bâtıllaştırılması” demektir.

Yaratılmış olan her-şey hakîkattir fakat “mutlak hakîkat” değildir. Mutlak hakîkat “gaye” olandır. Çünkü görünür olan yok olmaya mahkûmdur. Ne ki görünürdür, o mutlak değildir. Zîrâ görünür olan bir gün gelir “görünmez” olmaya yâni yok olmaya başlar. Zîrâ görünür olan, yok olmaya mahkûmdur.

Hakîkat “mutlak hakîkat”tir. Yarım-yamalak hakîkat olmaz. O yüzden hakîkat Mutlak Olan’dan gelmek zorundadır. “Mutlak olmayan”dan gelen mutlak olmaz. Mutlak olmayınca hakîkat de olmaz. O hâlde beşerî olan ve hakîkat zannedilenler aslında hakîkat değildir. 

Günümüz müslümanları; hakîkat zannettikleri lâik, kapitâlist, liberâl, milliyetçi, muhâfazakâr, demokrasi ve modernite içinde kendilerini kaybetmiş durumdadır. İnsanlar son 200 yıldır, ekonomik büyüme (modernite-kapitâlizm) ile kandırılıyor. İslâm “vazgeç” derken, modernite ise “vazgeçme” diyor; hiç-bir tutkundan vazgeçme.. Hakîkati modernite içinde aramak, “tutkuların içinde aramak” anlamına geliyor ki tutkuların ve hazların içinde hakîkatin bulunması imkânsızdır. Hakîkat tutkuların ve hazların içinde değil, bedellerin ve adanmışlıkların içinde ve bir arayış hâlindeyken bulunur. Hakîkat ucuz bir şey değildir ki öyle bedel ödemeden bulunsun. Ucuz olan bâtıldır ve hemen her yerde bulunur. Modernite bâtılın her yerde bolca bulunduğu ve hattâ bâtıl tarafından tüm Dünyâ’yı sarıp-kuşattığı şeytânî bir kandırmacadır.

Müslümanlar hakîkati zorla ve ille de modernite içinde aramak ve kabûl etmek istiyorlar. Hattâ bu uğurda Kur’ân’ı aşırı yorumlarla moderniteye uydurana kadar zorlamaya tâbi tutuyorlar. İslâm’ın kavramları modernite nedeniyle “anlam genişlemesi”ne uğratılmakta ve bu da mânâyı değiştirmektedir. Mânâ değişince ve vahye uygun değil de moderniteye uygun hâle getirilince hakîkat de oradan çekiliyor. İslâm’ın; îman, câhiliye, tâğut, şirk, infâk, hicret, cihad ve şahâdet gibi ana kavramları, modernitenin etkisiyle “yeniden yorumlama”ya tâbi tutularak unutturuluyor yada yok sayılıyor. Oysa bu kavramlar hakîkatin ta kendisidir. Modern müslümanlar, Kur’ân’ın -modern çağ da dâhil- tüm zamanlarda bağlayıcı olduğu hakîkatini değiştirmek için kendilerini paralıyorlar.

İslâm yerine modernite merkeze alındığında hakîkat değil, bâtıl bulunur ve bâtıla “hakîkat” muâmelesi yapılmaya başlanır. Böylece bâtıl ölümüne savunulurken hakîkat ise “bâtıl” olarak görülür ve gösterilir. İnsanlık târihi işte bu yanlışın bu yanlışa karşı cihadın târihidir.

İslâmî hayat ve modern hayat karşısında ikilemde kalan müslümanlar, İslâm iddiâlarına rağmen modern hayâtı seçtiler. Böylece “îtikatta İslâm”, “amel ve eylemde modernite” olarak absürd bir durum ortaya çıktı. Bu, “hakîkatin parçalanması” durumudur. Bu nedenle ne yazık ki sonuçta vardıkları yer hakîkat değil bâtıl oldu. Çünkü hakîkatin bedelini ödemekten kaçındılar. Zîrâ hakîkatin bedeli ağırdır. Bâtıl ise nefis-merkezli olduğu için onun bir bedeli olmaz. Bedeli olmadığından dolayı da -bâtılda olmak haz içinde olmak demek olduğundan dolayı- bâtıla kapılmak ve onun peşinden gitmek zor olmaz ve hattâ nefsin hoşuna gider. Modern insan nefsinin hoşuna gittiği şeye çabuk adapte olmakta ve onu hakîkat olarak kabûl etmektedir.

Kur’ân’ı (moderniteye uygun olarak) aşırı didiklemek ve moderniteye yâni bâtıla uygun düşürmek, Peygamber’i ve 1.400 yıllık târihi hafifletmek ve tümden yok saymakla sonuçlanmıştır. Oysa Kur’ân âyetlerinin hakîkati ve en doğru anlamı, “Peygamber’in pratiğe döktüğü” gibidir. Peygamber örnekliği, pratiklik içerdiğinden ve yoruma açık olmadığından ve de Allah tarafından “güzel örneklik” (Ahzâb 21) olarak gösterildiğinden dolayı, müslümanların bu örnekliği mutlakâ izlemesi ve değerlendirmesi gerekir. Sünnet’in izlenmesi, “hakîkatin hayattaki izdüşümünün izlenmesi” demektir ki bu izdüşüm “vahyin en ideâl izdüşümü”dür. Fakat böyle bir yaşam “Dünyâ’yı ıskalamayı” gerektireceğinden dolayı çok da tâlibi olmaz. Bu durum hikmet gereği tüm zamanlarda böyle olmuştur. İnsanlık târihi boyunca hakîkatin tâlibi çok olmamıştır ama bâtılın peşinden gidenler Dünyâ’yı doldurmuştur. Fakat sonunda cehennemi dolduracak olanlar da onlar olacaktır. Çünkü cehennem, hakîkati unutmuş ve kâlpleri taşlaşmış olanlarla dolacaktır:

“Ey îman edenler!, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır…” (Tahrîm 6).

Kur’ân’ı modernite-merkezli yorumlayarak hakîkate ulaşacağını zanneden ahmaklar çoğaldı. Kur’ân’ı; moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan en büyük destekçiniz olur. Şeytan, lâikliğe-kapitâlizme bürünmüş, “modernite” diye görünmüştür ve hakîkati işte bu şekilde örtmektedir.

Modernitenin kaynağı “atalar dîni”dir. Modern uygarlığın atası Roma ve Yunan’dır. Modernite Greko-Romen uygarlığının yeniden diriltilmesidir. Mekke müşrikleri de atalara dayanıyordu. Fakat Kur’ân, hakîkatin “ataların yolunda” olmadığını söyler. Hattâ “ataları körü-körüne izlemekle hakîkate değil ancak bâtıla ulaşılır” der. Modernitenin geldiği yer de burasıdır. Modernite hakîkatten kopmuş ve bâtılı diriltmiştir. Öyle ki bâtılı tüm Dünyâ’ya yayarak onu hak gibi göstermiştir. Bâtıl tüm Dünyâ’da “hak ve hakîkat” olarak kabûl edilince, artık bâtılı kutsamayanları zor bir hayat beklemektedir. İnsanlık dinden yâni Kur’ân’dan ve Sünnet’ten kopunca hakîkatten de kopmuş ve bâtılı hakîkat zannetmeye başlamıştır. Modernite bâtılı hakîkat, hakîkati ise bâtıl olarak gösteren şeytânî bir sistemdir.

Modern sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır. Modernizm, bir “kışkırtma uygarlığı”dır. Nefisleri kışkırtır. Kışkırtılmış nefisler, hakîkati idrâk edemezler. Nefisler dizginlenemeden hakîkat bulunamaz, görülemez ve yaşanamaz.

Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, nefis-merkezli” olarak değil. Hakîkat, “Kur’ân’dan çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” değil. Hakîkat, “reyting”in gösterdiği de değildir. Bir şeyin çok olması onun hakîkat olması anlamına gelmez. Hattâ tam-tersine, çoklukta her zaman bir bâtıl vardı. Kur’ân çokluktan hep olumsuz olarak söz eder. Hakîkatin temsilcilerinin sayısı tüm zamanlarda az olmuştur. İşin rajonu budur. Çünkü hakîkatin ağır bedelini ödeyecek olanlar tüm zamanlarda azdır ve az olacaktır. Hakîkatin bâzı bedelleri vardır. O bedellerden biri de “yalnızlaşmak” ve “az sayıda olmak”tır. Hakîkati, o bedeli ödemeyi göze alanlar taşıyabilirler ve ortaya koyabilirler.

Tasavvuf ile de hakîkat bulunamaz. Hattâ tasavvuf hakîkati perdeler, köreltir ve hakîkat olmayanı “hakîkat” diye gösterir. Mistikler, bâtınîler ve tasavvufçular, önce Peygamber’i buharlaştırıp sonra adına “Hakîkat-i Muhammediye” diye bir absürdlük ortaya atarlar. Hakîkat-i Muhammediye düşüncesi ile Peygamberimiz’in sahih hadis ve sahih Sünnet’ini perdelerler ve bâtıl sözleri Peygamber’e isnât ederler. Oysa Hz. Muhammed’in hakîkati, 23 yıl boyunca Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmekten başkası değildir ki, ona Sünnet denir. Hakîkat târih boyunca çeşitli sapıklıklar ile blôke edilip örtülmek istenmiştir ki Hakîkat-i Muhammediye ile tasavvufçular da hakîkati gizleyip bâtıllardan bir bâtılı ortaya çıkarmışlardır.

Hakîkat “apaçık olan”dır. Bâtında değildir, gizli değildir. Hakîkat yer altına indirilemez. Bulmaca-bilmece değildir. Hakîkat apaçıktır ve Kur’ân onu apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Hakîkati bulmak için birilerine yalakalık yapmaya gerek yoktur. Allah’a hakkıyla kulluk yapıldığında hakîkate göre yaşanmış olur. Hakîkat o kadar apaçıktır ki, onun idrâk etmek için yoruma bile gerek yoktur. Fakat bâtıl, bâtıl olduğunu gizlemek ve aslında güyâ hak olduğunu göstermek için çeşitli yorumlara ve te’villere ihtiyaç duyar. İşte bâtınîlik denilen şey, “bâtılı yorumlayarak hak gibi gösterme”nin adıdır. Hakîkatin bâtını falan olmaz. Hakîkatin peşinde olanlar hakîkatle meleke kazandıklarında hakîkat üzere olmuş olurlar. 

Modern batı bâtıl-merkezli koşullar ortaya atmış ve bunu tüm Dünyâ’ya dayatarak yaydığı için neredeyse tüm Dünyâ’da modern-merkezli bâtıl hayat-tarzı ve düşüncesi hak ve hakîkat gibi görülmektedir. Oysa bâtıl, “hakîkatin yokluğu hâli”dir. Bâtıl, hakîkatin içine atılmış bir zehirdir. Bir kazan bala bir damla zehir katılınca o bal nasıl ki zehir oluyorsa, hakkın içine karışacak olan en küçük bâtıl da hakkı zedeler ve zehirler. Zîrâ hakîkat bâtıl kabûl etmez.

Hakîkate modern-bilim ile ulaşacağını sananlar da var. Modern-bilim Allah’sızdır. Allah’sızlıkla hakîkate ulaşmak da ne demek?. Nerede görülmüş?. Modern-bilim madde üzerinde çalışır. Maddeyi yaratan Allah’ı hesaba katmadan hakkın bulunacağını zannetmek ağır bir ahmaklıktır. Modern-bilim, Allah’ı hesâba katmamakla hakîkati perdeliyor. Modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur zâten. Hattâ hakîkatten kaçar. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan ve çıkar elde etmekten başkası değildir. Modern-bilimin ortaya koyduğu bir iyilik örneği yoktur. Modern-bilim geliştikçe bir tezat olarak Dünyâ’daki zulümler de artıyor. Zîrâ modern-bilim hak ve hakîkat üzere değildir. Çünkü modern-bilim “yanlışlanabilir” ve “değişebilir” olandır. Öyle ki bugün söylediğini ve kabûl ettiğini yarın inkâr eder ve değiştirerek onun tam tersi bir şey söyleyebilir. Oysa hakîkat değişmez. Çünkü hakîkat tamdır ve yetkindir.

Modern ideolojiler de hakîkate ulaştıramaz ve ulaştırmamıştır. Lâikliğe ve demokrasiye sarılarak hakîkate ulaşılabileceğini beklemek “boşuna bir bekleyiş”tir. Demokrasi, hakka-hakîkate, adâlete-eşitliğe düşmandır. Hayâtiyetini de zâten bu düşmanlıktan alır. Hak, “Hak”tan gelendir, şeytânî bir ideoloji olan demokrasiden değil. Zâten demokrasi, “Allah’ı yâni hak ve hakîkati işe karıştırmamak” demektir. Öyle ki sâdece Allah’a âit bir hak olan kânun koyma yetkisini O’ndan alır ve beşere verir. Demokrasi, Allah’ın kânunları yerine beşerin kânunlarını dinleştirmek için ortaya atılmış bir sapıklıktır. Böylece Allah’ın kânunlarına düşman olmuştur. Allah’ın kânunlarına düşman olan bir ideolojiden hakkı ve hakîkati ortaya koymasını beklemek, bâtıl ile zihinlerin iğdiş edildiğinin ve kâlplerin karardığının bir göstergesidir.

Hakîkate, uydurma gelenek ve rivâyet ile de ulaşılamaz. Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in sahihi Sünnet’i yerine birilerinin uydurmalarıyla yola çıkanların varacağı yer ağır bir yanılgı ve derin bir gaflet ile bâtılın içine düşmek olacaktır. Hakîkatin otoritesini birilerinin otoritesine boğdurmak şirktir, küfürdür ve zulümdür. Hakîkatin otoritesi yanında rivâyetin otoritesine .ok yemek düşer.

“Bana göre” ve “sana göre” sözlerinde hakîkat yoktur. “Kur’ân’a ve Sünnet’e göre” olanda ancak hakîkat ortaya çıkar. Allah’ın dediğinden başkası hakîkat değildir.

Hakîkati “modern” bir söylem olan “sâdece Kur’ân” yoluyla aramak ve bulmak da mümkün değildir. Zîrâ Kur’ân bizim “temel kaynağımızdır” ama “tek kaynağımız” değildir. Çünkü İslâm sâdece zihinlerin kitabı değildir ve onun “örnek ve ideâl bir hayat pratiği (Sünnet)” de vardır. Sünnet, Kur’ân’ın en doğru kavlî ve fiîli yorumudur ki böylece “sâbit doğrumuz” açığa çıkar. O hâlde hakîkat “Kur’ân-Sünnet bütünlüğünde bulunabilecektir. Hakîkati ararken sâbit doğrularınız yoksa eğer, aynen günümüzde olduğu gibi rüzgârın savurduğu yöne doğru gitmek zorunda kalırsınız.

Aslında modernite, insanlığın önündeki bir deneme ve imtihandır. İnsanlar moderniteyle olmayacağını, modernite içinde hakîkatin bulunamayacağı yakında öğrenecekler ama yine de hakka ve hakîkate yönelmeyecekler ve nefis-merkezli bir başka bâtıl düşüncenin peşine takılacaklardır. Sâdece az bir topluluk, Hz. İbrâhim gibi “Allah’tan başka her-şeye” düşman olacaklardır. Beşerî olan her-şey yakın yada uzak vâdede insanlara zarar olarak dönecektir. Zîrâ sünnetullah bunu gerektirir.

Bugünkü değişim temposunun hızı nedeniyle, eğer müslümanlar aynı çıkmaz sokağa, hattâ daha da kötüsüne girmek istemiyorlarsa, batı’nın ve modernitenin izlediği yolda gitmeyi hiç-bir zaman ümit etmemelidirler. İslâm’ın kendine has bir hakîkat ve medeniyet anlayışı vardır. O yüzden hakîkat, yine hak olan dînin yâni İslâm’ın içinde aranmalıdır.

Hakîkat, “Aşkın Olan”dan gelir, “beşerî olan”dan değil. O hâlde hakîkati beşerî olanda aramak abestir, boştur. Demek ki hakîkat beşerin ürettiği ideolojilerde, Allah’sız düşüncelerde ve sistemlerde bulunamaz. Bu nedenle hakîkat, modernite içinde bulunamaz. Hakîkati bulmak için hakîkatin kaynağına bakmak gerekir ki o, vahiydir. Hakîkati görmek için ise, hakîkatin yaşandığı zamâna -ki hakîkatin en ideâl olarak yaşandığı zamandır-, Allah’ın örnek gösterdiği Peygamber ve sahabenin (Ahzâb 21) yaşadığı “asr-ı saadet” dönemine bakmak gerekir. Çünkü asr-ı saadet, hakîkatin ete-kemiğe büründüğü ender zamanların çıkış noktasıdır.

Hakîkat bireycilik ile de bulunamaz. Bir yazıda şöyle denir:

“Bireyi kutsayan modernizm, bireycilik (individualisme) ile birey-üstü olabilecek ilkelerin inkârını esas alarak uygarlığını insan ile sınırlandırmıştır. İşte batı’dan başlayan çöküşün esas nedeni bu bireyciliktir. Modern felsefe bireycilikten yola çıkarak aklî/rasyonel uygulamalar ile bir-takım varsayımlar ortaya koymuştur. Sonra bu varsayımlara hakîkat olarak inanmış ve bunu kendine patentleyerek egodan bir uygarlık kurmuştur. Hakîkat olarak ifâde edilecek bir düşünce insan aklının ürünü olamaz ve insandan bağımsız olarak varlık kazanmıştır. Batı felsefesinde İntelligence olan entelektüel aklın ürettiği meta-fiziksel bilginin inkârı sonucunda ‘fayda’, hakîkatin yerine geçmiş ve böylece modern sapma pragmatizm ile son aşamasına varmıştır”.

Modernitenin ahlâkı yoktur. Ahlâkın olmadığı yerde ise hakîkatin aranması boşunadır. Zîrâ hakîkat ahlâk olmadan ortaya konamaz. Peygamberimiz “muhteşem bir ahlâka sâhip olduğu” için peygamber olarak seçilmiş ve hakîkati ortaya koymuştur. Ahlâkın olmadığı yerde bulunacak olan şey ahlâksızlıktan başkası olmayacaktır.

Eşyânın hakîkatini araştırmak, “eşyâyı olduğu gibi kabûl edememek” demektir. Eşyânın hakîkati, Allah’ın târif ettiği gibidir. “Eşyânın hakîkati” gibi sözlerle eşyâ ideâlleştirilip kutsanmaktadır.  

Vahiy, hakîkati “aklın ötesinde” idrâk etme bildirimidir. Akıl kullanılmadığında üzerimize “pislik” yağacağı (Yûnus 100) gibi; akıl ilahlaştırıldığında da üzerimize “pislik” (modernite) yağar. Bu nedenle aklı ilahlaştırmış olan modernite içinde hakîkat bulunamaz.

Hakîkat, “apaçık olan”dır ve o “bâtın”da falan değildir. Hakîkati sâdece bilmek yetmez, onu dile getirmek ve sonra da hakîkati hayâta hâkim kılmak da şarttır. Hak olanı “halk” değil, “Hak” tâyin eder. Îman etmek ve sâlih amel üzere olmak, “hakîkatin bulunmuş olması” durumudur. Hakîkatin hatırı her hatırdan üstündür. Parçalanan hakîkat, hakîkat olmaktan çıkar. Hakîkat, eskimez olandır.

Modern insanı ürperten en büyük hakîkatlerden biri de ölümdür. Ölüm net bir hakîkattir.

Hakîkat insanı rahatsız eder. Rahatsız etmeyen hakîkat yoktur. Zîrâ hakîkat pasif bir şey değildir ve pasifleştirmez. Tam-aksine pasif olanı aktif hâle getirir. Eğer aktif değilseniz ve pasifliğe devâm ediyorsanız “kendinizi hakîkate adamamışsınız” demektir.

Hakîkat çok yalındır ve apaçıktır. Hakîkat bulunduğunda çok ilginç bir şey bulunmuş olmaz. Hakîkat gâyet doğal ve normâldir. Hakîkat modernite ile gizlendiği için hakîkati unuttuk ve onu çok olağan-üstü bir şey zannediyoruz.

Hakîkatten bahsetmek ve hakîkat üzere olmak, ödülü “cennet” olan ağır bedelleri ödemeyi gerektirir. Bu bedelleri göze alabilenler ancak hakîkati ortaya koyarlar ve onu hayâta hâkim kılabilirler.

Dünyâ’da hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile hükmedildiğinde gerçekleşir ve böylece bâtıl defolup gider.

Aristo: “Hocamı severim fakat hakîkati daha çok severim” der. Çünkü hakîkatin önüne geçirilebilecek bir şey yoktur. İnsanda “hakîkat sevgisi” varsa tüm sevgiler onun altında kalır.

Hak ve hakîkat gelince bâtıl yok olmaya mecburdur. Zîrâ hakîkat ile bâtıl aynı-anda aynı yerde bulunamaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder