“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve
iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Müslümanlar cihangir
devletlerini ve İslâm Devleti anlayışlarını kaybettiklerinden beridir,
mevzusunun yapılmasının bile abes olduğu konularda bitip-tükenmeyen tartışmalar
yapmışlardır-yapıyorlar. İşte bu da o konulardan biridir: İslâm’ın devlet
talebi var mı?. Bu soruyu Peygamberimize ve sahabeye sorsak, herhâlde yüzümüze
şaşkın-şaşkın bakar ve; “herhâlde aklını kaybetmiş zavallı” derlerdi. Çünkü bu
soru “modern telâkki”nin bir sorusudur ve bid’attır. Böyle bir sorunun
sorulması hem anlamsız, hem ayıp, hem de ahmaklıktır. Zîrâ İslâm, “İslâm
Devleti” demektir. En birinci amacı ve hedefi İslâm Devleti kurmak ve tüm
Dünyâ’da bir İslâm Medeniyeti oluşturmak olan İslâm dîninin bir devlet talebi
olup-olmadığını sorusuna verilecek ilk cevap; eyvaahh! demek olur. Çünkü eğer
böyle bir soru soruluyorsa müslümanların perişân bir hâlde oldukları anlaşılır.
Perişân hâlde olmayan müslümanların zâten sağlam bir devletleri vardır ki bu
nedenle ezik bir hâlde değillerdir ve böyle absürd sorular sormuyorlardır. Dolayısı
ile yazının başlığını biraz da utana-sıkıla koyduk.
Hemen söyleyelim ki İslâm’ın
devlet talebi vardır ve hem de bu devlet “Dünyâ Devleti”, “Dünyâ İslâm Devleti”
olmak şeklindedir. İslâm medeniyetinin geçmişinde “devlet-i ebed müddet”
anlayışı bulunmaktadır. “Devlet-i ebed müddet” denilerek, âdetâ “ebedî sürecek
devleti kurma” düşüncesi yatmaktadır. Buradaki ebediyetten kasıt, “devletin
uzun ömürlü olması”dır. Nasıl ki göklerde İslâm tam olarak hakîmiyetini yürütüyorsa,
yeryüzünde de tam adâletli olarak müslümanca bir yönetimin olması; zulmün
olmaması ve bitmesi için şarttır ve bu nedenle de bir İslâm Devleti’nin
bulunması elzemdir. Çünkü İslâm sâdece gönüllerde-zihinlerde tutulabilecek bir
din değildir. İslâm bir hayat-dînidir. Salt bir ahlâk dîni değildir. Felsefe
değildir. Sâdece bir söz ve sohbet dîni de değildir. İnsanlara “terapi” olsun
için gönderilmemiştir sâdece. Hayattaki zulme yâni İslâm’sızlığa bir isyandır
ve hayâtı aynen göklerde olduğu gibi İslâm’a yâni Allah’a göre düzenlemenin ve
yönetmenin pratiğidir. Bu yönetim, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet aşamalarıyla
kendini gösterir.
“İslâm Devleti’ni yüreklerde
kurun” söylemini çok yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece
yüreklere hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan
bir devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir
faydası olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (ya da hapsedilmiş) olan
devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve hattâ sektiremez.
Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tağutların ekmeğine yağ
sürer. Bu nedenle devleti sâdece gönüllerde kurmak yetmez. Fakat deniyorsa ki, “ilk-önce
yüreklerde kurun”.. eyvallah, o zaman başka. İslâm Devleti ilk-önce yüreklerde
kurulmalı ve bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş bir devlet yeryüzünde kurulup hâkim
duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve gayret netîcesinde Allah’ın yardımı
mutlakâ yetişecektir.
İslâm dîni, budist şintoist,
taoist vs. dinler gibi değildir. Hayâtın tam ortasına müdâhale etme emri olan
bir dindir. Ömer Yılmaz:
“Devletin gerekliliği konusunda müslümanlar arasında
ihtilaf olmadığından, târih boyunca müslümanlar devlet sâhibi ola-gelmişlerdir.
İslâm şehirli-medenî bir dindir, şehir-medeniyet düzeni, devletsizlik
fikrini devre-dışı bırakır. Devletsizlik olsa-olsa dağda, kırda, bayırda
kendilerini mevcut sosyaliteden soyutlayan bir avuç insan arasında mümkün
olabilir. İslâm hayâtın bütününü düzenler, hukuk vâzeder; nikâhtan alış-verişe,
mîrastan savaş hukûkuna kadar hayâtın her alanını kapsayan hükümleri vardır.
Hz. Muhammed, Medîne’de mescid, pazar, medrese kurmuş, dâvâları karâra
bağlamış, diğer devlet reislerine mektuplar yazmış, zekât toplamış, ordu
kurmuş, savaşa çıkmış, antlaşma imzalamıştır; buna rağmen “İslâm’da devlet
yoktur, İslâm siyâsetle vs. ilgilenmez” demek, insan zekâsına hakârettir.
Devletsizlik fikrini savunanlar devletin arızî
olduğunu, târihte sonradan ortaya çıktığını savunurlar; ilk insan
topluluklarında devlet yoktur. Bu takdirde “ilk insan çıplaktı, hâliyle
örtünmek de arızîdir” diye düşünülebilir, oysa örtünmenin arızî olması onun
gereksiz, zararlı ya da yok edilmesi gereken bir şey olduğu anlamına gelmez;
gerekli olduğu, ihtiyaç duyulduğu için insanlık örtünme yoluna gitmiştir. Köşede-bucakta
ilkel yaşayan bir-takım kabîleler ve mutlak çıplaklaşma eğilimindeki batı
toplumlarının bir bölümü dışında bu-gün insanlık şu veya bu şekilde
örtünmektedir. Bu, şehir-medeniyet düzeninde kaçınılmaz olarak böyledir.
Batı, üç yüz yıldan fazladır müslümanların ensesinde
boza pişirirken, batılı felsefelerin taşıyıcıları, tutunduğumuz son dalı da
kesmeye çalışıyorlar. Onların hatırına Dimyat’a pirince giderken evdeki
bulgurdan olamayız. İslâm’ın varlığa, insana, hayâta, topluma, târihe bakışı
farklıdır, bir başka deyişle İslâm, her açıdan farklı bir paradigma üzerine
kuruludur; aklı-başında her müslüman için bu böyledir. Bu açıdan İslâm’ı
devletten-siyâsetten, daha geniş plânda hayâtın herhangi bir alanından soyutlamaya
yönelik yaklaşımlar, müslüman toplumlar için zararlıdır. Bu yaklaşımla güdülen
amaç, yapmak, onarmak, ıslah etmek değil, yıkmak, bozmak, fesat çıkarmaktır.
Târih boyunca devlet sâhibi ola-gelmiş bulunan müslümanlar devlet fikrinden
vazgeçmeyecektir. Sorun devletin İslâmî bir bakış-açısı temelinde şekillenen
farklı bir felsefî yaklaşımla modern devletten ayrı nasıl inşâ edileceği, nasıl
olacağı, nasıl sınırlanacağıdır” der.
İslâm Devleti olmadığında
doğal olarak tağutların devleti olacak ve onların bâtıl devletlerinin hükümleri
yürürlükte olacaktır. Bir müslüman için bu hükümlere uymak düşünülemez. Zâten Peygamber
de (s.a.v.) bu hükümlerin yerine Allah’ın hükümlerini yeryüzüne hâkim kılmak
için seçilip gönderilmiştir. Tağutların hükümlerine karşı Kâfirûn Sûresi’nde
şöyle denmiştir:
“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza
tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza
tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size,
benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).
Eee, peki kâfirlerin dînine
(hayat-anlayışlarına, bakış-açılarına) tapmayınca yâni onlara uymayarak
hükümlerini kabûl etmeyince neyi kabûl edeceğiz?. Tabî ki vahiyle bildirilen
Allah’ın hükümlerini. Fakat bu hükümlerin uygulanacağı bir alan olmadığında bu
hükümler nasıl hayat bulacak ve uygulanacak?. İşte devlet bu nedenle vardır.
Allah’ın hükümlerinin uygulanması için devlet şarttır. Olmazsa-olmazdır.
Modern müslümanlar sürekli
olarak zulmü ber-taraf etmesi mümkün olmayan çalışmalarda bulunuyorlar. Bu
çalışma şekli otomatikman tağutlara alan açıyor. Zîrâ tağutlar bir îtiraz ile,
bir isyân ile karşılaşmıyorlar. Müslümanların İslâm Devleti düşüncesinde
olmayışları ve hattâ böyle bir düşünceden ürpermeleri onların îtiraz etmelerini
önlüyor. Bu îtirâzı yapamayınca ve yapmayınca da, sürekli olarak teorik İslâm-Kur’ân
çalışmaları yapıyorlar ki o çalışmaların bir sonunun gelmesi söz-konusu
değildir. Hattâ bu tarz çalışmalar İslâm Devleti kurmanın önündeki en büyük
engeldir. Hüseyin Alan bu konuda şöyle der:
“Sözümüz, rehberi peygamber olanların dikkatini
çekmeye dâirdir. Devlet ve mülk konusunda işin temelini oluşturan rablik ve
ilahlık bağlantısını anlayamamak, ya da dikkatlerden uzak tutmak, İslâm’ı, Kur’ân’ı
ve peygamberin örnekliğini doğru anlamamaktır. Bu durumda modernizmle karşılaşan
müslümanların modernizme karşı cevap üretirken “kaynağa dönüş”, “öze dönüş” ve
“anlama” çabaları ve çağrıları, insan kalabalıklarını tevhîdi temelde yeniden
örgütleme faaliyetlerine dönüşmeli, nihâyetinde İslâm Devleti kurma hedefinde
buluşturmalıdır.
Devleti, mülkü merkeze almayan çabalar müslümanlara
değil modernizme fayda sağlamakta, modernizm içinde mânevi hazzı sağlarken,
dîni de ahlâkçılık dînine dönüştürmektedir. Çünkü bir müslüman’ın dünyâ-hayâtında
varlık gerekçesi ve imtihan bilinci olarak nihâi amacı devlet kurmak, bu
güç-mülk ve devletle fitneyi yeryüzünden kaldırmaktır. Bunun sonucunda dînini
tam olarak yaşamak ve insanlara hak dâveti ulaştırmaktır.
Bu nedenle bir müslüman bilir ki, devleti olmayan müslüman,
her tür tehlikeye açık durumda, sokakta çıplak ve korumasız kalan insan
gibidir. Çünkü o şartlarda dînini, neslini ve aklını koruyamaz. Nihâyet
kenti, toplumu ve devleti dönüştüremeyen müslüman, bu nedenle kendini dönüşmüş,
dînini değiştirmiş, kavmi içinde helâk olanlarla birlik olmaya râzı olmuş hâlde
bulur.
Buna rağmen özne rôlüne soyunan günümüz insanının
kaynağı yeniden okuma adına, geleneğe karşı durarak vâr olma çabası doğru
rotayı tâkip etmemektedir. Kaynağa dönüş, yeniden anlama ve eğitim çalışmaları,
devlet ve mülk gerçeğine temâs etmediği, bunu gündem ederek aşmaya ve
yapılanmaya çalışmadığı her durumda, detaylarda boğularak modern kalmaya
mahkûmdur. Modernin içinden, modern düşünüş ve parametrelerle gelenek eleştirisine
dayalı vâr oluş, modern akledişle üretilen her bilgi, türedilik üretecek,
küreselliğin içinde sistemi besleyen sonuçlara yol açacaktır.
Diğer taraftan, devlet ve mülk konusunu eksene
almadan, konuyla bağlantılı donanıma sâhip olmayı düşünmeden, bu uğurda
eksiğini-gediğinin hâlletmeye çabalamadan, olup-bitenlere bigâne kalarak teolojik
tartışmalarla rahatlamayı kâr saymak gibi bir anlayışın önünün açıldığına da şâhit
olmaktayız. Geleneğimizde gördüğümüz hâricilik, tekfircilik ve elfâz-ı küfür
bahsinin yeniden canlandırılması bu. Devlet ve mülk sâhipliğiyle mücâdeleyi
merkeze alması gerekenler, onun yerine selâmı yaygınlaştırmak, Allah’ın
kullarına hakîkati tebliğ etmekle sorumlu olduğu ahâliyle teolojik kavgayı sürdürerek
hedef-şaşkınlığı yaşamaktadır. Dolayısıyla enerjisini, bilgisini, neslini doğru
hedef yerine modernizme sunmaktadır.
Nitekim küresel sistem, devlet ve mülk konusuna temâs
etmeden yapılan Kur’ân çalışmalarının sözcülerine ve ürünlerine geniş alanlar
açmakta, teolojik tartışmalar yanında gelenek eleştirisini teşvik ederek bu
anlayışın yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Teolojik tartışma konuları,
yeniden-yeniden anlama çabaları mâsûmâne niyetlerle devâm etse de, sistem bu
gibilere kendi içinde meşrûiyet alanları sağlayarak nesilleri boşa
çıkartmaktadır. Devletin stratejik aklı biliyor ki teolojik tartışma
çerçevesini aşmayan yeni telâkki üretimleri, ne yapılması ve nasıl yapılması
aşamasına geçemeyecektir. Buysa İslâm’ı ve müslümanlığı anlamanın önünde en
büyük engel olmaya devâm edecektir.
Bir nakilde Hz. Peygamber’in bir-gün arkadaşlarıyla
otururken şöyle söylediği belirtilir: “Bir zaman Sultan ile Kitab’ın
ayrıştığını göreceksiniz. Sultan’dan yana olsanız ateşe gidersiniz. Kitap’tan
yana olsanız, öldürüleceksiniz. ‘Öyle bir zamâna erişirsek ne yapalım ey Allah’ın
elçisi’ diye sordular. ‘Kitap’tan yana olun’ dedi. ‘O nasıl olacak’ dediler. ‘Îsâ’nın
şâhitlerinin yaptığını yapın’ dedi. ‘Onlar ne yaptılar ya Resûlullah’ diye
sordular. ‘Kitaptan yana oldular, şehit edildiler’ dedi” (İbn-i Hacer,
Heysemî, Taberânî)”.
Ali Bal:
“Yeryüzünde fitne kalmayınca ve din yalnızca Allah’ın
oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara 193, Enfâl 39) âyetinden de
anlaşılacağı gibi, İslâm, yeryüzünde barış ve adâletin hâkim olmasını amaçlayan
ve bu nedenle yeryüzünde barış ve adâleti ortadan kaldırarak zulmü, ifsâdı,
tuğyânı hâkim kılmaya çalışan küresel egemenlere, onların kurumsal varlıkları
olan devletlerle ve paktlarla savaşmayı emreden bir dindir. İslâm, İslâm
toplumu üzerinde referansları İslâm/Vahiy olmayan ideolojilerin ve onlara
dayalı siyâsal sistemlerin/rejimlerin iktidâr olmasını kabûl etmez. Müslümanlar
İslâm toplumu olarak kendi devlet örgütlenmelerini oluşturmadıkları sürece ‘tabiat
boşluk kabûl etmez’ ilkesi gereği başka dünyâ-görüşleri/ideolojiler ve bu
ideolojilere dayalı sistemler mevcut boşluğu dolduracaklardır.
Tevhid, şirk, tağut, cihad gibi temel İslâmî
kavramları devre-dışı bırakan, “Muhâfazakâr İslâm”, “Ilımlı İslâm” gibi batı’cı,
reel-politikçi, uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir İslâmî form üzerinden İslâm
Devleti kavramını mahkûm etmek insaflı bir tutum olmaz. Bu-günkü form, küresel
hegemonyanın icâzeti ile devlet-erki eline teslim edilmiş sahte bir İslâm’cılığın
devletçiliğine uyar ki, biz buna İslâm Devleti demiyoruz. Samîri’nin buzağısına
uyan devlet işte bu devlettir ve Kur’ân, onu gönüllerine yerleştiren İsrâiloğullarına
“müşrik” diyor.
Sözünü ettiğimiz İslâm Devleti’nin referansı Kur’ân’dır
ve bu devlet, yönetme hırsıyla hareket edenlere imkân tanımaz. İslâm Devleti,
On Emir’de kendisine “Öldürmeyeceksin” ilkesinin indirildiği Hz. Mûsa’yı, iki
tarafı da dinlemeden karar verdiği için pişman olup Allah’tan af dileyen Hz.
Davud’u, Kral-Peygamber olarak dönemin cihan devletini yönettiği halde
karıncayı dâhi incitmeyen Hz. Süleyman’ı referans alan bir devlettir; Nemrutları,
Firavunları, Kârunları referans alan bir devlet değil” der.
“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar
arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin
savunucusu olma” (Nîsâ 105).
Şimdi bu âyet 1.400 yıl önce
Peygamberimize hitâp ettiği gibi, şimdi de başta devlet yöneticilerine olmak üzere
bana-bize de hitâp ediyor. Şu hâlde laikliğe göre bu hitâba kayıtsız kalmam
isteniyor ve “devletsizlik” düşüncesi dayatılıyor. Îtiraz edince de
terörist/aşırı vs. gibi yaftalamalar yapılıyor. Yâni İslâm Devleti talebinde
bulunmak terörist îlan edilmek için yetiyor. Fakat bu durum müslümanı
korkutamaz. Müslüman bilir ki İslâm’ın kendisine emrettiği ve kendisinden
beklediği şeyler vardır ve bu beklentiler bir İslâm Devleti olmadığında gerçekleşemez.
İslâm Devleti olmadığında din de yarım olur, akim kalır.
Abdulhakim Beyazyüz:
“İslâm’ın devlet talebi
var mıdır?” sorusuna doğru cevap vermek için, İslâm’ın fert ve
topluluklardan/ümmetlerden neler istediğine bakmak gerekmektedir. İslâm dîni,
müntesiplerinden Allah’ın rablığını/terbiye ediciliğini, daha önce verdikleri
ahde (7/171) sâdık kalarak kabûl etmelerini ve böylelikle kendisi için
yaratıldıkları hilâfet görevini yerine getirmelerini, dolayısıyla rablerinin
irâdesinin tecellileri olmalarını istemektedir. İnsanların bunu gerçekleştirmeleri
için de tevhidi, adâleti ve paylaşımı, hukûkun üstünlüğünü ve barışı
hayatlarının merkezine alıp, bunu yaymaya çalışmaları ve yanı-sıra bu değerleri
referans alan diğer inananlarla velâyet hukûku içinde berâberce hareket
etmelerinin gerektiği açıktır. Bu ise doğal olarak İslâm’ı referans alan bir
siyâsal organizasyon içinde olmalarını gerektirecektir. Devlet en büyük siyâsal
organizasyon olarak tanımlandığına göre, demek ki İslâm’ın müslümanlardan şartlarının
ve imkânlarının izin vermesi durumunda, siyâsal örgütlenmelerini devlet
düzeyine çıkarmalarını istediğini rahatlıkla söyleyebiliriz” der.
Hüseyin Alan:
“Çağımız fesadın, nifakın ve şirkin yaygın şekilde
egemen ve iktidâr olduğu bir çağdır. Bu çağın fitnesi ise: “devletin dini
olmaz. Devletin, meliklerin ve kralların bir yolu ve dâvâsı yoktur. Din
siyâsete, ekonomiye ve sosyâl örgütlenme alanına müdâhale etmemelidir. İslâm’ın
da bir devlet talebi yoktur. Devlet tüm dinlere karşı nötr olmalıdır. Yâni
devlet dinlere karşı eşit mesâfede durmalı, birini diğerine karşı “hak ve
üstün” tutmamalıdır. Aksi-hâlde anarşi çıkar, kaos olur, din totaliter bir
anlayışa ve dayatmaya dönüşür. Bu bakımdan devletin dîni adâlettir. Devlet
başkanı âdil olduktan sonra, gayr-i müslim de olsa ona itaat edilmelidir”.
Bu şu demektir: “İslâm tek hak din değildir. İslâm
diğer dinlere karşı üstün de değildir. İslâm ne kadar hakkı temsil ediyorsa,
diğer dinler de aynı şekilde hakkı temsil etmektedir. O nedenle hak ve bâtıl ayırımı
olmadığı gibi İslâm ve câhiliye ayırımı da yoktur. İslâm yönetemez. Allah, bu
çağa emretmekten, bu çağı hidâyete ulaştırmaktan âcizdir. Kitabın emir ve
yasaklar bildiren hükümleriyse târihseldir. O nedenle hükümler geçmiş şartlarla
bağlı, o dönemi ilgilendiren boyutlarıyla değerlendirmelidir. Dînin evrensel
olan ve günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan mesajıysa ahlâk, erdem, ibâdet ve
mâneviyattır. Bu bakımdan din bireysel olup toplumsal alana karışmaz. Aksini
söyleyenler dîni bozmakta, dîni siyâsete, dîni ekonomiye, dîni sosyâl hayâta
âlet etmektedirler”. Özetle, “müslümanlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet
değildirler” demektir. Görüldüğü üzere hak batılla karıştırılmaktadır.
İslâm, âhirette bulacağı karşılığa
uygun biçimde dünyâ-hayâtı düzenlemeyi ifâde eder” der.
Abdurrahim Şen, güçlü bir devletin
şart olduğundan bahsederken şunları söyler:
“Neden
İslâm coğrafyası, emperyâlist devletlerin çıkar çatışmalarını, sömürme uğruna
kanlı savaşlarını kolaylıkla sahneleyebildikleri bir saha hâline geldi?. Bu
nasıl oluyor?. Çünkü bu kirli ve kanlı oyunlarını oynamalarına izin vermeyecek,
koruyucu bir devlet yok. Müslümanların en şeni katliamlar sonrasında çâresizce
duâya sığınmaları dâhi böyle bir çâresizliği ortaya koyuyor. Evet, bu
oryantâlist söyleme teslîm olmuş kişiler, normâl işlerinde müslümanların sâdece
duâya yeltenmeleri konusunda akıllarını harekete geçirerek ‘fiîli duâ, fiîli
duâ’ diyorlar. Ama kendileri şu mezâlimler karşısında duâ ediyorlar, en iyi söz
ustaları, Allah için, ‘bunun duâsı bir İslâm devletinizin olmasıdır’
demiyorlar. Düşünün bu insanlardan birinin bacasını alev sardığında 110’u,
evine hırsız girdiğinde 155’i, herhangi bir yakınına tıbbî müdâhale
gerektiğinde 112’yi aramıyor mu? arıyor. Yâni devlet kapısına gidiyor.
Müslümanların kanları oluk-oluk akıtılırken, servetleri yağmalanırken,
iffetleri kirletilirken, arşı titreten imdat çığlıklarını ulaştırabilecekleri
bir devlet, bir ‘âcil hat’ yok. Şu pespâye mantığa bakın, şu mezâlimi yaşarken
bile koruyucu kalkanın gerekli olmadığını şehvetle savunabiliyorlar. Dünyâ’da
bugün 2 milyara yakın ümmet kendi coğrafyasında sürgünde yaşatılıyor. Kendi
coğrafyasında, fakat yabancı hukuk ve siyâsî vesâyet altında. Bundan daha
aşağılayıcı bir sürgün olabilir mi?. Bunlar bu ümmetin aydını, âlimi olamazlar.
Ümmetle bağını kopartmış, hislerini kaybettiği için ümmetinin acılarını
anlamıyorlar. Bakın, Gazali, Ebû Bekir el-Esam dışında İslâm mezhepleri
içerisinden hilâfetin farz yâni devletin zorunlu olmadığını söyleyen bir-tek
kişinin dâhi çıkmadığını söylüyor. Cürcani, Hilafet hakkında ‘dînin
maksatlarının en mühim olanıdır. Zîrâ beş temel maksadı têmin edecek olan ahkâm
ancak onun sayesinde uygulanabilir’ diyor”.
Kur’ân’da “devlet” kelimesi geçiyor mu?” diyorlar.
“M-l-k” kökünden gelen “mülk” kelimesini âyetlerde “devlet” anlamında
kullanılır; fakat “milk” olarak okunursa “mal” ve “servet” anlamındadır.
Türkçe’ye her ikisi de (mal ve devlet) “mülk” olarak geçmiştir. Ama Arapçada
“mülk” ve “milk” ayrıdır. Kur’an’da “mülk”, yâni “devlet” kavramı defâlarca kez
geçer. Melik olarak anılan kişi, “mülkü idâre eden kral veyâ devlet
başkanı”dır.
Şu da var ki; İslâm
devletinden başka devlet olmaz. Çünkü Allah’ın hükmünden başka hüküm olmaz.
İslâm devleti “Allah’ın krallığı”dır.
“İslâm’ın devlet talebinin
olması” demek, “İslâm’ın iktidâr talebinin olması” demek”tir. “İslâm’ın devlet talebi
yoktur” sözünü, “Kur’ân’da devlet kavramı yoktur” düşüncesinden yola çıkarak
söylüyorlar. “Kur’ân’da geçen ‘deuleten’ kelimesi bildiğimiz anlamda devlet
değildir” diyorlar. Yâni “Kur’ân’da ‘devlet’ kelimesi yoksa İslâm’ın devlet
talebi de yoktur” demeye getiriyorlar. “Kur’ân’da olmayan şeyi hayatta da
ortaya koyamazsınız” demeye getiriyorlar. Herkes Peygamber’den daha âlim ve
sağlam mü’min olmuş sanki. Peygamber’in bir devlet kurduğu da gerçektir. O
hâlde Peygamber Kur’ân’da olmayan bir şeyi mi yapmış ve de kendine göre mi hareket
etmiştir?. Bu soruya da cevap verilmesi gerekir. Hayır, aslâ ve hâşâ!.
Peygamber, devleti yâni iktidârı da Kur’ân’dan ilham alarak kurmuştur ki zâten
Allah bunu bahsettiğimiz âyetlerle emreder.
İslâm Devleti olmadığında
tağutların devleti ve kânunları olacağından, İslâm kânunları yok demektir.
Hâlbuki Allah Kur’ân’da tağutların hükümleriyle amel edilmesini şirk olarak
belirtir ve o hükümlerle amel edilmesini yasaklar:
“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten
inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut’un önünde muhâkeme
olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan
onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
“O, hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf 26).
“Hüküm ancak Allah’ındır. O da, kendisinden başkasına
kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler” (Yûsuf 40).
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve
onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni
saptırmalarına dikkat et. Eğer (Allah’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki
(bununla) Allah ancak günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister.
İnsanların bir-çoğu da zâten fâsıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar
câhiliyye (İslâm-dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre
hükmü bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Mâide 49-50).
Kur’ân devlet istiyor mu
sorusunun cevâbı şu âyetlerdir:
“Bir vakit Mûsa halkına: “Ey halkım!” demişti,
“Allah’ın size bahşettiği nîmetleri hatırlayın ki O, aranızdan peygamberler
çıkarmış, sizi Melikler kılmış (kendi-kendinizin efendisi yapmış) ve
Dünyâ’da başka hiç kimseye göstermediği lütfunu size göstermişti” (Mâide 20).
“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve
iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz
Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).
“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta
bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).
“Onlar o mü’minlerdir ki, eğer kendilerine
yer-yüzünde bir iktidar mevkî verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı
verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar” (Hacc 41).
“O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size
verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti.
Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O,
bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm
165).
Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi
(cennet değil) yapmakla mükellefiz. Cennet Dünyâ’dan başlar zîrâ:
“Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize
Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’
der” (Bakara 201).
“Allah selam yurduna (cennete)
çağırıyor ve dilediğine de bir doğru yola hidâyet buyuruyor” (Yûnus 25).
“Ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar.
Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nûrunu tamamlamaktan başkasını istemiyor” (Tevbe 32).
“Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek
istiyorlar. Oysa Allah, kendi nûrunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile”
(Saff 8).
Şu âyetler de, müslümanların
yeryüzünde iktidar olmasından bahseden âyetlerdir: A’raf 56, 74, 85, 129; Enfâl
67; Yûnus 14; Kehf 84; Hac 41; Nur 55; Kasas 5; Fâtır 39; Sâd 26, Mü’min 29; Mâide
54-56; Tevbe 14.
Allah’ın nûru,
bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecinin sonunda, aynen göklerde olduğu
gibi yeryüzünde de Allah’ın sözünün-emrinin hâkim olmasıdır. Zâten ancak bu
şekilde Dünyâ cennetin bir “şûbesi” olabilir ve insanlar ancak İslâm Devleti ve
Medeniyeti gerçekleştiğinde -Dünyâ’nın doğal zorlukları hâriç- diğer
zorluklardan-zulümlerden kurtulabilir ve insan gibi yaşayıp mutlu-huzurlu
olabilir.
Devlet; “dîn-u devlet”tir
vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Mart 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder