“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
“Onlar, dünyâ-hayâtından
(yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten ise gâfil olanlardır” (Rûm 7).
Filozoflarla peygamberler
arasındaki en önemli fark, filozofların “örnek alınamayacak kişiler” olmaları,
peygamberlerin ise, “bir örneklik ortaya koymak için seçilip gönderilmiş
olmaları”dır.
Kur’ân, “filozof Muhammed”in
yazmış olduğu bir Kitap değil, Resûl-Nebî olan Muhammed’e indirilen bir Kitap’tır.
Çünkü İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden ve sâdece bilgilenmek için
gönderilmiş bir felsefe değildir. İslâm Dîni bir “hayat felsefesi” değil, bir “hayat
tarzı”dır. Bu hayat-tarzı, hakkın ve hakîkatin tek ve en doğru göstergesidir.
Bilim ve felsefe, dîn
etkisizleştiğinde ortaya çıkar ve etkili olur. Felsefe, “Allah’ı hesâba
katmadan” düşünme, konuşma ve yazma etkinliğidir. Felsefe, bir “söz
tapıcılığı”dır. Felsefe, eyleme dönük değildir ve masa-başı işidir. O yüzden
İslâm’da temel bir konu değildir. Zîrâ İslâm, amele-eyleme dönük bir din’dir. Felsefe
“eylemi olmayan şey”dir. Vahiy de eylemden koparıldığında felsefeye döner. Peygamberi olmayan yâni pratiği olmayan dinler, bir ahlâk
felsefesi olmaktan öteye gidemezler. Çünkü zamanla felsefeye dönüşürler.
Felsefe
târihi; filozofların “bir mûcize olarak” yaratılmış olan varlığı net olarak
açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah bilir) varlığı ya “mutlak
varlık” olarak görmeleri, yada varlığı yok saymalarının târihidir.
Aklı ilahlaştıranlar,
“ortaçağ düşüncesi” diyerek ortaçağa düşman oluyorlar fakat, felsefenin
başladığı M.Ö. 600’lü yılları ve Platon, Aristo felsefesini, aklını ve
mantığını dillerinden düşürmüyorlar. Modernler; “insan aklı gelişti, artık
dinlere gerek yoktur” diyorlar ama Hristiyanlık ve İslâm’dan önce ortaya konan
Yunan felsefesine dört elle sarılmaya devâm ediyorlar.
Felsefeyle ilmi anlamda
ilgilenmekte ve “salt beşerî akıl neler ortaya koyuyor” diye bakmakta sakınca
yoktur tabî ki. Yeter ki felsefe “din” edinilmesin ve felsefenin içinde boğulup
kalınmasın. Peygamberimiz “ilim Çin’de bile olsa gidip alınız” der. Buradan,
“felsefeyle de ilgilenin” anlamı çıkar elbette. İlmin tâlibi olarak felsefeyle
ilgilenmek meşrûdur fakat bu ilgi vahiy-merkezli olduğunda, felsefenin
saptırıcılığına kapılmadan felsefenin ortaya koymuş olduğu bilgi öğrenilebilir.
Müslümanların “Yunan felsefesi”ni almalarına rağmen “Yunan mitolojisi”ni
almamalarının nedeni, masalın değil, ilmin peşinde olmalarıydı. Lâkin
felsefenin beşerî-nefsî yönü kuvvetli olduğu için, Me’mun döneminde
ilgilenilmeye başlanan felsefe abartılmış ve vahyin kastetmediği felsefî
yorumlar ortalığı doldurmuştur.
Hristiyanlık henüz tam
olarak bozulmadığı zamanlarda antik felsefeyi ortadan kaldırmış ve onu 1.000
yıl boyunca yer-altına itmişti. Ne zaman ki Hristiyanlık iyice yozlaştı,
“antikçağ düşüncesine yeniden dönüş” demek olan Rönesans ile dinsiz felsefe
yeniden hortladı ve günümüzdeki seküler düşünceyi ve modern dünyâyı ortaya
çıkardı.
Bir
“sistem”i değiştirmek, “o sisteme göre olan felsefeyi ve yaşam-tarzını
değiştirmek” anlamına gelir. Dinler ve peygamberler beşerî sistemleri ilâhi
sistemle değiştirmek için vardırlar. Filozoflar ise tam tersini yapmışlardır.
Zîrâ peygamberler vahyi merkeze alırlarken, filozoflar ise aklı merkeze
alırlar. Sistemi değiştirmek “devleti değiştirmek” anlamına gelir. Devlete karışmayan din, “din” değil, bir felsefedir.
Filozoflar merkeze insanı
koyarlarken, peygamberler ise merkeze Allah’ı koyarlar.
Filozoflar her türlü sorunu
konuşurlar ama hiç-bir sorunu çözemezler ve tam-aksine yeni sorunlar ortaya
çıkmasına neden olurlar; peygamberler ise sorunları belirlerler ve çâresine bakarlar.
Sorunu kökünden halletmek için çabalarlar. Peygamberler sorun çözmeye
gelmişken, filozoflar sorun yokken sorun ortaya çıkarırlar, üstelik o soruna
kesin bir çözüm de üretemezler.
Modern müslümanlar; “dinde
şu yok, bu yok, şöyle değildir, böyle değildir, şu anlamdadır” vs. diye-diye
İslâm’ı eleyip, tam da moderniteyle uyumlu bir felsefeye dönüştürüyorlar. Tahrif
olan semâvî kitaplar, tahrif olunca felsefî yanları öne çıkmış ve hayâta ve
âhirete dönük yanları sönük kalmış hattâ yitip gitmiştir. Çünkü felsefe ve
filozoflar aynı-zamanda tahrip ve tahrif edicidir. Bu bağlamda filozoflarla ve
peygamberlerin arasını ayırmak gerekir. Bunu yaptığınızda peygamberler ile
filozoflar arasındaki farklar açığa çıkar. Bu farklar şu şekildedir:
Haddini bilmeyenler her-şeyi
bilmek isterler. Peygamberler bilinmesi gereken kadarını bilmek peşindedirler
ve zâten bilgi onları mutlakâ amele-eyleme yönlendirir. Filozoflar ise “sonuna kadar
bilme” hayâli kurarlar ama her zaman yarı-yolda kalırlar. Zîrâ onlar hadlerini
bilmedikleri için hiç-bir zaman bilemeyecekleri şeyler onlara haddini bildirir.
Onlar genelde çok bildiklerini zannettikleri şey nedeniyle ıskartaya çıkarlar.
Filozoflar genelde bekârdır,
peygamberler ise evlenirler ve evliliği tavsiye ve emrederler.
Filozoflar salt akla göre
hareket ederler ki bu akıl elbette şeytanın, nefsin ve de tâğutların
yönlendirmesine açık bir akıldır. Peygamberler ise merkeze îmânı alırlar ve
îmâna ve vahye bağlı olarak aklı kullanırlar.
Filozof, bilginin peşinden,
ona aslâ tam olarak ulaşamayacağını bile-bile koşan kişidir. Peygamberler’in
çabası ise bilmekten ziyade Allah rızâsıdır. Çünkü bilmenin sonu yoktur ve
ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep, ilmin ve bilmenin yine de sonu
gelmez.
Filozoflar genelde psikopattırlar ve
karakterleri zayıftır. Onlarda ahlâk da pek gözükmez yada belli olmaz.
Peygamberler ise birer ahlâk timsâlleridirler: “Gerçekten
sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem
4).
Filozoflar bir örneklik
ortaya koyamazlar ki zâten yaşamları örnek alınmaya uygun değildir. Peygamberler
ise güzel örneklikler ortaya koymak için seçilmişlerdir. Bu örneklik elbette
vahyin kılavuzluğunda ve yönlendirmesinde olur.
Peygamberler mütevâzılığın,
filozoflar ise kibrin timsâlleridirler.
Filozoflar birbirlerini hiç
çekemezler ve sevmezler. Dostlukları en küçük bir çıkar durumunda bitiverir.
Peygamberler ise birbirlerine “kardeşim” diye hitâp ederler. Gönderildikleri toplumun hem resûl ve nebîleri
hem de arkadaşlarıdırlar. Peygamberler birbirlerini izlemekle ve anmakla da mükelleftirler.
Filozoflar ise birbirlerini ancak lânetle anarlar.
Aklı merkeze alanlar
peygamberleri değil filozofları dinlerler. Zîrâ felsefe ve filozofi,
vahiy-merkezli olmayan aklın ulaşabileceği en zirve noktayı temsil eder. Fakat
vahyi ve îmânı merkeze alanlar filozofları değil peygamberleri dinler ve onların
güzel örneklerini göz-önüne alırlar. Tabi aklı da vahiy-merkezli olarak kullanırlar.
Peygamberlere inen vahiylerde
çelişki yoktur. Hep aynı hakîkati söylerler ve aynı temel ilkelerden
bahsederler. Filozoflar ise birbirlerini yalanlayıp lânetleyerek inkar ederler.
Birbirleriyle alay ederler ve aralarında sürekli bir fikir çatışması vardır.
Peygamberler birbirlerinin doğruları üzerinde giderlerken, filozoflar
birbirlerinin yanlışları üzerinden giderler.
Peygamberler hep aynı hakîkati dile getirirler, filozoflar
ise birbirleriyle çelişir ve çekişir durur. Jean-Jacques Rousseau bu konuda şunları söyler: “Felsefe nedir?. En tanınmış
filozofların kitaplarında bulduğumuz nedir?. Bu hikmet-âşıklarının bize
verdikleri dersler nelerdir?. Onları dinlerken insan kendini bir pazar-yerinde
avaz-avaz müşteri çağıran bir sürü madrabaz arasında sanır; her biri: ‘Bana
gelin, bana gelen aldanmaz’ diye bağırır
durur. Kimi; cisimlerin vâr olmadığını, her-şeyin kafamızda vâr olduğunu iddiâ
eder; kimi maddelerden gayrı varlık olmadığını ileri sürer ve ‘Tanrı Dünyâ’nın
kendisidir’ der; birisi ispâta kalkar ki, Dünyâ’da iyilik-kötülük yoktur,
iyilik ve kötülük birer kuruntudan ibârettir; öteki der ki, ‘insanlar birer
canavardır, birbirlerini parçalayıp yemeleri suç sayılmaz’ (insan insanın
kurdudur)”.
Filozoflar bâzı çarpıcı
düşünceler ortaya koysalar da yaşayışlarında ahlâksız, merhâmetsiz, bencil,
kibirli ve sevilmeyen tiplerdir. Çok kıskançtırlar. Oysa peygamberlerin
söyledikleriyle eyledikleri arasında çelişki olmaz. Onların iç-âlemleriyle
dış-âlemleri ve düşünceleriyle yaşayışları arasında fark olmaz. Takvâ onları kibirden
ve kıskançlıktan korur.
Peygamberlerin söyledikleri apaçıktır
ve halkın kolayca anlayacağı şekildedir. Filozoflar ise karmakarışık şeyler yazarlar,
onların söylediklerini anlamak da çok zordur. Zâten anlaşıldığında,
söyledikleri şeylerin pek de kayda değer şeyler olmadığı, vahyin kılavuzluğunda
yetişmiş olanlar için çok açıktır.
Peygamberler
hakkı-hakîkati-adâleti ortaya koymak için çalışırlar; filozoflarsa ancak fitne
üretir ve ifsâd edici fikirler ortaya atarlar. Bakmayın siz onların John Locke
gibi, “tüm insanlar eşittir” dediğine, onlar her zaman, eşit olmayan kişilerin
olduğundan ve olması gerektiğinden söz ederler. Bu eşit olmayanların çoğunluğu
elbette kölelerdir. Klâsik yada modern anlamda “köleler her zaman olmalıdır”
düşüncesindedirler. Oysa peygamberlerin izlediği İslâm’da takvâdan başka
üstünlük yoktur ve köleliği doğal yoldan eritip yok etme hedefi vardır.
Peygamberler insan ayrımı yapmaz ve liyâkate bakarlar. Bu durum, nice kölelerin
ve köle oğullarının, büyük ordulara komutan atanmasıyla kanıtlanmıştır.
Peygamberler halktan farklı
görünmezler, konuşmazlar ve davranmazlar. Onların özelliği ve farklılığı
ahlâkta, takvâda ve kendilerine vahyin inmesindedir. Kimseyi küçük gör(e)mezler,
hattâ zengin bir kodaman için bir âmâya bile burun kıvıramazlar. Oysa
filozoflar kendilerini doğuştan yada yaratılıştan üstün görürler. Bu üstünlük -güyâ-
akıl üstünlüğüdür. Bu da ancak “yaratılıştan gelen bir özellik olabilir” diye
düşünürler. Böylece kendilerini seçkin, başkalarını ise avam olarak görürler.
Oysa bunlar genel halka göre akıl ve bilgi olarak -görece- üstün olsalar da,
yaşayışları alçakçadır. Bakın filozofların hayâtına, özellikle 1.600 sonrasında
yaşayan filozofların hayâtında genelde bir iğrençlik vardır. Çünkü akıllarını
Allah-merkezli geliştirip kullanmamakta, nefislerine göre kullanmaktadırlar ve
bunu da doğuştan yada yaratılıştan gelen bir üstünlük olarak görmektedirler.
Kendilerini başkalarıyla kıyaslamaktan bile imtinâ ederler. Hâlbuki yaşayış
olarak, kendilerinden küçük gördükleri kişiler onlardan daha hayırlı ve yararlı
işler yapmaktadırlar.
Peygamberler hep hayır
üretmişler ve yararlı işler yapmışlardır. Fakat filozoflar, insanları
zorlayacak düşünceler üretirler. Kimisi târikat kurar ve insanları hurâfelerle
oyalar, kimisi köleliği savunur ve insanların bir kısmının köle olarak
yaratılmış olduğunu söyler, kimileri kadınları insan yerine bile koymaz,
kimileri her-şeyi Tanrı olarak görür, kimileri bireyciliği, devleti, zenginleri
savunur ve insanların çoğunluğunu sıkıntıya düşürecek fikirler ortaya atar,
kimileri madde ile mânâyı ayırır ve sonuçta mânâ sönük ve silik kalırken madde
aşırı öne çıkar, kimisi aklı, bilimi ve insanı ilahlaştırır, kimisi insanı et
ve kemikten ibâret görür, kimisi süpermen olmaya çalışır, kimisi kendini
ilahlaştırır, kimisi Allahsız ideolojilerin ortaya çıkmasına neden olur vs.
Fakat hepsinin ortak özelliği, Allah’ı hesâba katmamaları yada merkeze Allah’ı
almamalarıdır. Zâten felsefeden ve dolayısıyla filozoflardan böyle bir şey beklemek
boşunadır. Zîrâ felsefenin doğasında merkeze Allah’ı değil de sınırlı olan aklı
almak vardır.
Peygamberler, dâvâları için
mallarını ve canlarını ortaya koymuşlardır, filozoflar ise -istisnâlar hâriç-
felsefeleri aracılığıyla mal kazanmak yada mallarını ve canlarını korumanın
peşine düşmüşlerdir. Zâten filozoflar genelde zengin âileler içinden çıkarken,
Peygamberler ise genelde halkın arasından çıkmışlardır. Bu nedenle hem halktan
farklı olmazlar, hem de halkı küçük görmezler. Bu durum filozoflarda tam
tersidir.
Filozların çoğu
merhâmetsizdir ve mâsum insanların canlarını yaktıkları görülür. Peygamberler
ise merhâmetleriyle öne çıkarlar. Zâten rahmet olmak için gönderilmişlerdir:
“Biz seni âlemler için yalnızca bir
rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
Felsefe ve filozoflar
düşünmeyi geliştirir elbette, fakat bu düşünme Allahsız ve akıl-merkezli olduğu
için hem kesin ve net sonuca ulaştırmaz, hem genelde absürd teoriler ortaya
çıkar hem de sâdece dış-âlem için bâzı yararları olur. Oysa peygamberler, aklı
kullanmayı ve düşünmeyi sevk eden âyetlerle inananları yönlendirirler. Böylece insanlar
bir netliğe ve en doğruya ulaşırlar yada yaklaşırlar.
Modern dünya an-îtibârıyla
bir-kaç filozofun teorilerinin modernleştirilmesi ve pratiğe dökülmesiyle kuşatılmış
durumdadır. Yâni felsefeyi (ve felsefenin yerine geçen fakat yine aklına tapan
modern-bilimi) merkeze alan aklın, Allah’ı ve vahyi merkeze alan akıldan üstün
görüldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Fakat bu durum, sonuçları îtibârıyla kötü
sonuçlar doğurmaktadır. Zîrâ Allah’ın hesâba katılmadığı akıl ancak fitne
üretir ve ifsâd eder.
Bâzıları, felsefe ve
sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe yönelinmesini
savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü yıllarda yaşayan
filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor.
Filozoflar sürekli olarak
Tanrıyı ve hayâtı anlamaya çalıştıklarını söylerler ama hiç-bir zaman netîceye
varamazlar. Ancak farklı-farklı ve çoğunlukla absürd fikirler ortaya atarlar.
Oysa Peygamberler Allah’a îman edip hayâtı İslâm-merkezli yaşamak
hedefindedirler.
Filozoflar bir problemi
çözmek için bin tâne formül geliştirirler, peygamberler ise bir formülle bin
problemi çözerler.
Filozoflar çok da ilkeli
kişiler değildirler, oysa peygamberler vahyin kazandırmış olduğu ilkeli olmayı bayraklaştırırlar.
İlkeli olmak elbette vahiy-merkezli olmak demektir.
Filozoflar genelde bekâr
yaşamayı seçerler. Zîrâ kimseyle anlaşamazlar ve sürekli okuma-araştırma-yazma
faaliyetleriyle meşgûl oldukları için çoluğa-çocuğa zaman ayırıp da
ilgilenmezler. Oysa peygamberler evliliği ve evlenmeyi emrederler ve evliliğin
alt-yapısını kurarak insanların evlenmesini kolaylaştırırlar. Filozofların
âileleri hep dağınıktır, düzensizdir, peygamberlerin âileleri ise örnek âilelerdir.
Peygamberlerle filozoflar
arasındaki tek ortak yön, iki kesimin de temsilcilerinin erkek olmasıdır.
Filozoflar arasında bâzı kadınlar da vardır ama istisnâlar kaideyi bozmaz. Zâten
her felsefe yapana “filozof” denmez.
Peygamberler aklı kullanmayı
emrederler ve aklı kullanmamanın kişiyi pisliğe batıracağını söylerler. Fakat
filozoflar, aklı ilahlaştırmanın ve ona tapmanın temsilciliğini yaparlar. Filozoflar
aklı öne çıkarır aklı merkeze alır ve nihâyet aklı ilahlaştırırlar. Peygamberler
ise kâlbi merkeze alırlar ki Kur’ân buna “akleden kâlp” der. Böylece aklı, ilahlaştırmaktan
kurtulmuş ve korumuş olurlar.
Felsefe târihine ve
filozofların hayâtına yakından bakıldığında neredeyse hepsinin bir buhrân
içinde oldukları görülür. İçlerinde bir-kaç tutarlı olan da vardır tabî ki. Kanımca
içlerinde en tutarlı olan Sokrates’tir. En azından felsefesinin bedelini
ödemeyi göze alarak samîmiyetini göstermiştir.
Aslında felsefe ve filozoflar
da, dolaylı yoldan vahye, peygamberlere ve doğu’nun o bilgeliğine dayanıyorlar.
Çünkü alsında tüm felsefe, Platon ve Aristo’ya düşülmüş bir dip-nottur ve
Platon da aslında Pisagor’a düşülmüş bir dip-nottur. Pisagor ise bir târikat
lîderi olarak felsefesini doğudan; Mısır, Mezopotamya, Îran ve Hint
bilgeliğinden ve de Budizm’den almıştır.
Fakat bu bilgelik, Allah’tan, vahiyden ve peygamberlerden koptuğundan dolayı
ifsâd olmuş bir -sözde- bilgeliktir. Bu bilgelik küfür ve şirkle mâlûl bir
bilgeliktir. Özü gitmiş ve sâdece kabuğu kalmış bir bilgeliktir. O hâlde batı
felsefesi ve filozofları için şöyle bir yorum yapmak doğru olur: Vahiy ifsâd
edildiğinde pagan doğu bilgeliği, o da ifsâd olduğunda, aklı ilahlaştırma
derecesindeki Yunan felsefesi ortaya çıkmıştır. İşte Yunan felsefesi ve
filozofları, ifsâd olmuş bu bilgelik üzerinden yorum yaparak felsefe ortaya
çıkarırlar. Lâkin bu felsefe Allah’tan, dinden, vahiyden ve peygamberlerden
kopmuş olduğu için, artık çoğunlukla sapkınlıktan başka bir şey üretememektedir.
Peygamberler yukarıdan-aşağıya
(tümdengelim) yolunu izlerken, filozoflar ise çoğunlukla aşağıdan-yukarıya (tümevarım)
doğru olan yolu izlerler ve aşırı bilgiyle hakîkati bulma arayışına girerler.
Fakat bir türlü hakîkate ulaşamazlar da şeytanın gösterdiği sonsuz çıkmaz
yollara sapar dururlar. Zîrâ hakîkate ancak, vahyi merkeze alarak ve
vahiy-merkezli yaşayarak ulaşılabilir. Hakîkate “sâdece bilmeyle” ulaşılamaz.
Peygamberler, hakka ve
hakîkate ancak vahiy ile ulaşılabileceğini söylerken ve buna göre hareket
ederlerken, filozoflar ise ancak din ile ulaşılabilecek hedefe, felsefî düşünce
ile de ulaşılabileceğini ispatlamaya çalışırlar. Fakat bu çabaları hep boşa
gitmiştir-gitmektedir. Ulaştıkları yer şeytanın kucağından başka bir yer
olmamaktadır. Zîrâ vahyi merkeze almadıkça hakka ve hakîkate ulaşmak mümkün
değildir. Zîrâ varlığın doğasını idrâk edebilmek, vahyi merkeze almayı
gerektirir.
Peygamberler ile
filozofların ortaya koyduğu şeyler “farklı metodlarla vardıkları aynı yada
benzer hakîkatler” falan değildir. Çünkü filozofların söyledikleri “hakîkat”
değildir. Zîrâ hakîkat ancak, aşkın bir kaynağa yâni vahye dayandığında ve
vahiy tarafından onaylandığında hakîkat olur, yoksa tüm düşünceler zan ifâde
etmekten kurtulamaz ki felsefenin ve filozofların söyledikleri ancak zandır.
Peygamberlerin bildirdikleri ise hakkın ve hakîkatin ta kendisidir. Zîrâ onlar
tüm bilgilerini ve bilinçlerini vahiyden almışlardır. Zâten peygamberlik ve
indirilen vahiy, insanların çalışıp çabalamakla elde edebilecekleri bir şey değildir.
Çünkü peygamberlik sâdece ilmi bir konu değildir. Peygamberlik, “insanlar içinden
ahlâk-timsâli bir kişinin Allah tarafından seçilerek ona vahiy indirilmesi” durumudur.
Vahyin bilgisi ile felsefenin bilgisi aynı değildir ve vahyin bilgisi aşkınlığı
da içinde barındırır ki bu aşkınlığa bilgiyle ulaşmak mümkün değildir.
Filozoflar ise okuma-araştırma ile bir sonuca varmaya çalışırlar. Bu yolla da
bâzı doğrulara varmak mümkündür elbette. Lâkin filozoflar merkeze vahyi değil de
aklı yâni felsefeyi aldıkları için ve akıl da vahye dayanmadığında mecbûren eksik
olduğundan dolayı, söyledikleri şeyler hak ve hakîkat değildir ve sâdece bâzı
doğruları ifâde eden sözlerdir.
Filozoflar aslında aklına
tapan kişilerdir ve vahye yada aşkın olana ihtiyaç duymazlar. Oysa peygamberler
sâdece kendilerine vahyedilene uyarlar. Bu nedenle filozofların söyleyip
durdukları; “din ve felsefe farklı metodlarla aynı amaca hizmet eden iki
araçtır” sözü yanlıştır. Hakîkate ancak tek bir yolla ulaşılabilir ki o da vahyin
merkeze alındığı ve Peygamber ile en ideâl şekilde yaşanıp ortaya konan yoldur.
Din ile felsefe ve yada
peygamberler ile filozofların uzlaşması meselesi şu hâliyle mümkün değildir.
Çünkü filozoflar ile peygamberler yâni akıl ile vahiy aynılaştırılamaz. Vahiy
elbette akla da şâmildir ve aklı da kuşatır. Vahiy akla aykırı olmasa da,
kaynağı ve bâzı âyetleri akıl-üstüdür. Bu nedenle akıl ile tam bir idrâke
ulaşmak mümkün değildir. İşte aklın eksik ve çâresiz kaldığı o anda devreye vahiy
ve îman girer ve idrâk tamamlanır. Böylece hakka ve hakîkate göre işler
yapılmaya başlanır. Vahiy, aklın almayacağı şeyleri de içerir. Bu yüzden akıl
ancak vahyin kontrôlüne ve yönlendirmesine, felsefe ve filozoflar da ancak peygamberlerin
izlerine uydukları ve İslâm’a tam bir teslîmiyetle teslîm ve tâbi oldukları zaman
idrâkin üst-sınırına ulaşabilirler. Bu teslîmiyet ve tâbiyet, ortaçağda
felsefenin ve aklın, kilisenin egemenliğine teslim olması gibi pasif bir
teslîmiyet değildir elbette.
Fârâbî’ye göre gerçek bir filozofla
peygamberler arasında hiç-bir fark yoktur. Her ikisinin de gâyesi insanlara
Dünyâ ve âhiret mutluluğunu sağlamaktır. Filozofların, kendi gayret ve
çabalarıyla (kesb) sonuca ulaştıkları için, Allah-vergisi (vehb) bir
farkındalıkla idrâke ulaşan peygamberden “usûlen” üstün olduğunu söyler. Farâbî’ye
göre nebevî hakîkat ile felsefî hakîkat aynı sonucu verir. Fakat pratikte iş
öyle olmaz ve felsefenin ve filozofların söyledikleri ve önerdikleri şeyler
kısa vâdede insanları hem iç-âlemde hem de dış-âlemde fitneye uğratır ve ifsâd
eder. Çünkü felsefe Allah’a yâni vahye değil de salt aklına uyduğu için, vahyi de
aklına yâni felsefeye uydurmaya çalışır. Lâkin vahiy, felsefe değildir ve aşkın
bir kaynağa yâni Allah’a dayandığından dolayı felsefe dâhil akıl-ürünü tüm
bilgi yöntemlerinden üstündür. Bu nedenle de felsefeyle vahyin uzlaşması çok da
mümkün olmaz. Bunu gören filozoflar felsefelerini vahye göre değiştireceklerine
ve vahye uyduracaklarına, vahyi felsefeye göre değiştirmeye ve felsefeye
uydurmaya çalışırlar. Uymadığı yerde ise -ki çoğunlukla uymaz- vahye, konuyla
alâkasız ve anlamsız yorumlar yapıp dururlar. Bunu şimdilerde daha çok
modern-bilim ve müslüman bilim-adamları yapmaktadır.
Felsefe ve vahiy, aynı
hakîkatin iki ayrı orijinâl ifâdesi değildir. Hakkın ve hakîkatin tek
göstergesi vardır, o da vahiydir. Vahyin en ideâl örnekliğini peygamberler
yapar-yapmıştır. Bu nedenle akıl yâni felsefe ancak vahyin kontrôlüne girip de
peygamberlere uyarsa hakîkate ulaşabilir. Aksi-hâlde saçmalar durur ve şirki sınırsızlaştırma
yoluna girer. Felsefe ancak vahyi merkeze alıp ona uyduğunda hakîkati idrâk
edebilir. Yoksa şeytan onu çeşitli oyunlarla ve hîlelerle oyalar durur.
Din ve peygamberler, üstten-aşağıya
doğru bir yol izlerken akıl ve filozoflar ise aşağıdan-yukarıya doğru bir yol
izlemektedir. Fakat aşağıdan-yukarı (tümevarım) hakîkat arayışı, yukarıdan-aşağıya
(tümdengelim) doğru hakkın ta kendisi olan metoda uymazsa hakîkati bulamaz ve zamanla
bâtıla savrulur. Filozoflarla peygamberlerin davranışları ve hayatlarına
bakıldığında bu durum çok net olarak görülür.
Filozoflar vahyi değil de
aklı yâni felsefeyi merkeze alırlar ve dînin felsefeye tâbi olması gerektiğini
söylerler. Böylece vahyi teslim almak isterler. “Din ancak felsefeye yâni
peygamberler ancak filozoflara uyarsa hakîkat tamamlanır” derler. İyi de “ilâhî”
olan “beşerî” olana mı uyacak?. Beşerî olan ilâhî olandan nasıl üstün oluyor?. Bunu
söyleyen İslâm filozofları felsefenin de ayrı bir din olduğunu söylemiş
olurlar. Kur’ân ise, kimin kime uyması ve nasıl uyması gerektiği ile ilgili
olarak şu âyetleri verir:
“Ey
îman edenler!; Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan
emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a
ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu,
hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).
“Herhangi bir şeyde
anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız-
onu Allah’a ve Resûlü’ne götürün...”
(Nîsâ, 59).28
“Hayır!; Rabb’in hakkı
için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin
verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olamazlar” (Nîsâ,
65).
“Allah ve Resûlü, bir
işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse,
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur”
(Ahzâb, 36).
“Aralarında hükmetmesi
için Allah’a ve Resûlü’ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: ‘İşittik
ve itâat ettik’ demeleridir. İşte saadete eren onlardır” (Nûr, 51).
Peygamberler “hakka itaat”i
merkeze alırlar, filozoflarda ise yoğun bir itaat sorunu vardır. Zâten felsefe,
bir şeyden emin olamama, îman edememe ve itaat gösterememekle açığa çıkan
şeydir. Filozoflar, bırakın Allah’ı ve ilâhî olanı, kendileri için
her-şeylerini fedâ eden ana-babalarına bile itaat etmezler de şöyle derler:
Ana-baba sözünden çıkmayan biri felsefe gerçeğinden pay alamaz” (Herakleitos).
Filozofların söyledikleri
ancak bir-kaç kişiyi veyâ küçük bir cemaati ilgilendirir. Çünkü aklın,
felsefenin ve filozofların ortaya koyduğu şeyler ancak küçük bir azınlığı
etkileyip yönlendirebilecek güçteyken, peygamberlerin getirdikleri ise tüm insanlığı
etkileyip değiştirebilir. Çünkü vahyin nûru ve aydınlığı tüm kâlpleri ve tüm
Dünyâ’yı aydınlatabilecek çapta ve güçtedir.
Filozoflar
bir amaç uğruna hayatlarını fedâ etmezler, edemezler; fakat peygamberler
hayatlarını İslâm dâvâsına fedâ ederler, etmişlerdir. Hiç-bir filozof ortaya
attığı fikirleri nedeniyle savaşmamıştır, malını ve canını ortaya koymamıştır.
Fakat peygamberlerin bâriz özellikleri budur. Bu yüzden filozofların değil ama
peygamberlerin havârileri ve sahabeleri olur. Filozoflar değil ama peygamberler
insanları kardeş yapar, bir devlet kurar ve medeniyet başlatır.
Sezai Karakoç, peygamberler ile
filozoflar arasındaki farktan bahsederken şunları söyler:
“Peygamberler,
kendilerine bağışlanan ilâhî bir ışıkla ve vahiyle, Allah’ın yarattığının özünü
görürler. Yaratıkta, Yaratıcı’nın yaratış gücünü görürler. Bundan, dinlerde,
insan veyâ toplum için çizilen hayat-tarzları veyâ insan ve toplumun bir
yanının ortaya konmasında değişmez bir tablo ortaya konulabilmiştlr.
Filozofların doktrinleri ise, ne kadar insanın gözlenmesinden
dağarlarsa-doğsunlar, büyük bir ölçüde yaratışın dışına çıkmakta ve
kaçmaktadır. Bundan dolayı da yaşanma değerleri azalmakta, en-azından belli bir
süreyle ve belli şartlarta sınırlanmaktadır. İnsanlar -öze dokunduğunu sanarak-
bir süre için kapılırlar bu öğretilere. İlk anlarda en ateşli bir atılışla
denerler bu öğretileri, sonra birden-bire terk ediverirler”.
Felsefe vahyi içermez ama
vahiy sahih felsefeyi de içerir (hikmet). Vahye ve peygamberlere uymak farzdır
ama filozoflara ve felsefeye uymak farz değildir. Ancak şeriata uymaları ve aykırı
olmamaları şartıyla felsefecilerin görüşleri de alınıp kullanılabilir. Bunun dışında
felsefecilerin görüşlerine uymak kimseye farz değildir.
Peygamberlik çalışıp
çabalayarak elde edilebilecek bir şey değildir, çünkü Allah vergisidir,
aşkındır. Felsefe ise çalışmakla elde edilebilir fakat felsefeyle ve akıl ile
ancak belli bir seviyeye kadar çıkılabilir. Bir insan ne kadar saflaşsa ve âlim
olsa da Allah onu seçmedikten sonra peygamber olamaz. Tabi “hayır olur” deyip
de kendi-kendilerini peygamber îlân edenler olmuştur ve vardır.
Vahiy gaybın bilgisini de
taşır ve gaybın bilgisi akla yâni felsefeye ve filozoflara kapalıdır. Bu
nedenle filozoflar gayb konusunda ancak atıp-tutarlar. Filozoflar gayb hakkında
hakîkate yönelik hiç-bir şey söyleyemezler. İnsanlar gayb hakkında ancak Allah’ın,
vahiy ile bildirdikleri kadar bilebilirler. O yüzden salt felsefe ile gaybın
bilgisine ulaşmak mümkün değildir.
Peygamberlerle filozoflar
arasındaki fark, akıl ile îman arasındaki fark kadardır. Bu farkın ne kadar
olduğu, bilenler için mâlûmdur.
Aklını vahiy-merkezli kullanmayanlar
köleleşirler ve sapıtırlar; aklını ilahlaştıranlar ise köleleştirirler ve
saptırırlar.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder