“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri
veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir
delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ
144).
Aslında müslümanarın ebedî
ve ezelî ötekisi Şeytan’dır. Fakat şeytanı sâdece kişisel ve soyut anlamda “öteki”
îlan etmek Dünyâ’daki sorunları-zulümleri bitirmiyor. Yâni sâdece “içimizdeki
şeytan”ı ötekileştirmek yetmiyor, “dışımızdaki şeytan”ın da ötekileştirilmesi
gerekiyor ki zulümler bitip hak ve hakîkat ortaya çıksın ve adâlet herkes için
Dünyâ’da hâkim olsun. Zîrâ müslümanları “öteki” îlan eden batı toplumları, bu
nedenle 1.400 yıldır müslümanlarla uğraşıyor ve bu konuda el-birlik hareket
ediyorlar.
Batı toplumu, modern zamanlarda
bir-birleri ile bir-çok savaşlar yapmışlardı; 30 yıl savaşları, 100 yıl
savaşları, 1. ve 2. Dünyâ savaşları gibi bir-birlerini yedikleri bir-çok
savaşlar. Bu savaşlarda hep kendileri kaybetmişler ve zarar görmüşlerdir. İşte
bu nedenle buna bir çözüm aramışlar ve kendi içlerinde savaşmamak için başka
birilerine düşman olmak ve onları “öteki” îlan etmek zorunda kalmışlardır.
Çünkü Şeytan, batı’nın-hristiyanların “kadim ötekisi” değildir. Öteki olarak
şeytanı ötekileştirmemişler ve onu (şu-anda müslümanların da yaptıkları gibi) sâdece “kişisel öteki” olarak görmüşlerdir.
Zâten hristiyanlık genelde “kişiselliğe” önem veren bir dindir.
Gerçekten de bir toplumun “öteki”si
olmadığında kendi içinde didişmeye ve savaşmaya başlar. Fakat öteki îlan
edilecek olan nedir ve kimdir?. Öteki olarak, “insan” ötekileştirildiğinde,
ötekileştiren toplum kendi içinde didişmeyi ve savaşmayı bırakarak birlik olup
öteki îlan ettiği ile didişip savaşmaya başlar ve böylece kendi içinde birliği
sağlayabilir. Fakat bu durumda “öteki” îlan ettiğini sömürür ve kullanmaya
başlar. Ona sürekli bir tasallut kurar. Yâni zulmeder. Bu nedenle de insanın
çilesi bitmez. Sâdece “mazlum insan kesimi” değişir. Yâni bir coğrafyadaki
insanlar zulümden kurtulurlarken, diğer coğrafyadaki insanların mazlûmiyeti
başlar. Dolayısı ile yine sâdece “insan” kaybeder. Dünyâ’nın tamâmına
uygulanacak bir adâlet, merhâmet ve huzur düşüncesinden uzak olan batı ve hristiyan
(“nasara” değil) toplum, böylelikle Dünyâ’yı yakıp yıkıyor ve kendi çıkarı için
insana yakışmayacak tavırlar sergiliyor. Zamanla merhâmetten tamâmen uzaklaşan
batı toplumları, tüm Dünyâ’yı hem sömürüyor hem de yakıp yıkıyor. Bunu el-birlik
içinde gerçekleştiriyorlar. İslâm, bu derece bir ötekileştirmeyi kabûl etmez.
Aslında batı kendi içinde
mutlak bir birlik içinde değildir ve gerek eski zamanlardaki savaşlardan, gerekse
milliyetçi-ırkçı üstünlük iddialarından kaynaklanan kinler sebebiyle bir-birleriyle
gerçek bir dostluk hâlinde değildirler, olamazlar da. Fakat öteki îlan
ettiklerine karşı birlikte hareket etmek zorunda olduklarının da farkındalar.
Aksi-hâlde bir-birleriyle çekişmeye başlıyorlar çünkü. Zâten bu, sünnetullah
gereği böyledir:
“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize
düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah,
sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Demek ki kim bir-biriyle
çekişmeyi bırakıp da birlik olursa bir güç elde eder ve hâkimiyet kurar. Allah
bu hâkimiyeti mü’minlerin kurmasını istiyor. Zîrâ ancak vahye göre kurulacak
olan birliğin sonunda huzûra ulaşılır.
Ölümden çok korkan ve ölmemek
için her-şeyi yapmaya çalışan batı, bu sahte birliği ölümden kurtulmak için
kurmuştur. Bu nedenle de kendilerini tam olarak garanti altına almadan öteki îlan
ettikleriyle savaşamazlar ve mücâdele edemezler. Kur’ân bunu şu şekilde
belirtir:
“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar
arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki
çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri
paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla
böyledir” (Haşr 14).
Gerçek bir birlik oluşturamamış
olmaları ve sağlam bir âhiret inançlarının olmaması onları bu şekilde
davranmaya iter. Müslümanların-mü’minlerin gerçekleştirecekleri birlik ise
bunun gibi değildir. Çünkü mü’minlerin ulaşmayı istedikleri gerçek hayat “cennet
hayâtı”dır ve bu nedenle ölümden diğerleri gibi korkmazlar.
Mü’minlerin gerçek ötekileri
şeytan olduğu için, diğerlerini (batı’yı) “dost olmama” anlamında sûni ve
geçici olarak ötekileştirirler, ötekileştirmelidirler. Zâten Kur’ân, onlarla
dost olunup onlar gibi davranıldığında aynen onlar gibi olunacağını söyleyerek,
insana karşı mutlak bir ötekileştirmenin ve zulmün yapılmaması için onlarla
“dost” olunmamasını ister:
“Ey îman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar
(veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları
kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler
topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide
51).
Müslümanların mevcut hâl-i
pür melâllerinin nedeni, müslümanları “öteki” îlan edenlerle dostluk kurmaları
ve üstelik bu dostluğu, mü’minleri bırakıp da yapmalarıdır. Hattâ mü’minlerin
aleyhine olan bir dostluk kurma biçimidir bu. Öyle ki; kâfirlerle-düşmanlarla
birlik olarak mü’minlerle savaşıyorlar. Mü’minlere karşı kâfirlere yardım
ediyorlar. Çünkü kâfirleri dost îlan etmişler ve mü’minleri ise
ötekileştirmişler ve düşman îlan etmişler. Yâni batı’nın ötekileştirmesine ayak
uydurmuşlardır. İşte mü’minlerin anasını ağlatan nokta budur. Müslüman devletlerin
lîderleri, kendilerini öteki îlan edenlere yaltaklanarak onlarla dostluk
kuruyorlar ve onların direktiflerine göre hareket ediyorlar. Allah’ın emrine,
Kur’ân’ın âyetlerine ve Peygamberin
örnek uygulamasına (sünnet) rağmen. Bu nasıl bir îmansızlık, nasıl bir eziklik
ve nasıl bir komplekstir?. Nasıl bir yenilmişlik psikolojisidir?. Bu nasıl bir korkudur ki kendini “öteki” îlan
edenlere bunun için destek oluyor?. Stockholm Sendromu (tecâvüzcüsüne âşık
olmak) bu değil midir?. Müslümanlar nasıl bir sendroma kapılmışlardır?.
Özellikle laik-demokratik müslüman(!) ülkeler öyle bir duruma gelmiş ki; Kur’ân’ın
ana-kavramlarını duyduklarında hem korkup benizleri atıyor hem de o kavramlara
düşman oluyorlar. Hattâ o kavramları batı düşüncesi merkezinde aşırı yoruma tâbi
tutarak anlamını değiştirmeye kalkıyorlar. Cihad, hizbullah, direniş vs. gibi
İslâm’i kavramları sanki şeytan âyetleri gibi görüyorlar. Neredeyse “müslüman”
sözünden bile irkilir oldular ve “müslümanım” demekten utanır hâle geldiler.
İşte bu, bir cezâdır. Bu cezâ kendini zillet ile gösterir-gösteriyor. Öyle bir
zillete düşülmüş ki, müslümanlar kendilerini zillete düşürenlere hayran
olmuşlarken; müslüman kardeşlerine düşman olmuşlar. Hem de açlıktan-susuzluktan
ölen, üzerlerine bombalar düşerek parçalanan, üstelik kendilerinden
feryât-figân yardım isteyen kardeşlerine kin duyabilecek kadar olan bir
düşmanlık. Çünkü biz laik-demokratik-modern bir ülkeyiz ya!.. “Üçüncü Dünyâ”nın
ilkel insanlarıyla dostluk kuracak değiliz ya’; tabî ki de modern batı’yla
dostluk kuracağız ve onlarla iş-birliği yapacağız…
Batı’yla dostluk kurup,
onlarla iş-birliği yapabilirsiniz. Hattâ bırakın batı’yı, şeytanla bile dost
olup onun direktiflerini harfîyen yerine getirebilirsiniz. Fakat; bunu müslüman-mü’min
olarak yapamazsınız. Böyle bir şey imkânsızdır. Ne Kur’ân’da, ne de Peygamber örnekliğinde
buna yol bulamazsınız. Çünkü buna müslümanlık-mü’minlik değil, münâfıklık ve hattâ kâfirlik denir. Münâfık ve kâfir
olmadan bu dostluk kurulamaz ve devâm edemez.
Müslümanlar mevcut zulümden
ve adâletsizlikten kurtulmak istiyorlarsa, şeytanı “ebedî ve ezelî öteki” îlan
ederlerken; batı’yı da “geçici öteki” îlan edeceklerdir. Onlarla dost olmayı
bırakacaklar ve kendi içlerinde kardeşliği kurup dost olacaklardır. Böylelikle
birlik olup bir güç hâline geleceklerdir. Maddî ve mânevi bir güç. Zâten hak ve
bâtılın ayrılması ve açığa çıkması için bu bir zorunluluktur. Kâfirlere karşı
“siyâsal bir hicret” gerçekleştirmeli ve onlardan uzaklaşılmalıdır. Böylelikle
mü’minler gerçek bir toplum kurarak hakkı ortaya koymalıdırlar ve sonuçta da bâtıl
dımdızlak ortaya çıkmalıdır. Hak ve bâtıl ayrılmadıkça ne hakkın ne olduğu ne
de bâtılın ne olduğu belli olmaz. Hak ve bâtıl bir-birine karışır ve hak, bâtıl
zannedilirken; bâtıl da hak zannedilir ve insanlar kötülük işleye-işleye iyi iş
yaptığını sanır:
“De ki: ‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna
uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün
çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.
İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık
onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı
tutmayacağız” (Kehf 103-105).
Batı hristiyanlığını yâni Hristiyanlığı “Nasara’”
saymak çok da doğru olmaz. Çünkü hristiyanlık Roma’nın kendi kodlarına ve
köklerine uygun olarak seçerek kabûl ettiği pagan sentezli bir dindir.
Nasrâniliğin-İseviliğin hristiyanlığa dönüştürülmüş şeklidir. Böylece ortaya
“greko-romen hristiyanlık” çıkmıştır. Zâten batı’nın greko-romen uygarlığı
tâkip etmesi, hristiyanlık adı altında yapılır. Batı, işte bu zihniyetle
İslâm’ı ötekileştirmiştir ve bunu yapmaya devâm etmektedir. Celaleddin Vatandaş
bu konuda şunları söyler:
“Haçlı Seferleri sırasında Avrupalı
savaşçılar kendilerini ‘batı’ olarak lanse etmiş ve müslümanlara Serazenler
adını takmıştır. Genel olarak ‘hristiyan olmayan’ anlamına gelir.
Hristiyan/seküler batı dünyâsı İslâm’ı her zaman düşman olarak görmüş, sâdece
bâzı zamanlarda bu düşmanına yönelik gerçek duygularını kısmen örtme ihtiyâcı
hissetmiştir. İslâm ve müslümanlar, Hristiyan/seküler batı’nın ‘1400 yıldır
değişmeyen öteki’sidir.
Hristiyanlığın ‘son ve doğru din’
olma iddiâsını sona erdirdiği için İslâm’ı düşman îlân eden Kilisenin kontrôl
ve yönetimindeki batı’nın, İslâm’a yönelik husûmeti, Kilisenin çöktüğü çağda da
değişmedi. Kilise’nin yerine modernizmin mâbetlerini inşâ eden, dînî hayâtın
her biriminden kovan modem batı’nın bu yeni dönemdeki en önemi vaâdi ‘özgülük’
idi. İnsanı bütün esâret bağlarından kurtaracaktı. Dediğini kendisi için büyük
oranda gerçekleştirdi. Fakat özgürlüğünü tanrısına rağmen inşâ etti. Bunu ise
ilginç bir şekilde yaptı: Özgürlüğünü, hayâtında, düşüncesinde ve kâlbinde
tanrısını öldürerek yaptı. Öldürdüğünün tahtına kendisi oturdu ve doğanın,
evrenin, hakîkatin, insanın büyüsünü bozdu”.
Bir yazıda şöyle denir: “Bir
batı’lıya edebileceğiniz en büyük küfür ona ‘öteki’ demektir. Bu adamlar
kendilerinin ‘asıl’ olduğu konusunda sınırsız bir komplekse sâhiptirler. Onlar
moderndirler ve modernlik ‘târihin zirvesi’dir. Modernliğin ötesine geçilemez,
modern olmayanlar için modernleşmekten başka bir ilerleme yolu bulunmaz”.
Batı’yı “öteki” îlan
etmek, onlarla dostluğu kesip, yeniden mü’minlerle dostluk-kardeşlik kurmak
demektir. Zâten batı, dostluktan
anlamaz. Onlar sâdece kendi çıkarlarını (reel-politik) düşünürler ve
başkalarının kötü durumları onları ilgilendirmez. Hattâ bu duruma sevinirler
bile:
“Ey îman edenler! sizden olmayanları sırdaş
edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir
sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa
vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi
açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz,
oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle
karşılaştıklarında ‘inandık’ derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size
olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak-uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kin ve
öfkenizle ölün!’. Şüphesiz Allah, sînelerin özünde saklı duranı bilendir. Size
bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna
sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hîleli düzenleri’
size hiç-bir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır” (Âl-i İmran 118-120).
“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve
hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol,
Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ
(istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır,
ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
“Batı’yı öteki îlan etmek”
demek, batı’nın bizi îlan ettiği gibi bir öteki îlan etmek değildir. Batı’nın
ötekileştirmesi gibi bir ötekileştirme değildir. Dediğimiz gibi; mü’minlerin “mutlak
ötekisi” şeytandır. Zâten İslâm’da insanın, batı’lıların yaptığı şekilde ötekileştirilmesi
yasaktır, günahtır. Batı’yı öteki îlan etmek, hak ve bâtılın açığa çıkması ve tarafların
ayrılması; ayrıca mü’minlerin bir-birleriyle didişmekten kurtulup kendi aralarında
sıkı bir kardeşlik-bağı ve dostluk kurmaları için “geçici bir
ötekileştirme”dir.
Batı’yı tümden
ötekileştirmek de doğru değildir. Çünkü bu; “mümeyyiz akla” uygun bir davranış
olmaz. İnsanların hepsi bir değildir zîrâ. Bu sebeple Allah Kur’ân’da bizi şu
şekilde uyarır:
“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi
yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adâletli
davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adâlet yapanları sever. Allah,
ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları
ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden
sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zâlimlerin ta kendileridir” (Mümtehine 8-9).
İslâm’a göre sürekli olarak
iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern dünyâda
İslâm toplumu, câhiliye toplumu; câhiliye toplumu ise İslâm toplumu olarak
gösteriliyor ve müslümanlar da bunun böyle olduğunu zannediyor. Bu durumdan ise
müslümanlardan başka zarar gören yok. İşte bunu tersine çevirmenin yolu hak ve
bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun ayrılmasıdır ki bu ayrılık bir
çeşit ötekileştirmedir. İşte ancak bu “geçici ötekileştirme” ile bâtıl açığa
çıkacak ve hak ve adâlet ortaya konacak ve Allah’ın sözü yeryüzünde hâkim
olacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Mart 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder