(İyyâke na’budu ve-iyyâke
nesta’în). “Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).
Muhâfazkârlık
elbette tümden yanlış bir şey değildir. Mü’minlerin muhâfazakârlara karşı oluşu
iki nedenden dolayıdır. 1- Muhâfazakârların otoriteye ve iktidâra olan
sorgusuz-suâlsiz itaatları ki sorgusuz-suâlsiz itaat ancak Allahâ olur; 2-
Muhâfazakârların hurâfeye olan sorgusuz-suâlsiz inançları ki sorgusuz-suâlsiz
itaat da ancak vahye karşı olur.
Muhâfazakârlık, Fâtiha
Sûresi’nin 5. âyetini günde en az 40 kere okumasına rağmen, hem âyetin anlamını
bilmediğinden hem de bu âyeti uygulamanın sağlam bir dik duruş gerektirmesinden
dolayı, yardımı “sâdece Allah’tan” değil de, muhâfaza ettiği düşünceden,
ideolojiden ve kişilerden isteyenlerin bağlı oldukları düşüncenin ve sistemin
adıdır.
Muhâfazakâr; “tutucu,
koruyucu ve mevcudu sürdürücü” anlamlarına gelir. Muhâfazakârlar; “geleneği,
alışılmış olunan şeyi, riskli olmayan şeyi, garantili(!) olan şeyi, Kitap ve Sünnet-merkezli
olmayan dîni ve “sağcı siyâseti” savunan ve destekleyen insan ve müslüman”
anlamındadır. Aslında muhâfazakâr olmak için ille de müslüman olmak da
gerekmez. Lâikler de kendileri için “örnek” olan kişiyi, düşünceyi yada zamânı muhâfaza
etmek isterler. Muhâfaza edilmek istenen şey eğer gerçekten değerli ve iyi bir
şey ise muhâfazakâr olmakta çok da sorun olmaz. Fakat muhâfazakârlığı sorunlu
yapan şey, -doğrusuna/yanlışına bakmadan- “ataların dînini, düşüncesini ve
görüşlerini muhâfaza etmek” anlamı taşımasıdır. Oysa atalar her zaman doğru bir
düşüncede, inançta ve görüşte olmayabilirler. Kur’ân bunu şu şekilde gösterir:
“Ne zaman onlara:
‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı
bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).
O hâlde İslâm’da muhâfazakârlık
yoktur, ol(a)maz. Zâten İslâm “devrimci bir din”dir. Muhâfaza edilmiş olanı
değiştirmek yada dönüştürmek için gönderilmiştir. Hattâ bâzen bu değişimi
Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.
İslâm’da iyiyi muhâfaza
etmek ve doğru yolu korumak, ancak Kitap ve onun uygulama metodu olan Sünnet ile
olur. Kitap ve Sünnet-merkezli olmayan ve bu minvâlde düşünmeye ve amel-eylemde
bulunmaya irâde ve güç yetiremeyen müslümanlar, klâsik muhâfazakârlığı
sürdürmek isterler. Çünkü muhâfazakârlık kafa ve beden konforunu bozmayı gerektirmez.
Böylece bir sıkıntıya girmeye neden olmaz. Muhâfazakârlıkta bir şeyi aynen
sürdürmek yeterlidir ve istenen şey de budur. Sorumluluk sâdece belli kişilerin
eline teslim edilmiştir. Bu sorumluluk dinde; şeyh, efendi, hoca ve üstadlara
devredilmişken; Dünyâ ve siyâset ise, “kendileri gibi muhâfazakâr olan lîderlere
devredilmiştir ve artık onları körü-körüne olsa bile desteklemek ve izlemek
“doğru ve iyi bir yaşam” için yeterlidir.
Muhâfazakârların iyi ve
doğru anlayışları Kitab’a ve Sünnet’e değil, atalara ve akıllarını
devrettikleri dînî ve siyâsî lîderlerin sözlerine dayanır. Tâ ki onlar bu kişilerden
zulüm görene kadar bu destek ve tâkip aynen devâm eder ve güvendikleri bu kişiler
bir süre sonra ölüp giderlerse yada halkın ekonomisine zarar verirlerse, muhâfazakârlar
da başka bir muhâfazakârı dinlemeye, desteklemeye ve onun izinden gitmeye
başlarlar ve bu defâ da muhâfaza edilmesi gerekenin o olduğunu savunmaya başlarlar.
Zîrâ tüm zamanlarda halkın geneli iki şeyi tâkip eder ve hattâ o iki şeye
tapar. Bunlar “para ve silah”tır. Para ve silah kimin elindeyse muhâfazakârlar
tarafından o kişi yada düşünce desteklenir ve ölümüne savunulup tâkip edilir. Halk,
askerî gücünü kaybeden ve ekonomilerine zarar veren lîderleri aslâ affetmez.
Zîrâ dediğimiz gibi genel muhâfazakâr halk, taparcasına silahı ve parayı tâkip
eder. Muhâfazakârlara göre en iyisi ve doğrusu askerî güce ve paraya sâhip
olanlardır. O hâlde muhâfazakârlık, “gücü izlemek ve güce göre hareket etmek”
anlamına gelir. Muhâfazakârlık bir “güç tapıcılığı”dır. Fakat yanlış olan şudur
ki, muhâfazakârların izlediği ve izinden gittiği güç, Mutlak Güç değildir.
Mutlak Kudret sâhibi olan Allah’ın izinden değil, “sözde güçlere sâhip olanlar”
izlenir, korunur ve ölümüne tâkip edilerek desteklenir. Şirkin temelinde işte
bu düşünce ve eylem vardır. O hâlde muhâfazakârlıkta şirke düşmek kaçınılmaz
olur.
Muhâfazakârların dayanakları
Kur’ân ve Sünnet olmadığı için, her ne kadar Allah inancına sâhip olsalar da, o
kişiler Allah’a göre değil, benimsedikleri ve destekledikleri kişilere ve
lîderlere göre düşünürler ve hareket ederler. Fakat tâkip ettikleri kişiler
onları her zaman doğru yola ulaştırmaz ve genelde yanlış yollara götürürler.
Zîrâ kendisine bağlılığı istismâr etmeyecek olan tek varlık Allah ve Allah’ın
seçtiği peygamberlerdir. Allah kendisine olan bağlılığı aslâ istismâr etmez ve
peygamberler de edemez. İnsan ise Kitap ve Sünnet’i merkeze almadığında,
mutlakâ kendilerine olan bağlılığı istismâr eder. O nedenle de kısa vâdede bu
kişiler bağlılarını mutlakâ şirke ve küfre götürerek zulmü yaygınlaştırırlar:
“O, iş-başına geçti mi
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar.
Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara
205).
Muhâfazakâr cehâlet her dâim
aynı hatâyı yapar. İlk başta ya dînî yada siyâsî bir lîder desteklenmeye ve
tâkip edilmeye başlanır. Bir zaman işler iyi gider ama çok da uzun olmayan bir
süre sonra dümen bozulur ve bâzen de -aynen günümüzdeki gibi- dînî ve siyâsî lîderlerin
çıkarları çatışır ve birbirleriyle çatışmaya ve savaşmaya başlarlar. Böylece
muhâfazakâr halk, dînî yada siyâsî lîderlerden dolayı zarara uğrar. Böyle
olunca da muhâfazakâr halk, ya “dînî lîder”den vazgeçer ve “dînî lîder”in tam
karşısındaki “siyâsî lîder”i izlemeye ve desteklemeye başlar, yada “dînî lîder”i
izlemeye devâm ederek siyâsî lîderi desteklemekten vazgeçer. Bir kısım
muhâfazakâr ise, hem dînî lîderi hem de siyâsî lîderi desteklemeyi bırakır ama
bunların yerine “sâdece Allah’ı” ve “güzel örneklik” olan Peygamber’i izlemeye
değil, başka bir lîderi yada seküler bir ideolojiyi izlemeye yönelir. Böyle
durumlarda din büyük oranda zarar görür ve izleyicileri azalır. Türkiye’de 15
Temmuz’dan sonra olan şey budur. Siyâsî lîderi, dînî lîdere olan bağlılıklarından
dolayı izlemeyi bırakanlar, ya dînî lîderi gizli-gizli daha sıkı desteklemeye
başlamışlar yada dînî lîderden dolayı zarar gördükleri için hem siyâsî hem de
dînî lîderi izleyip desteklemeyi bırakmışlar ve onun yerine Allah’a sığınıp
Peygamber’i izleyeceklerine, bu sefer de yine muhâfazakâr bir tutum takınarak meselâ
“kurucu lîder”i izlemeye ve desteklemeye başlarlar. Hâlbuki bir süre önce
kurucu lîdere sövüp saymaktaydılar. İşte muhâfazakâr insan, sığınılacak tek
merci olan Allah’a sığınmadığında ve izlenecek tek önder olan Peygamberimiz Hz.
Muhammed’i izlemediğinde, bir zâlimden başka bir zâlime, bir kâfirden de başka
bir kâfire sığınmak zorunda kalır. Tabi bu, sâdece Allah’a sığınmak ve sâdece
Peygamber’i önder olarak bilmek yerine, çıkarlarından, hırslarından yâni hevâ
ve heveslerinden başka bir şeyi düşünmeyen ama muhâfazakâr halkı kandırmasını
iyi bilen lîderleri körü-körüne tâkip edip desteklemenin bir cezâsıdır ki, bu
cezâ sâdece Dünyâ’daki cezâdır. Bunun bir de âhiretteki cezâsı vardır ki işte
asıl elîm azap orada olacaktır.
Bu her zaman böyle olmuştur
ve olur. Çünkü Allah’ın sünnetinde bir değişme olmaz ve Allah’a
sığınılmadığında yâni vahiy-merkezli olunmadığında tâkip edilip desteklenen
dînî ve dünyevî lîderler halkı her zaman istismâr ederler ve toplumlarını şirke
ve küfre düşürerek hem Dünyâ’da hem de âhirette hüsrâna uğratırlar. Helâk olan
kavimlerin helâk olmasının nedeni, Allah-merkezli olmayan düşünce ve kânunları
din yapan ve bu dînî ölümüne savunan ve koruyan muhâfazakâr toplumlar ve onları
yanlış yollara sürükleyen lîderler yüzündendir:
“Bir ülkeyi helâk etmek
istediğimiz zaman, onun ‘varlık ve güç sâhibi önde gelenlerine’ emrederiz,
böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu
kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).
Allah’ın kânunlarını değil
de halkın körü-körüne destekleyip tâkip ettikleri kişilerin keyiflerine ve çıkarlarına
göre ortaya çıkardığı kânunları din yapanlar, târihte olduğu gibi günümüzde de
vardır. Zâten insanlık târihinde daha çok beşer-merkezli dinler hâkim olmuştur
ve Allah’ın mü’min kulları da bu bâtıl dinlerle mücâdele etmişler ve hakkı hâkim
kılmaya çalışmışlardır ki “imtihan” da zâten budur.
Hem dînî hem de dünyevî lîderler
yâni beşer-merkezli olan dîni kuran ve koruyan muhâfazakâr lîderler, muhâfazakârlık
dînini, halkı bir şekilde hipnotize ederek yürütürler ki bunu Firavun da
yapmıştı. Kur’ân bundan şu şekilde söz eder:
“Böylelikle (Firavun) kendi kavmini küçümsedi, onlar
da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi. Sonunda bizi
öfkelendirince, biz de onlardan intikâm aldık, böylece onları toplu olarak suda
boğduk” (Zuhrûf 54-55).
Muhâfazakârlık, “gücü tâkip
etmek” demek olduğu için, dîni bilenler ama uygulamayanlar da muhâfazakarlığa
destek verirler ve artık buna göre düşünüp inanmaya başlarlar. Çünkü muhâfazakârlıkta
bir “garanti” vardır ve bu garanti “Dünyâ’da sorunsuz ve sıkıntısız bir yaşam
şekli”dir. Rahat bir yaşama kavuşmak garantisi. Hâlbuki imtihan dünyâsında
böyle bir garanti olmaz. İşte insanlar bu nedenle muhâfazakârlar, mevcudu,
yanlış ve hattâ şirk ve küfür de olsa muhâfaza ederler ve ölümüne savunurlar.
İslâmî bilgisi olanlar ama İslâm’ı uygulamaya niyetleri olmayanlar için din
yarım kalır ve bu nedenle de bu eksikliği, muhâfazakâr düşünceyi ve siyâseti
desteklemekle ve savunmakla tamamlamak isterler. Hâlbuki bu arzu ve istek bir
cezâdır ama farkına var(a)mazlar.
Muhâfazakârlığı savunanlar, genelde
dînin eyleme dönük olmayan ve duygusal yönünü gündem ederler. Yoruma açık olan
âyetleri konuşup dururlar. O yüzden bâtınîlik ve ılımlı İslâm düşüncesi muhâfazakârlıkta
prim yapar. Zîrâ eleştiri, îtirâz ve isyân düşünceleri zinhar yoktur. Buna cesâret
edemedikleri gibi bunu düşünmekten bile korkarlar. Aslında muhâfazakarlık,
korkaklığı da yanında taşır.
Muhâfazakârlar ılımlı bir
düşüncede olduklarından dolayı, “meşrû şiddet”ten, sertlikten ve “kerîm öfke”den
hiç bahsetmezler ve hattâ bunu her şartta kötü gösterirler. Meselâ, zulme
uğradıklarından dolayı sürekli olarak öldürmekten bahsedenleri kınarlar. Onların
belki de kısas için bu düşüncede olduklarını düşünmezler. Tüm İslâm coğrafyasında
mazlumlar ve mâsumlar ölürken, bunları öldüren küresel güçlere (güce bir laf
edemedikleri için) bir şey diyemezken, kendilerini korumak ve savunmak için
yada kısas için öldürenlere yada öldürmekten bahsedenlere veryansın ederler. Oysa
İslâm’da kısas vardır. Öldürülenin yakınının kısas hakkı vardır.
Muhâfazakârlar sürekli olarak
savunmada kalmak isterler. Bu bağlamda “İslâm’da savaş sâdece savunma
savaşıdır” sözünü manşet yaparlar. Özellikle Mekkî âyetleri ve mü’minlerin
savunmada oldukları Mekke sürecini gündem ederler ve İslâm’ı sanki sâdece Mekke’den
ibâret göstermek isterler. Hâlbuki İslâm’ın bir de Medîne’si vardır ve Medîne demek,
“hakkın ortaya konması için” küfre, şirke ve zulme eylem içeren bir “lâ” çektikten
sonra, hakkı ve hakîkati Dünyâ’ya hâkim kılmak için Allah’ın izin verdiği
ölçüde şiddete de başvurma dönemidir.
Muhâfazakârlar, îtibarlarını
dinden değil de muhâfazakârlıktan almayı düşünürler. Buna göre Dünyâ’da ne
kadar mal toplanmışsa muhâfazakârlar için o kadar başarılı olunmuş olur. Yeterli
derece malı olduktan sonra dîni öğrenmek ve yaşamak yolunda olanlara bir tür
ezik olarak bakarlar ve kendi acınası hâllerine bakmadan onlara acırlar. Muhâfazakârlar
Dünyâ’ya mal toplamak için gelindiğini sanırlar ve malı çok olanı örnek olarak
görürler ve ona imrenirler. Kur’ân bunun yanlışlığını “muhâfazakâr Kârûn”
üzerinden şu şekilde ortaya koyar:
“Gerçek
şu ki, Kârun, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona
öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü
bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: ‘Şımararak sevinme,
çünkü Allah şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah’ın sana verdiğiyle
âhiret yurdunu ara, Dünyâ’dan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana
ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü
Allah bozgunculuk yapanları sevmez”. Dedi ki: ‘Bu, bende olan bir bilgi
dolayısıyla bana verilmiştir’. Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden
önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı
bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan
kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin
karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin
bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine
ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve
sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden
başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine
geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o,
kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı
dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin
rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş
olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh
bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 76-82).
İnsanlar ikiye yarılır.
1-Îtibârını “Hak”tan alanlar mü’minler. 2-Îtibârını “halk”tan alan muhâfazakârlar.
Yine insanlar ikiye ayrılır. 1-“Dünyâ tapusu” biriktiren muhâfazakârlar.
2-“Cennet tapusu” biriktiren mü’minler. Muhâfazakârların tüm ölçüsü
Dünyâ’dadır. Dünyâ’yı merkeze alanlar ise cehâlet içinde kalmaya mahkûmdurlar.
Ne kadar parlak bir dünyâ hayâtı yaşıyor olurlarsa-olsunlar, bir “kendini
bilmeme durumu” olan cehâlet, muhâfazakârların alâmet-i fârikalarıdır.
Dinde muhâfazakâr, Dünyâ’da
modern olmak, “modern-muhâfazakâr müslümanlık” denilen şeydir. Günümüz müslümanları;
kapitâlist, liberâl, milliyetçi, muhâfazakâr demokrasi ve modernite içinde
kendilerini kaybetmiş durumdadırlar.
Modernizm, “İslâm’ın-dînin
uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların muhâfazakârlaştırılması”dır.
İkisinde de hedef, “dînin hayattan uzak tutulması”dır. İşte muhâfazakârlar
bunun taşeronluğunu yapmaktadırlar. Zâten bu nedenle muhâfazakârlık zamanla
seküler bir yola girer.
Modern-seküler-muhâfazakâr-demokrat
müslümanlıklar, “sırıtan müslümanlık”tır. Sonuna kadar mü’min olamazlar. Bir
sınırları vardır ve çıkarlarına dokunan yerde müslümanlıkları biter. Zîrâ
merkeze Kitap ve Peygamber’i değil, Dünyâ’yı ve maddiyatı almışlardır. Bu, muhâfazakârların
düşüncede ve de amelde Kitap ve Sünnet-merkezli olmalarını önlemiştir.
Muhâfazakârlar, Allah’ın
hükmünden başka hüküm koymanın şirk ve küfür, dolayısıyla zulüm olduğunu göz-ardı
ederek kendi muhâfazakâr demokrat zihniyetlerini ortaya çıkarmışlardır ki
küresel şeytanlar bundan memnûniyet duyarlar. Muhâfazakâr demokrasi; “bir sene
sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım”
anlaşmasıdır. Fakat bu anlaşmada, şirk her zaman üstün olur. Zîrâ bir kazan balın
içine bir damla zehir karışsa bile o bal zehir olur. İslâm’da tâviz vermek
yoktur ve şirk ve küfür düzenleriyle uzlaşmak imkânsızdır. Bu imkânsızlık
Peygamber örnekliğinde şu şekildedir:
Mekke
müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bâzı tâvizlerine karşılık
bâzı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında ‘dilersen bir sene sen hükümdar
ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim’ teklifi de vardı. Ama Resûlullah,
tüm bu tekliflere Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okuyarak kesin red cevâbı
veriyordu. Oysa müşrikler ‘bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt’
diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi
Peygamber’in eline tümüyle veyâ iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?.
Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü ‘biz sana uyarsak,
yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız’ (Kasas 57) diyorlardı.
Zâten Resûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak,
taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine
İslâm adâletini ikâme etmek, yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek,
darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla,
müşriklerin, Peygamberimiz’e teklif ettikleri bir-kaç husustan biri de ‘istersen
gel, seni başımıza kral yapalım’ teklifi idi. Bu-günkü siyâsîlerin bırakın
krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir
düşünelim. Efendimiz ise: ‘Vallâhi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı
verseniz, dâvâmdan vazgeçmem’ diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî
beklentiyi kabûl etmiyordu.
Muhâfazakâr müslümanlar
şirke varan şöyle bir yanlışa kapılıyorlar; “İslâm’ı demokrasi üzerinden ortaya
koymak ve güyâ yaşamak”. Bunun için de demokrasiyi savunuyorlar. Bu büyük bir
tâvizdir ve bu tâviz diğer tâvizlerin de verilmesine neden olacak ve inancı
laçkalaştıracaktır. Zâten demokrasi savunulmaya başlanınca demokrasinin ikiz
kardeşi olan lâiklik de savunulmaya başlamıştır birileri tarafından. Hele
“İslâm lâiktir ve İslâm’ın yönetim şekli demokrasidir” diyen yalaka ve müşrik
muhâfazakârlar yok mu, işte bunlar “dînin modern düşmanları” olmaktadırlar. Peygamberimiz
bu nedenle müşriklere hiç-bir tâviz vermeyerek meşhûr; “Bir elime Güneş’i,
diğer elime Ay’ı verseniz dâvâmdan vazgeçmem ve sizin önerilerinize uymam”
sözünü söylemiştir.
Şu da var ki, Allah’tan başkasının hükümleriyle hükmetmeyi
şiâr edinen muhâfazakâr-demokrat İslâmcılık, “İslâmcılık” değildir. O,
İslâm’dan sapmış bir münâfıklıktır.
Ali Şeriati: “Tevhid dîninin
en belirgin özelliği ‘devrimci’ olmasıdır. Şirk dîninin en belirgin özelliği de
‘muhâfazakâr ve saptırıcı’ olmasıdır” der.
Muhâfazakârların bu kadar
destek görmesinin nedeni, vahiy-merkezli dîni değil, “uydurulmuş dîn”i temsil
etmelerindendir. Zîrâ uydurulmuş dinler, nefse çok uygundur ve kafa ve beden
konforunu bozmadığından ve mensuplarından herhangi bir bedel de istemediğinden
dolayı bağlıları ve destekçileri çok olur.
Müslümanların Peygamber örnekliğini
göz-önünde tutarak, düşünmek ve hedef olarak benimsemeleri gereken şey, “asr-ı
saadet gibi bir toplumu ve ortamı yeniden kurmak” olmalıdır. Bu hedef, Kur’ân
ve Sünnet-merkezli düşünenlerde sürekli bir arzu olarak bulunmaktadır. Fakat
toplumda güç kaynaklarını geniş ölçüde sürekli elinde tutan muhâfazakârların
idrâk edemedikleri için sürekli olarak reddettikleri konu budur.
Muhâfazakâr müslümanlarla muhâfazakar
lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem
şekli”dir. Zâten Türkiye’deki iç-çatışma genel
îtibârıyla, Rumeli kökenli “lâik elitler”le, Anadolu kökenli “muhâfazakâr
elitler”in çatışmasıdır.
Muhâfazakârlık,
şeytanın “sağdan yaklaşarak” insanları aldattığı ve uçuruma yuvarladığı taktiğin
adıdır vesselam.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder