13 Ekim 2019 Pazar

Tıpta Şiddet Üzerine



“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

Dünyâ’da insan için en önemli şeylerden biri, hattâ -duruma göre- en önemli şey sağlıktır. Bunu en çok da sağlığını kaybetmiş olan kişiler anlar. İnsanlar târih boyunca sağlıklarını korumak yada bozulan sağlıklarını geri kazanmak için çeşitli yollar denemişlerdir. Tabi “tedâvi” denince akla ilk gelenler doktor ve hastâneler olur. Eskiden insanlar “doğallığını kaybetmemiş” yiyeceklerle beslenip, minerâlini ve doğallığını kaybetmemiş sular içip, sessiz-sakin yâni stressiz bir Dünyâ’da yaşadıkları için çok da fazla hastalıkları olmazdı yada “kronik” tâbir edilen hastalıklar çok fazla yoktu. Vebâ ve salgın gibi, insanların büyük kıyıma uğramasına neden olan hastalıklar ise, aslında temizliğe ve beslenmeye dikkat edildiğinde, yine etkilese de çok da öldürücü olmuyordu. Vebâ gibi salgınlar hijyenin bozulmasıyla başlayan ve artan şeylerdir. Çünkü vebâya neden olan mikroplar ve bakteriler, hijyenin kötü olduğu yerlerde daha çabuk yayılabiliyordu. Doğal bir Dünyâ’da yaşanması nedeniyle eskiden çok fazla hastâne bulunmadığı gibi, çok fazla doktor da olmazdı ve bu nedenle de doktorluk, günümüzdeki gibi çok prestijli bir meslek sayılmazdı. Tabi zenginlerin ve devlet adamlarının doktorları madden iyi durumdaydı.

Modern zamanlarda ise; hijyenin, tahlil-tetkikin, teşhisin, hastâne sayısının ve hastâne konforunun bu kadar artmasına rağmen bir memnûniyetsizlik var. Çünkü aslında “bir proje olarak” modernite ile birlikte çeşitli hastalıklar da peydah oldu, daha doğrusu hiç duyulmadık ve görülmedik hastalıklar üretildi. Zâten son 70 yıldır ilaçların çoğu artık bitkilerden değil, kimyâsal maddelerden yapılmaya başlandı ki, bu ilaçları kullananlar mutlakâ yan-etkilere mâruz kaldıkları için, mutlakâ başka hastalıkları da oldu. Böyle olunca da insanlar artık hastânelere bağımlı hâle gelindi. Hastâneler doldu taştı. Daha fazla hastâne, daha fazla doktor ve hastâne personeli, daha fazla ilaç, daha fazla tahlil-tetkik vs. yoğunluğu ortaya çıktı. Bu yoğunluk da aşırı bir stres oluşturdu ve hastâneye giden insanlar çok gergin olmaya başladılar. Bu gerginlik hem hastalar arasında, hem hasta-personel arasında, hem de hasta-doktor arasında tartışmalara ve kavgalara neden oldu ve oluyor. “Tıpta şiddet” bu nedenlerle ortaya çıkıyor. Bu şiddet sâdece, “hastaların hastâne personeline yaptığı fizîki şiddet” değil, hastâne personelinin hastalara uyguladıkları “psikolojik şiddettir” de. Belki de “fizîki şiddetin” nedeni “psikolojik şiddet” olabilir. Zîrâ hastâne personelinde, -aslında bir bakıma olumlu da olan- bir durum ve duruş vardır ki, hastâne personeli hastâneleri aşırı sâhipleniyor ve hattâ bâzıları hâstaneleri “babalarının malı” zannediyor. Sonuçta da “kendi çöplüğü”nde kendisine laf edilmesini hem istemiyor hem de buna aslâ katlanamıyor. Üstelik apaçık hatâsına ve yanlışlarına rağmen.

Şimdi; hastânelerde yaşanan şiddetin nedeni, hastâne personelinin; acıyla, dert ile, endişe ile, gerginlik ile, stres ile, sabırsızlıkla ve aşırı bir beklenti ile hastâneye gelen hastaları ve hasta yakınlarını iyi dinlememesi ve iyi anlayamaması ve bu nedenle de hoşgörü gösterip de gerektiği gibi yardımcı ol(a)mamasıdır. Tabî ki hastalar da hastâne personelini anlamaya çalışmalıdır, zîrâ o yoğunluk içinde çalışmak gerçekten de kolay değildir. Fakat unutulmaması gerekir ki, hastalarla muhâtap olmak ve onlara en iyi şekilde hizmet vermek hastâne personelinin ve doktorlarını görevidir. Onların işi budur ve bu iş ile para kazanmaktadırlar. Bu nedenle bu işe başlarken; aşırı yoğunluğu, hastaların sabırsızlığını, merâkını, acısını vs. hesâba katmak zorundadırlar. Bunu baştan kabûl edebilmelidirler ve hattâ çok stresli, sinirli, sabırsız ve hoşgörüsüz olanların tıp sektöründe çalışmaması gerekir. Çünkü iş budur ve ne olduğu bellidir. Açıkçası, bâzen psikopat ve problemli olan hasta ve hasta yakınları da hastâneye gelebiliyor ve olmadık sorunlar çıkarabiliyorlar ama, “gerçekten hasta” olanlar her zaman haklıdır.

Tıpta şiddetin kanımca ana-nedenlerinden biri de, modern tıbbın çok da işe yaramaması ve “sistem”in, hastaları ve hasta yakınlarını hastânelere ve sağlık kuruluşlarına bağlamasıdır. Çünkü artık neredeyse tüm hastalıklar kronikleşti ve kronik hiç-bir hastalığı “şifâ” anlamında tamâmen bitirecek bir durum yok. Çünkü böyle bir tedâvi hem yok, hem de bitmesi istenmiyor. Bu biraz da kapitâlist sistemin bir projesi. Modern tıp ve doktorlar hem hastalıkları “şifâ” anlamında bitirecek şekilde tedâvi edemiyor, hem de tedâvide kullandıkları modern kimyâsal ilaçların ortaya çıkardığı yeni hastalıkları da tedâvi edemiyorlar. Bu durum hastalarda bir karamsarlığı ve öfkeye neden oluyor.

“Tıp gelişti” deniyor fakat gelişen şey “tedâvi” değildir. Tıpta gelişen şey, “tıbbî cihaz teknolojisi” ve “hastâne konforudur” ama kesinlikle “tedâvi” değildir. Hattâ modern tıp, “şifâ” anlamında tedâviyi hiç düşünmemektedir. Sistem, “hastalığın ve dolayısı ile tedâvinin sürmesi” üzerine kurulmuştur. Yapılan sözde tedâviler şifâ vermemekte ve zâten böyle bir şey de beklenmemekte ve istenmemektedir. Tam-aksine, kimyâsal ilaçlar kullanıldıkça yan-etkilerden dolayı yeni hasta(lık)lar ortaya çıkmakta ve onların tedâvisi de yine kimyâsal ilaçlar ile yapılmaktadır. Bu bir kısır-döngüdür. Modern tıbbın çarkı bu şekilde dönmektedir. Sonuçta da insanlar hastânelere bağımlı hâle gelmekte, hastânelerden ve doktorlardan umduklarını bulamamakta, sağlık kuruluşlarına gide-gele bu işten aşırı bir sıkılma meydan gelmekte, bu da insanları aşırı bir şekilde gerdiğinden dolayı “öfke patlamaları” yaşanmakta ve şiddet açığa çıkmaktadır.

Modern tıbbın ana-sloganı şudur: “Tıp çok gelişti”. Öyle ki bu sözü; 20-25 yıldır hastâne-hastâne koşturan, gitmediği hastâne, doktor, yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan, kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın, hastalığında en ufak bir gerileme bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış olmasından dolayı daha beter bir duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar nedeniyle yeni hastalıklara (mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri bile söyleyebiliyor. Aslında hastânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir fayda bulamadığını kendisi de çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka bir yol gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor. Başka tedâvi yollarına “alternatif” deniyor ve doğal tedâvi yolları îtibarsızlaştırılıyor. Hâlbuki insanlık-târihi boyunca “geleneksel tıp” vardı ve “modern” denen tıbbın ise şurada 75-100 yıllık bir ömrü vardır. Yâni alternatif olan “geleneksel tıb” değil, “modern tıp”tır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..

Aslında modern tıpta “tedâvi” anlamında gelişen bir şey yoktur. İnsanların gözleri boyanıyor hepsi o. Gelişen bir şey yok, “değişen bir şey” var ki o da, daha konforlu hastâne ortamları, daha teknolojik ve incelikleri daha iyi görüntüleyebilen tıp cihazlarıdır. Eğer “gelişti” denecek bir şey varsa bunların hasta olan kişiye çok da bir faydası yoktur. Değişik ve gelişmiş! tıbbî cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Bir kronik hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden tıp-dünyâsı, vatandaşlarını kandırıyor ve hastânelere ve doktorlara bağımlı kılıyor. Çünkü bu bir proje ve kazanç kapısıdır. “Gelişen(!)” şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar aslında bir sömürü aracıdır. Hastânelerde sürekli yapılan şey “hastalık belirleme”dir modern tıp anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek “tedâvi etmek” demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Belirle-belirle bırak!. Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur doktorların ve tıp araştırmacılarının. Zorla hastalık aranıp bulunuyor ve ona bir isim takılıyor. Böylece hastalıklar ve de hastalar çoğalıyor. Sonuçta da hastâneler yoğunlaşıyor. Yoğunlaşan hastânelerde de şiddet olasılığı artıyor.

Modern tıbbın tamâmen iyileştirip geçirdiği bir “kronik hastalık” örneği yoktur, fakat insanlara “geçirdiği” bir-çok hastalık vardır. Modern tıp ve hastâneler, hastalardan ziyâde, tıp personeline, tıbbî cihaz teknolojisine ve ilaç sektörlerine hizmet ediyor. Modern tıp, “hasta” ile değil, “hastalık” ile ilgileniyor. “Hasta”yı değil, “laboratuar sonuçları”nı tedâvi ediyor(!). Gerçi onu da yapamıyor ya.. Modern tıp, “hastalığa karşı hastalık” üretme bilimidir. Modern tıp, “sağ kalma”yı sağlasa da, “sağlıklı olma”yı sağlayamıyor. Modern tıp, “sanâyileşmiş tıp”tır. Modern tıp, doktorları “tıbbî sekreter”lere dönüştürmüştür. Üst-düzey mêmurlar hâline getirmiştir. Modern tıp, “modern tıb”ba olan ihtiyâcı arttırıyor. Sonuçta çok da bir işe yaramayan bir tıp ortaya çıkıyor. İnsanlar bu durumdan dolayı geriliyorlar ve dolayısı ile şiddet olasılığı artıyor ve “tıpta şiddet” açığa çıkıyor.

Hastânelerin ve hastâne personelinin en iyi yaptıkları şey, âcil müdâhale, âcil ameliyatlar ve kırık-çıkık-yaralanma gibi şeylere hemen müdâhale etmesidir. Başarılı oldukları yer burasıdır. Çünkü hastalıkların en fazla %5’i “şifâ” anlamında tedâvi edilebilmektedir ki aslında insanların “tedâvi edilebilen” bu hastalıklar için hastânelere gitmesine çok da gerek yoktur. Zîrâ o hastalıklar kısa bir süre içinde vücûdun bağışıklık sistemi sâyesinde zâten geçmektedir.

Bâzı doktorlar ve hastâne personeli, “tabi aşırı yoğunluk ve stres nedeniyle” şiddete mâruz kalıyorlar. Bu şiddet; hem kendi hoşgörüsüzlükleri, kabalıkları, davranış biçimleri yada işi ağırdan almalarından dolayı, hem de çok sabırsız ve anlayışsız hasta yakınları sebebiyle, özellikle de âcil vakâlarda yaşanıyor.

Ultra-modernizm ve post-modernizmin Dünyâ’ya hâkim hâle gelmesiyle birlikte artık her-şey kalitesizleştiği gibi, doktorlarda da bir kalitesizlik meydana gelmiştir. O “eski doktorlar” neredeyse kalmamıştır. Doktorların bilimsel ve ahlâksal anlamda bir gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla gidiyorlar. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla verdiği güven ile birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi çok işe yarardı. Artık muâyene de yok. Doktorların %95’i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite kazanırlarken, modern zamanlarda doktorluk, reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek ve üst-düzey bir mêmurluk olarak gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para için bu alana kilitleniyor. Tabi az sayıda bir kısım ilkeli insanları bunlardan ayrı tutarak tenzih ediyoruz. Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından dolayı da doktorlar sâdece kendi uzmanlık alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan yada çıkartılan “kompleks hastalıklar”ın üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar ise devlet hastâneleri ve sağlık ocaklarında işin kırtâsiye ile ilgili işlemlerini yapıyorlar, yâni bir nevî “üst-düzey mêmurluk” yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun yanına takılmak ya-da eczâcı kalfası olmak yeterlidir. Sistem, doktorları “verilen görev”den başkasına karıştırmıyor. Aslında bu durum doktorlar için de bir aşağılanmadır.

Amerika’da doktorların yaptığı önlenebilir medikal yanlışlıklardan dolayı senede 200 bin kişi hayâtını kaybediyor. Modern doktorların eski doktorlara göre genelde daha bilgisiz olması, onların tembelliğinden çok, hastalıkların sayısının ve içeriğinin çok fazla artmış olması ve doktorların bu bilgileri öğrenmeye zaman bulamamalarındandır. Aşırı bir uzmanlaşma vardır. Bilgi, tümüne vâkıf olamayacak kadar çoğalmıştır. Oysa bu kadar bilgiye gerek yoktur, çünkü zâten bilginin artması “şifâ” anlamında tedâvinin artmasını getirmemiştir. Bu konuda İsmail Tokalak şöyle der:

“Doktorların modem yaşamda hızla çeşitlenen ve boyut değiştiren hastalıklar ile onlara teşhis koyma becerileri ve bilgileri yetersiz kalmaktadır. Doktorların tıp fakültesindeyken öğrendikleri yada medikâl dergilerde okudukları, ilaç firmalarının kendilerine empoze ettikleri bilgilerle sınırlıdır. Doğru diye uygulamaya koydukları, teşhiste, tedavide uyguladıkları yöntemlerin bir süre sonra bâzılarının yanlış olduğu da ortaya çıkabilmektedir. Bir tek hastalığı bile tedâvi ederken bunun nedenlerini bulmak artık bir tek doktorun uzmanlık alanı dışına çıkmakta, bir doktorlar dayanışması gerekmektedir.

Artık vücûdumuz eksik besinler içeren fakat bizim doğal zannettiğimiz gıdâlar tarafından besleniyor. Bu durumdan kaynaklanan hastalıkların çoğuna, aslında bu eksik besin değeri olan, içerisinde bir sürü zirâi ilaç kalıntısı bulunan ve bir-çok katkı maddesi taşıyan gıdâların sebep olduğunu da bilmiyoruz. Doktorların da elinde bu konuda yeterli veriler olmadığından, teşhisin asıl nedenini, ne olduğunu, hastalığın tanımı da tam olarak yapılamıyor. Eksik besinlerin ve kimyâsalların hasta ettiği hastaları, yine kimyâsal ilaçlarla tedâvi etme yoluna gidiliyor. İnsanların hem gıda seçiminde hem de hastalıkları alternatif şekilde tedâvi etmesinde seçimleri ellerinden alınmış durumdadır. Bunun esas nedeni de doğal gıdânın gittikçe yok olmasıdır.

Bir doktor hastasıyla karşılaştığında, hastasının tükettiği meyvelerdeki ve sebzelerdeki besin değerlerinin eksik olup-olmadığı, hayvansal besinlerin doğal beslenen hayvanlardan gelip-gelmediği, antibiyotik ve hormon alan hayvanların ürünlerinin tüketilip-tüketilmediği ile ilgilenmez. Çünkü doktorlar genelde buna göre bir eğitim almamıştır. Teşhislerini de buna göre yapmazlar. Çoğu doktorun kendisi bile belli-başlı beslenme kurallarına dikkat etmeden beslenir. Çoğu doktor, hastasına doğal organik besinlerle beslenip beslenmediğini sormaz bile. Tıp genelde beslenmenin doğal olduğunu kabûl ederek tanımlarını, tespitlerini ve teşhislerini yapmaktadır. Hastaya durumuna göre şekerden, aşırı tuzdan, kızartmalardan, sigaradan ve alkôlden uzak durun denir. Fakat bunlar tek-başına çözüm değildir”.

Modern zihniyete sâhip doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar. Hâlbuki doktorların gelirleri asgarî ücret ile kıyaslandığında gerçekten de çok iyidir ve zâten doktorların çalışma şartları, çalışma saatleri ve çalışma ortamları asgarî ücretli bir işçiye göre gâyet iyi ve konforludur. Yâni “çifte iyilik” vardır. Buna rağmen doktorlar yine de şikâyetçi oluyorlar ve hastalara çoğu zaman “insan” gibi davran(a)mıyorlar.

Sistem de artık “Avrupa’ya-ABD’ye uyuyorum” diye hasta-doktor arasındaki samîmiyeti, güveni ve netliği bitirdi. Sağlık, kapitâlizmin yörüngesine girdi. Hastânelerin sâhipleri devletler değil, “ilaç şirketleri” oldu. Tıp fakültelerinde derslere ilaç firması yetkilikleri girmeye başladı. Hastaları, hastâne personelini ve doktorları “ilaç şirketlerine uygun” ve bağımlı hâle getirdiler. Devlet, hastaneleri yapan özel firmalara “hasta garantisi” veriyor. Bu da doktorların, hastaları sürekli kontrôle çağırmasına neden oluyor. Çünkü böylelikle hastaları hastâneye bağlamış oluyorlar. Her muâyene bir “muâyene ücreti” demek oluyor. İnsanlar zamanla hastânelerden, hastâne personelinden ve doktorlardan nefret etmeye başlıyorlar. Çünkü hastalar ve de hasta yakınları hastâneyi yol ediniyor. Hastalar hastânelere bağımlı hâle geliyor. Hastaların işi bir türlü bitmiyor. Sistem işi otomatiğe bağlamış durumda. Hasta-hâneler “batak-hâne” hâline geldi. Bir giren bir daha çıkamıyor. Bu da hastaları ve yakınlarını çok fazla geriyor. Çünkü yoğunluk arttıkça çok fazla hatâ yapılıyor. Zîrâ aşırı tahlil, tetkik, teşhis, rapor, tedâvi, ameliyat vs. yapılıyor. Hastâneler “pirenin deve yapıldığı yerler” hâline geliyor. Sonuçta da hastaların hem paraları hem de zamanları hastânelerde tükeniyor. Çünkü artık hastânelere sabah girildiğinde işler akşama kadar ancak bitiyor. Aşırı yoğunluk ve hastânelerdeki o aptalca düzenlenmiş çalışma saatleri, insanların hastâneleri kalabalıklaştırmasına neden oluyor. Bu da “iyi bir muâyene” ve dolayısı ile “iyi bir teşhis ve tedâvi”yi baltalıyor. Hastalıklar geçmiyor, hastalar “deneme tahtası” yapılıyor ve “kobay” hâline getiriliyor. Bu durum bir zaman sonra hastaları ve hasta yakınlarını geriyor, sinir ediyor. Tabi en sonunda da aşırı gerginlik şiddet patlamasıyla sonuçlanıyor.

Bütün hastâneler ilaç firmalarınındır. En azı azından kamu hastâneleri öyledir. Çünkü ilaç yoksa tıp da yoktur. Tekelleşmiş ilaç firmaları, tüm sağlık alanını yönetmektedir. İlaç kimdeyse yönetici odur. Hastâneleri yönettiği gibi doktorları da onlar yönetmektedir. Doktorlar ilaç firmalarının yönlendirmesine göre çalışmaktadırlar ve buna zorunludurlar. İlaç firmaları kendileriyle ters düşen doktorları karalamakta, sürmekte yada karalayarak îtibârını düşürmektedir. Hattâ meslekten bile etmektedirler. Belki de tıpta oluşan şiddetin bir kısmı ilaç şirketlerini bir komplosudur. Şiddete uğrayan sağlık personelinin ve doktorların, ilaç firmalarıyla ters düşüp-düşmediği kontrôl edilmelidir. 

Doktorlar ve hastâne personeli çok kibirliler ve hastalara tepeden bakıyorlar. İlaç şirketlerinin o kendilerini bir şey zanneden elemanları hastaları “insandan” bile saymıyor ve saatlerce bekleyen hastaların önlerine geçerek doktorları meşgûl ediyor ve sabırlar tükeniyor. Yapılan apaçık yanlışlar şikâyet edildiğinde, devlet bu şikâyetleri iyi değerlendiremiyor ve gereğini yap(a)mıyor. Hattâ tam aksine, şikâyetçi olanı, mağdur olanı suçluyor.

Hükümet hırsla; “bizim en iyi olduğumuz alan tıp sektörüdür” diye dursun, özellikle son 3-5 yıldır bu durum bozulduğu gibi tersine bile dönmüştür. Yapılan binâlar bir işe yaramıyor ki. Yalakalar ve şakşakçılar binâların dışına, dertleri olanlar binâların içine bakıyorlar. Yapılan o görkemli(!) binâların içlerinde dertlere devâ bulunmayınca, bu binâların aslında “badanalanmış kabirler” olduğu görülüyor. Çünkü o binâların içi çürüktür. Çürük olanın bir fayda vermemesi ve hattâ zarar vermesi gibi, bu binâlar da insanlara yarardan çok zarar veriyor. Yada en azından yararları kadar zararları da oluyor. Üstelik o binâlar birer “vergi dâiresi”ne dönüşmüştür ve insanlar hastânelere gitmekten korkar olmuşlardır. Çünkü hasta bir kişi bir yakınıyla birlikte tek vesâitte hastâneye gittiği düşünüldüğünde bile, gidiş-geliş en az 10-15  lira harcıyor ki, artı şu paraları da ödemek zorunda kalıyor:

1- Alo 182 randevu ücreti.
2- Uzman doktor ücreti.
3- Üniversite hastânesinde “uzman doktor” ücreti.
4- Laboratuar ve tetkikler için fark ücreti.
5- İlaçlar yazıldığında %20 yada %10 fark ücreti.
6- Muâdil ilaç-farkı ücreti. Eczâcı katkı payı.
7- 3 kutu ilaçtan sonraki ilaçlar için alınan ücretler.
8- Ameliyat malzemesi için ücret farkı.
9- Hasta-hânelerde özel oda farkı ücreti.
10-Belli bir süre içinde aynı branşta farklı hastâneye gidildiğinde alınan ücret.

Yâni artık sağlık “paralı” hâle gelmiştir.

Peki tüm bunlara rağmen Türkiye’de insanların sağlığında bir düzelme var mı?. 25 milyon kronik hastası olan bir ülkenin sağlının iyi olduğunu söylemek dangalaklıktır. Türkiye’deki diyabet hastası sayısı 7 milyona yaklaşmıştır. Kişi-başı yıllık ilaç-tüketimi 25-30 kutu, toplam ilaç-tüketimi ise 2 milyar kutunun üzerinde olan bir ülke “hastalıktan kırılıyor” demektir. Hastalıklar ve de hastalar olanca hızıyla artmaktadır. Bu da hastânelerin yoğunlaşmasına sebep olmakta ve şiddet potansiyeli ve de şiddet artmaktadır. Hastalıktan korunma politikası da yoktur. Sağlık alanında devlet para kazanıyor ve “SGK’nın kâra geçtiği”nden bahsediliyor ki sosyâl devletlerde SGK’nın kâr etmesi söz-konusu bile olmaz. Kapitâlist ülkelere has bir politikadır bu.

Hasta-hâne=hasta evi. Hastâneler hasta-hâneler, yâni “hastaların evi” hâline geldi. Artık oradan çıkamaz hâle geldiler. Hastâneler dolup taşmakta. Bu da “tıpta şiddet”i açığa çıkarmakta. Bu saçma tıp politikasıyla tıpta yaşanan şiddetin olması çok normâldir ve de zamanla artacaktır. Çünkü hiç kimse canı-ciğeri olan, hasta olmuş yada kazâ geçirmiş olan yakınlarına yapılan olumsuz davranışı kabûl etmez. Hastâne personeli ve doktorlar, hastânelere gelen hastalara en iyi şekilde davranmak ve hızlı bir şekilde hizmet vermek zorundadırlar. Çünkü “işleri” budur ve iyi bir gelirle bu işten geçinmektedirler. Bu onların işidir ve işleri zâten budur. Hastaneler kimsenin “babasının malı” değildir. Hastaların hastâneye gelmesi “boşuna” olduğu zaman, isyân etme hakları vardır.

Tıpta şiddetin önlenmesinin en öncelikli yolu, “profilaksi” denen “önleyici tedâvi”nin yoğun bir şekilde başlatılması ve sürdürülmesidir. Bundan sonra da; tedâviye, “doğal-bitkisel tedâvi”nin de eklenmesi, hastânelerin mimârisinin hastalara en uygun şekilde yapılması ve hastânelerin hastaların en kolay bir şekilde ulaşabilecekleri yerlere kurulması, randevu-muâyene saatlerinin titizlikle ayarlanması, hastâne personelinin ve de hastaların uyarılarak ve bilgilendirilerek karşılıklı diyalog ile, hoşgörüyle ve sabırla işlerin sürdürülmesi, şikâyetlerin çok iyi değerlendirilip uyarıların-îkazların yapılması ve sağlık ocakları ve âile hekimlerinin kolayca yapabileceği işler için hastaları hastâneye yönlendirmemesi gerekmektedir. Tıpta şiddetin önlenmesi, sağlık politikalarının; ilaç şirketlerine, tıbbî cihaz şirketlerine, tıbbî malzeme üreten şirketlere ve bunlardan nemalanan kişilere göre değil, hastalara ve hastâne personeline göre düzenlemesiyle olur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder