“Yoksa onların bir-takım
ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî
ettiler ?. (bir şeriat kıldılar=
şeraû lehum). Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm
(karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûrâ 21).
Din kelimesinin tanımı bir
yazıda şu şekilde yapılır: “Yol, inanç, âdet, bağ, töre, kulluk”. Din
kelimesinin, Arapça ‘dâl, yâ, nûn’ kökünden türetilmiş mastar veyâ isim olduğu
kabûl edilir. Sözlüklerde “âdet, durum, cezâ, mükâfat, itaat, hesap, hüküm ve
ferman, bağlılık gibi anlamlara gelir. Terim olarak din, müşahhas olması
zorunlu olmayan insan-üstü bir güçle insanın ilişkisini açıklayan inanç, ibâdet
ve ahlâk kurallarından oluşan sistemlere verilen genel bir isimdir. Din, sözlük
anlamı ile ‘insanların yaratıcı olarak kabûl ettikleri üstün güce olan
îmanlarını, ona yapacakları ibâdetlerin bütününü ve bu îmâna göre davranışların
nasıl olması gerektiğini düzenleyen inanış yolu’ olarak târif edilir”.
Târihselciler dînin tanımını
yaparken; “başta Allah’a îman olmak üzere, boyun eğme, teslîmiyet,
minnettarlık, saygı, ibâdet, ahlâk ve O’nun emirlerini yerine getirmedir”
derler. Fakat İslâm’ın sosyal, kültürel, ekonomik, siyâsî ve hukûkî yönünü
zinhar kabûl etmeyen modern zihniyet, içten-içe bunlara bile karşı çıkar ve
bunları dînin belirlediğini inkâr eder. Çünkü inkâr başladığı yerde durmaz.
İslâm’ın hayâta dâir yönleri inkâr edilince, bunlar da zamanla inkâr edilmeye
başlanır.
Şeriat: “Sözlükte ‘bir yöne
doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hâle getirmek’ anlamlarındaki
şer’ kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi’) ve şir’at. Yasa. Özellikle İslâm
hukûku. Doğru yol. Hak din yolu. Büyük ve geniş cadde. Nûr, aydınlık, ışık.
Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın târif ettiği ve
bildirdiği yol. Kur’ân’ın âyetlerine, Hazreti Muhammet’in sözlerine ve
yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını,
toplumsal yaşamı düzenleyici, Allah’tan olduğu için sâbiteleri hiç-bir zaman
değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslâm hukûku” anlamlarındadır.
İslâm’da şeriat denilen şey
“emir-nehiyler ve Kur’ân-merkezli olan yâni vahye uygun olan ama aykırı olmayan
kânun ve kurallar”dır. Emr-i bi’l mâ’ruf ve
nehy-i ani’l münker=“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana
kuralıdır. Emir ve nehiyler vahye dayanmak zorundadır. Âlimler eskiden
bêri şeriatın sâbit, evrensel, târih-üstü, indiği toplumu aşan bir tabiatı
olduğu” kanaatindedir. Tabi bu, “şeriatta hiç-bir zaman hiç-bir değişiklik
yapılamaz” demek değildir. Gerektiğinde Kur’ân ve Sünnet-merkezli güncellemeler
(değişiklikler değil) yapılabilecektir. Bu güncelleme Kur’ân ve Sünnet’e uygun
olmalı ve aykırı olmamalıdır.
Modern insanın “şeriat”
denince aklına gelen şeyler; saltanat, hilâfet, el kesme, çarşaf, kadınların
evlere kapatılması, dört kadınla evlilik, “boş ol” deyince hemen kadının
boşanmış olması gibi, irticâ ile neredeyse eş-anlamlı bir kavramdır. Bunu her
kesimden şeriat câhilleri ve şeriat düşmanları böyle anlar. Bir zamanlar Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı görevini yapmış olan bir gâfil; “Türkiye’de şeriat
özlemcilerinin amaçlarına ancak bir iç-savaş çıkararak kavuşabileceklerini”
belirterek, “şeriat çok büyük bir tehlikedir, bunlarla uğraşmak da çok büyük bir
sevaptır” demişti.
Oysa şeriat yâni İslâm
şeriatı,”Allah’ın kâinâta ve toplumlara koyduğu yasalara (sünnetullah) uygun olarak,
Kur’ân tarafından belirlenmiş ve Peygamber tarafından ete-kemiğe büründürülmüş,
insanın iç-âlemlerini inşâya yönelik olmaktan başka; sosyâl, kültürel, hukûkî,
siyâsî, ahlâkî ve ekonomik, insanın olduğu her alana hitâp eden ve her alanı
hâkim olarak düzenleyen kânunlar ve kurallar bütünüdür.
Dünyâ’nın görünümünün ve insanın
düşüncesinin sürekli olarak değişmesi yeni bir şey değildir. Yeni olan,
Dünyâ’nın değil ama insanların, değişmeyi ve değişimi doğal, normâl ve fıtrata
uygunluktan çıkarması, şeytanın-nefsin etkisiyle saptırarak hızlandırması, bu
nedenle de bu hıza uymak için normâlden hızla uzaklaşmasıdır. Çünkü normâlde ne
insanların, ne doğanın, ne Dünyâ’nın ne de kâinâtın hareketi-döngüsü bâriz bir
oranda değişmez. Zîrâ kâinâtı mutlak anlamda Allah yönetmekte ve kâinât tam da
Allah’ın kânunlarına yâni şeriatına göre hareket etmektedir. Normâle aykırı
olarak değişen ve farklılaşan sâdece insandır. Zîrâ insan, Allah’ın kânunlarına-şeriatına
göre değil, kendi beşerî aklına göre çıkardığı kânun ve kurallara göre hareket
eder.
Demek ki farklılaşan şey,
Allah’tan, dinden, vahiyden ve mâneviyattan kopan insanın; şeytanın, nefsin ve
tâğutların kontrôlünde ve yönlendirmesinde tüm normâllere ve tüm değerlere
aykırı davranarak sapması ve bu sapmanın sonucunda yoldan çıkmasıdır. Koca
kâinatta meydana gelen tek bâriz farklılaşma budur. İnsanlığın hızlanması ve
her-şeyi hızlandırması, uçuruma doğru yuvarlanmasından dolayıdır. Modern insan
sapkınlığa ve yok oluşa doğru hızla yuvarlanmayı “hızlı değişim” zannediyor.
Fakat aslında normâl olan, değişimin yavaş-yavaş olmasıdır. Zîrâ tüm kâinatta böyledir
ve böyle olduğu için Dünyâ’da da değişimler yavaş-yavaş ve âhenkli bir şekilde
olmalıdır. Mevsimler yavaş-yavaş, sabah-akşam yavaş-yavaş ve yaşlanma-ölme
her-şey yavaş-yavaş olur.
İşte bu yavaş-yavaş oluşta
ortaya çıkan yeni sorulara ve sorunlara cevap ve çâre üretilmesi zor olmaz ve
dinler de bunlara gerekli ve yeterli cevâbı verirler. Fakat bir sapmanın sonucu
olarak her-şeyin hızlandırılmasının sonucunda ortaya çıkan sorular ve sorunlar
doğal, normâl ve fıtrî olmadığı için, dînin bunlara cevap vermesini beklemek
abestir. Bu nedenle de sürekli ve hızlı bir şekilde “dîni reforma sokmak,
şeriatı değiştirmek” gibi sapkınlıklar ortaya çıkmaktadır. Din niçin normâl,
fıtrî ve doğal olmayan ve netîcede sapkın olan şeylere cevap versin?. Dînin
sorulara ve sorunlara cevap vermesi için her-şeyin dîne göre olması gerekir.
Zîrâ din nesne değil öznedir. Kendisine uygun olmayan koşulların sonucunda
ortaya çıkan sorulara ve sorunlara cevap üretmeye girişmek yerine, işi temelden
hâlleder ve şeytanın, nefsin ve tâğutların etkileri nedeniyle ortaya çıkan
sapkınlıkları kökünden temizler ve her-şeyi normalleştirir. Kur’ân’da bu: “De
ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81)
şeklinde ifâdesini bulur.
Târihselciler; “din sâbit
olsa da şeriat dinamiktir ve bu nedenle müslümanlar şeriatı sürekli olarak
değiştirebilirler” derler. Hem de yeni şeriatı oluşturmada dîne dayanmaya lüzum
görmeden ve sâdece aklı ve mevcut paradigmayı kullanarak bunu yapabileceklerini
söylerler. Bu konuda da Hz. Ömer’i örnek göstermeye çalışırlar ama yaptıkları şey
bir iftirâdan öteye gitmez. Hz. Ömer için şöyle derler: “Doğru anlayış,
hükümlerin vâzediliş esprisini kavrama ve Allah gibi yeni hükümler koymaktır. Bunu
bir tek Hz. Ömer kavramıştı”. Hz. Ömer’in geçici olarak belli bir süre için
uygulanan hükümleri yeniden ihtiyaç duyulana kadar askıya almasını “kesin bir
uygulama” ve “şeriatı değiştirme” gibi görmektedirler. Nasıl ki kâlpleri İslâm’a
ısındırılacak olanlara verilen pay geçici bir uygulama ise, bu uygulama gün gelir
yeniden gündem olup ortaya çıkabilir. Çünkü sürekli bir değişim var ya!. Fakat
târihselciler böyle bir durumun bir daha yaşanamayacağını sanarak o âyetlerin
hükmünün Hz. Ömer tarafından ebedî olarak kaldırıldığını ve düştüğünü zannederler.
Târihselciler; “Hz. Ömer
müellefe-i kulûb’un ödeneğini keserek Kur’ân’a aykırı hareket etti. O hâlde biz
de gerektiğinde Kur’ân’a aykırı olan hükümler verebiliriz” derler. Oysa Hz.
Ömer ödeneği kesmekle âyeti inkâr edip iptâl etmedi ki!. Yeniden böyle bir
ihtiyaç duyulana kadar âyetin uygulamasına ara verdi yada sınırlandırdı. Çünkü
aslında kestiği ödenek sâdece iki kişinin ödeneğiydi ve hattâ kendisi de ondan
sonra bâzılarına, “kâlpleri İslâm’a ısınsın diye” ödenek vermişti. Hz. Ömer
müellef-i kulûb’a verilen ödeneği tümden kesmemiş, bunu sâdece iki kişiyle
sınırlandırmıştır. Serdar Demirel bu konuda şunları söyler:
“Özetle
meselenin aslına bakalım. Kur’ân’da zekat verilmesi gereken sınıflar şöyle
sıralanır: ‘Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar (miskinler), o
işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kâlbleri İslâm’a ısındırılacaklar),
köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle
farz kılındı. Allah her-şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir’ (Tevbe:
9/60).
Görüldüğü
üzere bu âyet zekat malının kimlere verileceğini hükme bağlamaktadır. Bu
sınıflardan birisi de müellefe-i kulûb’tur. Bu sınıfa girenler, hem müslüman
hem de gayr-i müslim kişi ve toplumlardan oluşur. İslâm’a kazandırılacaklar,
kâfirlerin tarafında bulunup müslümanlara yardım edebilecek kimseler,
kendilerine maddî yardım yapılmadığı takdirde küfre döneceğinden korkulan yeni
müslümanlar ve benzer konumda olan bir-çok kişiyi, sınıfı ifâde eder. Bu
uygulamadan amaç, onları İslâm’a kazanmak yada en azından onlardan gelecek
zararları onların gönüllerini hoş tutarak def etmektir. Sâdece zekat malından
değil, gerektiğinde ganîmet ve diğer gelirlerden de bu sınıfta olan kişilere bu
tür harcamalar yapılabilir.
Peki, Hz.
Ömer’in Kur’ân’ın bu hükmünü yorumla ortadan kaldırdığı ve sahabelerin de bu
yeni uygulama üzerinde ittifâk ettiği doğru mudur?. Dillerine pelesenk
ettikleri olayın özeti şudur: ‘Müellefe-i kulûb’tan olan Uyeyne b. Hısn
el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti döneminde
kendisine gelerek, Bahreyn’den gelen haraç (dikkat edin zekat değil, haraç)
gelirlerini kendilerine bağlaması durumunda kavimlerinden hiç kimsenin
İslâm’dan dönmeyeceği güvencesini vereceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr bu
teklifi kabûl etti ve bir vesîka hazırladı. Vesîka hakkında ihtilâfa düştüler.
Hazırlanan bu vesîkaya şâhit olarak yazılan isimler arasında Hz. Ömer de
bulunuyordu. Onaylaması için söz-konusu vesîka kendisine getirildiğinde,
onaylamayı reddetti ve vesîka metnini sildi. Hz. Ebû Bekr de bu görüşü
benimsedi’.
Kaynakların
aktardığı bu olaydan hareketle Hz. Ömer’in Kur’ân’ın ve Sünnet’in hükmünü şahsi
görüşüyle ortadan kaldırdığını iddiâ etmek ve bunu târihselciliğe kaldıraç
kılmak doğru değildir. Hz. Ömer âyetin hükmünü ortadan kaldırmamıştır.
Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere yapılan ödemeden sâdece iki kişinin
(Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr) ödemesine son vermiş, asalak
bir sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zîrâ hükmün illeti, yâni kâlbin
telifini gerektiren şey, o iki kişiye has olarak ortadan kalkmıştır, illet
kalkınca da onlara dâir hüküm de sona ermiştir. Bu da bir usûl kâidesidir.
Hüküm illetiyle vardır. Bu müellefe-i kulûb hükmünün ve bu sınıfa giren
kişilere ödemelerin durdurulduğu anlamına gelmediğini yine kaynaklar
bildirmektedir.
Meselâ Hz.
Ömer, Sasani ordusunun önemli komutanlarından Hürmüzân’a kâlbini İslâm’a
ısındırmak gâyesi ile iki bin dirhem maaş bağlamıştır. Yine ‘Hutay’e’ lâkaplı
meşhûr şâir Cervel b. Mâlik’e -ki kendisini etrâfındakileri hicvetmekten
alamayan güçlü bir şâirdi- müslümanları şiirleriyle rahatsız etmemesi için aynı
fondan ödeme yapmıştır. Daha başka örnekleri de olan bu olaylar bizzat Hz.
Ömer’in mevzu-bahis âyetle amel ettiğini ortaya koymaktadır”.
Kur’ân: “Bugün size dîninizi
tamamladım” diyor. Fakat târihselciler “tamamlanmamıştır, biz tamamlayacağız”
diyorlar. Peki neye göre, elbette “kutsal konjonktür”e göre. Oysa tamamlanmış din, “tamamlanmış şeriat” da
demektir. “Bu gün size dîninizi tamamladım ama şeriatı tamamlamadım, onu da siz
tamamlarsınız” demiyor ki!. Tamamlanmış bir din tüm zamanlar ve mekânlar için
“sâbit” iken, tamamlanmış şeriat da tüm zamanlar ve mekânlar için “sâbite”dir.
Peygamberimiz’e Hz. İbrâhim’in
milletine yâni dînine-şeriatına uyması emredilmiştir. Böylece İslâm’a uyulmuş
olacaktır. Millet “din ve şeriat” anlamındadır. Zîrâ din ile şeriat birbirinden
ayrılamaz. Dînin olduğu yerde mutlakâ şeriat da vardır. Dinden kaynaklanan ve
bir peygamberin somutlaştırdığı şeriat nasıl ki Peygamberimiz’e
emredilebiliyorsa, “güzel örneklik” olarak Peygamberimiz’in şeriatına uymak
vardır. Bu, Ahzâb Sûresi 21. âyetle emredilir. Doğal değişimlerde yapılacak
şeriat güncellemeleri bu nedenle dîne ve “ideâl şeriat”a aykırı olamaz.
“Seni de dîne uygun olan bir
şeriat üzere kıldık” diyor Kur’ân. Bu şeriat Hz. İbrâhim’in de, diğer peygamberlerin
de uyduğu dîne uygundur. Zîrâ İslâm tektir ve tüm zamanlarda aynı mesajı verir.
İşte tüm zamanlarda şeriat bu mesaja uygun olarak ortaya çıkar. Sâdece bâzı
küçük ve geçici değişiklikler olmuştur. İslâm şeriatı tüm peygamberlerde genel
anlamda aynı ve benzerdir. Sâdece bâzı küçük değişiklikler yapılmıştır ki bu
değişiklikler vahyin ana-metnine aykırı değildir. Her peygambere özel bir şeriatın
olması, “temelde bir farklılık” değildir. Zîrâ İslâm’ın tüm şeriatı İslâm’a
uygundur ve İslâm’dan kaynaklanır. Nasıl ki İslâm, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e
kadar sâbit ise, şeriatlar da -peygamberler İslâm’a uygun olmayan bir şey yapmayacağı
için- İslâm’a uygundur. Bu da tüm şeriatların İslâm’a uygun olması ve aykırı olmaması
demektir. Şu da var ki, son peygamber gelmiştir ve İslâm da en kâmil şeklini
bulmuştur. Artık “yepyeni bir şeriat” ortaya konulamaz. Eğer konulursa bu İslâm’dan
olmaz. Fakat meydana gelen doğal ve normâl değişimler nedeniyle yapılacak
şeriat güncellemeleri İslâm’a uygun olmak ve aykırı olmamak zorundadır.
Elbette “mevrid-i nassda
içtihada mesağ yoktur” yâni apaçık bir nass varsa ictihada ve şeriat güncellemesine
izin yoktur. “Günümüze uymuyor” diye şeriatı değiştiriyorum diyerek din
değişimi yapmak isteyenler, kendilerini “din koyucu” olarak görmekten
çekinmemektedirler. Meselâ apaçık şekilde “tâğutların yâni kendinde Allah gibi
hüküm koyma yetkisi görenlerin çıkardığı kânunlara değil, Allah’ın kânun ve kurallarına
yâni hükümlerine uyun” emri varken bunu yoruma tâbi tutmak, ancak modernizm
tarafından tuzağa düşülmüş olduğunu gösterir.
Esasen Kur’ân, uyulması
gereken şeyin örnekliğini “ileride ortaya çıkacak şey” için değil, “geride
ortaya çıkmış ve uygulanmış şey” için (kıssalar) yapar. Hedef olarak ileriyi
değil geriyi göstermiştir ve; “eğer sizden önceki sâlihler gibi olursanız
ana-amaç olan cennete kavuşursunuz” demiştir. Çünkü cennetliklerin çoğu eskilerden,
çok azı ise yenilerdendir (Vâkıa 12-14).
Oryantâlistlerin mukallitliğini
yapanların, dîni ve şeriatı ayrı görmeleri ve şeriatı dinden bağımsız şekilde
ayrı olarak istedikleri gibi düzenleyebileceklerini söylemelerine şaşmamak gerekir.
Zîrâ oryantâlizmin ana-amacı, İslâm’ı pasifleştirmektir. Bu da onlara göre, her
istenildiği zaman, akla göre yeni şeriat değişiklikleri yapmakla olacaktır.
İslâm tamamlanmış ve kurumlaşmış
bir dindir ki amelî olarak hayatta sürekli olarak uygulanışı, onun ne ve nasıl
olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Fakat bu amelî-pratik yönü görmek
istemeyenler, İslâm’ın ne olduğunu aşırı yoruma boğulmuş olan kitaplardan ve
lûgatlardan öğrenmeye kalkıyorlar. İslâm’ı dîne, ahlâka ve ibâdete indirgeyenlerin
kullandığı kaynaklar çoğunlukla oryantâlistlerin ve gayr-i müslimlerin kitaplarıdır.
Zîrâ müslümanların böyle yorumlar yapmaları pek de mümkün değildir. Bunu ancak,
modernizm nedeniyle beyni sulanmış ve aklı bulanmış olanlar yapabilir.
Kur’ân’da nesh olan ve
değişen tek bir hüküm bile yoktur, olmayacaktır. Yerine göre bâzı farklı
uygulamalar yapılabilir. Fakat o uygulamalar hem sınırlıdır, hem geçicidir, hem
de “örneklendirilmiş şeriat”a aykırı olamaz.
Şeriatı belirlemede coğrafyanın
etkisi vardır. Fakat coğrâfî şartlar açık bir emri iptâl edemez. Mûsâ Cârullah “kutuplarda
oruç tutmaya gerek yoktur” demişti. Demek ki her türlü şartta güncellenebilecek
olan şeriat, yine ancak Kur’ân’a ve Sünnet’e uygunluğuna göre olabilir. Aksi-hâlde
şeriat uygulanamaz hâle gelmeye ve din de iptâl edilmeye başlanır ki dînin
tahrifi-tahribi ve iptâl olup yok olması böyle olur-oluyor.
Şeytanın, nefislerin ve tâğutların
etkisi ve baskısıyla değişen kâlpler, artık “âlemlere rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka
sâhip” olan Peygamberimiz gibi bir şeriatı beğenmiyor ve uygulamak istemiyor da
akıllarına göre oluşturdukları beşerî şeriatlar oluşturmak yoluna koyuluyorlar.
Allah “aklınızı kullanın” der ama hiç-bir yerde “aklınıza uyun” demez.
“Aklınızı kullanın da Allah’a-Peygamber’e ve ideâl şeriata uyun” der.
Din ile şeriat farklı değildir
ve olamaz. Dîne uygun olmayan bir şeriat olamaz. Olursa din ile alakası olmayan
bir belirleme olur. Hiç-bir peygamber böyle bir şeriat ortaya koymadığı ve düşünmediği
gibi hiç-bir insan da böyle bir şey düşünemez. İslâmî şeriat tüm zamanlarda ve mekânlarda
vahyin emri ve nehiylerine ve de Peygamber’in Sünnet’ine göre olur. Tüm zamanlarda
ve mekânlarda şeriat, Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet örnekliğine göre düzenlemeyecekse
neye göre düzenlenecek, ortaya çıkarılacak ve ikâme edilecektir. İlhami Güler (küfre
ve şirke düşerek) bunun “evrensel ed-dîn” ve “akıl” ile olacağını söyler:
“Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut
sorunlarını ‘evrensel ed-din’ açısından çözer. Fakat, şeriatların değişmesi gösteriyor
ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihâi, ebedî ve
evrensel çözümler değil; zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik,
antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut
konuşmak gerekirse, Allah'a tapınma (ubûdiyet) din’dir; fakat bunun menâsiki
(ritüelleri) değişebilir ve şeriattır. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey,
zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir. Kur’ân, bütünüyle
‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan
ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm
koyar”.
Dînin sâbit olduğu gibi
şeriatın da “sâbiteli” olduğunu ve olması gerektiğini idrâk edemeyen yada kabûl
etmeyen İlhami Güler, -sözde- “din sâbit” derken şeriatın dinamik yâni
tamâmıyla değişken olduğunu ve “işi bilen herkesin bir şeriat yapabileceğini”
söyleyerek küfre düşer. Böylece aslında dînin de sâbitliği kalmaz. Çünkü işi
bilen herkesin Allah gibi kitap yazıp, hüküm koyup sorun çözebileceği
söyleniyor. Böyle olunca da Allah’a, Kitab’a ve Peygamber’e gerek kalmıyor.
Zâten dinamik yâni yeni bir şeriat yapmak için Kitab’a ve Peygamber’e gerek
duymuyor. Zîrâ bunları “ölçü” olarak görmüyor. Bir ölçüsü olmayan şey elbette
“din” değildir. Böyle olduğu için de dîni, sonuna kadar bağlılık duymaya lâyık
bulmuyor.
Şeriatı terk-etmek insanı kâfir
değil günahkâr yapar ama inkâr etmek kâfir yapar. Şeriatın güncellenmesi
(değişmesi değil) eğer Vahye ve Sünnet’e uygun olmak ve aykırı olmamak kaydıyla
olacaksa bir sorun olmaz. Fakat târihselciler, yeni şeriatın; “insanın aklına,
yeni ideolojilere, modern-bilim ve teknolojiye, seküler düşünce, felsefe ve
inanışlara ve de modern hayat-tarzına uygun olmalıdır” diyorlar. İşte sorun
burada ortaya çıkıyor. Çünkü yeni şeriatı bu şekilde belirlemek, İslâm’ın
belirleyiciliğini kısıtlayıp yada yok edip onu hayattan uzaklaştırmak anlamına
gelir. Sonra da Mûsâ Cârullah’ın dediği gibi kutuplarda oruç farz olmaktan çıkar.
Bunu zamanla diğer farzlar izler. Şeytan, bunu yapmaları için dostlarına
yeterli ilhâmı verecektir. Sonuçta da süreç içinde din adına ortada bir şey kalmaz.
Böylece ortaya, herkesin kendi aklına göre belirlediği “kelle-başı şeriatlar”
çıkar ve birbirlerinin şeriatlarını beğenmeyenler birbirlerine düşman olurlar ve
kavgaya tutuşurlar. Mezhep ayrılıkları ve düşmanlıklar böyle ortaya çıkmamış
mıydı?.
Şu da var ki, modern zamanlarda
yâni günümüzde “ed-dîn”e uygun olan şeriatı kim belirleyecektir?. Herkes aynı
şeriatı belirleyecek ve benimseyecek midir ki?. Ya bir-takım insan toplulukları
Hz. Muhammed’in belirlediği şeriatı beğenirler ve benimserlerse ne olacak?. “Hayır
devlet belirleyecek” denirse o zaman da şeriat dayatması yapılacak demektir.
Yok eğer “geleneklere ve örfe uygun bir şeriat olacak” deniyorsa, o zaman da
gelenekler din yapılmış olur ki zâten ulus-devletlerin hepsi -sözde- müslüman
olsa da hem şeriatları hem de inanışları farklılaşmıştır. Öyle ki ulus-devletlerden
bâzıları müslüman olarak bilinmesine rağmen lâik, seküler ve demokratik bir
yola girerek dinden uzaklaşmış ve hattâ dîni inkâr etmiştir-etmektedir. Lâik
devletlerin en azından kurumlarının dinden uzak olduğu bilinen bir şeydir.
Şeriatı din belirlemesi gerektiği
gibi, dîni de şeriatın aynı ve benzer olması korur. Allah’ın, dîni koruması bu
şekilde olur. Kur’ân sâdece raflarda durarak değil, hayâtta benzer şekilde
uygulanarak korunur. Meselâ tüm müslümanlar aynı-zamanda oruca ve hacca başlarlar.
Ezan her yerde aynı sözlerle okunur. Aynen bunun gibi, içlerinden birine
saldırıldığında da destekleşmek mecbûriyetindedirler. Fakat din; -aynen şimdi
olduğu gibi- îmâna, ahlâka ve ibâdete indirgenirse ümmet bütünlüğü yok olur ve
ümmet darmadağın olur. Parçalanmış olan ümmeti kim gelse bir lokmada yutuverir.
Modern zamanlara gelinceye kadar
ümmetin şeriat konusunda bâriz bir farklılaşması yoktu ve buna ihtiyaç da duyulmamıştı.
Târih boyunca yoğun şeriat tartışması yapılmaması bunun delilidir. Dört
mezhebin hangisine uysanız İslâm’a uymuş kabûl edilirsiniz. Vahye aykırı olan
mezhepler zâten sapkındır. Fakat ne zaman ki küresel sapkın bir akım olan modernizm
ortaya çıktı, modernizmin baskısı ve dayatması altında gevşeyenler, dîne ve
şeriata aykırı uygulamaların “modern şeriatlar” olarak uygulanabileceğini
söylemeye başladılar. Yâni bu düşünceyi zorlayan ve dayatan şey aslında
modernizmdir. Modernizm ağır kuşatması ve baskısı, birilerine “modern şeriatlar”ı
düşündürtüyor.
Şeriat amel-eylemle
ilgilidir. Bu nedenle İslâm şeriatı daha ziyâde Medîne’de ortaya koyulmuştur.
Peygamberimiz’in Medîne’de yaptıklarını din’den görmüyorlar ve ortaya konan
şeriatı da târihsel olarak kabûl ediyorlar. Bu ise Peygamberimiz’in Medîne
sürecinin bir anlamı kalmadığını söylemek demektir.
İslâm şeriatının temeli, Kur’ân
ve Peygamberimiz’in 23 yıllık bir süreç içinde Kur’ân’a uygun olarak (Kur’ân’a
aykırı olarak değil) yaptığı uygulamalardır. İşte Kur’ân’dan sonra bağlayıcı
olan ve dayanılması ve aykırı düşülmemesi gereken şeriat budur. Yoksa Peygamberimiz’den
sonra şeriat güncellemeleri yapılabilir ve birileri bu güncellemeleri
beğenebilir fakat Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olarak belirlenen bu şeriat,
bir-sonraki zamanlarda güncellenecek şeriat için kaynak olamaz. Tüm zamanlarda
ve mekânlarda yapılacak olan her yeni şeriat güncellemesi yine Kur’ân ve Sünnet
bütünlüğüne uygun olmalıdır. Zîrâ Peygamberimiz’den sonra yapılan şeriat güncellemeleri
bağlayıcı değildir. Çünkü bu güncellemeler Allah’ın kontrôlünde ve O’nun uyarmasıyla
düzeltilerek yapılmamıştır. Bir-önceki güncellemelere göre yeni şeriat
güncellemeleri yapılamaz. Kur’ân’a ve Sünnet’e göre belirlenmiş olan bir
şeriata dayanarak yeni bir şeriat güncellemesi yapılması uygun olmaz. Çünkü
tavşanının suyunun suyu, “tavşanın suyu” olmaktan çıkmaya başlar. Fakat Kur’ân
ve Sünnet’e göre belirlenmiş şeriat güncellemelerine atıf yapmakta bir beis yoktur.
Bağlayıcı ve belirleyici olan İslâm şeriatı, Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca
Allah kontrôlünde ve icâbında yapılan yanlışları düzeltmesiyle ortaya koyduğu
vahiy-merkezli şeriattır. İşte bu şeriata Sünnet denir. Dînin pratiğe şeriat
olarak çevrilmesine Sünnet denir. O hâlde “bağlayıcı şeriat”ları pratik anlamda
ancak Peygamberler ortaya koyabilirler. Peygamberlerin ete-kemiğe büründürdüğü
bu şeriatlar %100 Kur’ân’a uygun şeriatlardır.
Târihselcilerin îtirazları
ancak “müslümanların târihi” boyunca birilerinin mezhep ve meşrep kaygısıyla ortaya
çıkardığı şeriata karşı olursa tutarlı olur.
İslâm şeriatı tüm insanlar
arasında aynı olduktan başka, tüm hayvanlar ve bitkiler hattâ tüm kâinât için
de aynıdır. Çünkü hepsi de Allah’ın dîni olan İslâm nizâmına göre hareket
ederler. Zâten tevhid, “göklerdeki düzenin yâni şeriatın aynısının yada
benzerinin Dünyâ’da da kurulması” demektir. Çünkü göklerde muhteşem bir âhenk
ve düzen vardır. Gökler tam bir barış ortamıdır yâni İslâm’dır. İşte bunun
gibi, yeryüzünde de böyle bir barış ortamı ve âhenk kurmak, yeryüzünde de İslâm
ve Sünnet’e yâni İslâm şeriatına göre bir düzen belirlemekle olabilir.
Mesele şu ki,
târihselcilerin Kur’ân ile sorunu olduğu için, vahye dayalı olan şeriatla da sorunları
olmuş oluyor. Kur’ân’ı târihe hapsettikleri gibi şeriatı da târihe hapsetmek
istiyorlar. Kur’ân’ı nesh ettikleri gibi, şeriatı da nesh etmek istiyorlar.
Aslında sonuçta, “üzerinden uzun zaman geçtiği için” dîni nesh etmek istiyorlar.
Zîrâ “şeriat modern hayatla uyuşmuyor ve aykırı düşüyor” diyorlar. Fakat nedense
2.500 yıllık cumhûriyet ve demokrasiyi nesh etmeyi hiç düşünmüyorlar ve tam-aksine
bunları baş-tâcı yapmaya ve bunlara râm ve meftûn olmaya devâm edebiliyorlar.
“Yunan’ın peygamberleri”ni, “İslâm’ın Peygamberi”ne tercih ediyorlar. Çünkü târihselciler
İslâm’dan umutlarını kesmişler ve beşere yâni akla tapmaya başlamışlardır. Zîrâ
“neye uyuyorsanız ona tapıyorsunuz” demektir.
Tarihselcilerin açık bir
çelişkisi şudur.. Hem diyorlar ki “Kur’ân’ın nesh olan âyetleri vardır ve bu
dinamik bir toplum yapısı kurmak için şarttır”, hem de Mekkî âyetleri baş-tâcı
yaparlarken, pratiklik içeren Medenî âyetleri nesh edilmiş sayıyorlar. İyi de
nesh, “sonrakinin öncekini iptâl etmesi” değil midir?. O hâlde önce olan Mekke,
sonra olan Medîne’yi nasıl nesh edecek?. Tam-tersine, Medîne Mekke’yi nesh
etmesi lâzım. Fakat o zaman, târihselcilerin -sözde- çok beğendikleri ve
evrensel saydıkları Mekkî âyetler nesh edilmiş olacak ve târihselcilik çöpe
gitmiş olacaktır. İşte bundan dolayı olsa gerek, bu çelişkiyi gören Mahmut
Muhammed Taha, “İslâm’ın İkinci Mesajı” kitabında ilk mesajın Medîne, ikinci
mesajın ise Mekke olduğunu söyleyerek târihi aptalca bir davranışla değiştirmeye
çalışır. Oysa ortalığı daha da beter batırmaktan başka bir şey yapmaz. Çünkü
Kur’ân’da aslâ nesh yoktur, olmamıştır, olmayacaktır ve olmaz da.
Batı’nın modernleşmesi,
dinden vazgeçerek olmuştur. Modernizm bâtıl bir şeriattır. Müslümanlar dinden
kopmayı düşünmedikleri için tümden modernleşmemektedirler. Çünkü modernleşme, “din
yerine aklı merkeze almak” demektir ki bu, beşerin ilahlaşmasını da yanında getirir
ve getirmiştir. Oysa son cihangir devlet Osmanlı, Fâtih ve Kânûnî ile bir-çok
yeni kânunlar yaptılar. Bu kânunlar İslâm şeriatı gözetilerek yapılan ama
merkeze örfün alındığı kânun ve kurallardı.
Şeriat, sâbit dîni vâz eden
Kur’ân’a ve de onun pratikliği olan Sünnet’e dayanmalıdır ve bunlardan neş’et
etmelidir. Fakat bu her zaman böyle yapılmalıdır. Şeriatın güncellemesi bir zamanda
iptâl edilip de dondurulamaz. Yanlış olan budur. Şeriat güncellemesi her zaman
Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak tüm zamanlarda ve mekânlarda yapılmalıdır. İctihad
budur. İctihad kapısının kapanması müslümanları durgunluğa iten ana sebeptir. İctihad
kapısının kapanması “şeriatın Kur’ân’a ve Sünnet’e göre yapılmasının kapanması”
demektir. Yoksa müslümanları durgunluğa ve gerilemeye iten sebep, şeriatın Kur’ân
ve Sünnet’e göre yapılmasından dolayı değildir. Çünkü ictihad kapısı kapanana
kadar müslümanlar şeriatı, örfü merkeze almış olsalar da, Kur’ân’ı ve Sünnet’i
gözeterek düzenlemişler ve güncellemişlerdi. Böylece uzun yıllar boyunca
Dünyâ’nın hâkimi olmuşlardı. Demek ki şeriat tamâmen Kur’ân’a-Sünnet’e göre
olsa ve mâruf örf gözetilerek yapılsa, Dünyâ cennetin bir şûbesi olacaktır.
Şeriat, bir toplumda yada
coğrafyada olan bir farklılığın, ortaya çıkan bir sorunun yada “sorun”un,
toplumun yapısına uydurularak giderilmesi değil, (çünkü bu pek mümkün
değildir), o soru ve sorunların Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak bir çözüme
kavuşturulması ve güncellenmesidir. Yâni Kur’ân ve Sünnet’e dayanmak esastır.
Topluma yâni insana dayandığındaysa şeriat güncellenmiş olmaz, değişmiş olur.
Şeriatın değişmesi “dînin değiştirilmesi” demektir ki bu işin sonu “dînin iptâli”ne
kadar varır.
Târihselciler değişim ama
özellikle modern değişim karşısında kendilerini ezik hissettiklerinden ve kompleksten
dolayı değişimi düşünüp durmaktadırlar ve “değişmeyen”e gıcık olmaktadırlar.
Din gibi şeriatın da sâbit yada sâbiteli olmasına katlanamamaktadırlar. Târihselcilerin
böyle düşünmesi, sürekli değişimi ifâde ede modernizme meftûn olmalarından olsa
gerektir. Çünkü târihselcilerin tüm düşünceleri ve teorileri modernizme uygun
düşüyor ve modernite ile örtüşüyor. Hiç aykırı düşen bir taraf yok çünkü. Bu
ilginç değil midir?. Utanmasalar daha doğrusu halktan (haktan değil) korkmasalar,
batı’nın ve modern insanın, Peygamber’e daha uygun yaşadıklarını söyleyecekler.
Tabi bunu söylerken batı’nın yaptığı şerefsizliklerin hiç-birini akıllarına
bile getirmeyeceklerdir.
Din sâbittir. Zîrâ Kur’ân
kıyâmete kadar bâkidir. Allah’ın kontrolünde ve gerektiğinde düzeltmesiyle ve
de mutlak anlamda Kur’ân’a uygun olan ve aykırı olmayan, Peygamber ile
uygulaması gösterilmiş şeriat ise, coğrafya, zaman ve mekân değişimi nedeniyle
“sâbit” olmasa da “sâbiteli”dir. Böyle olduğu için de doğal, normâl ve fıtrî
değişimler olduğunda güncellenecek olan şeriatın, hem “sâbit dîn”e yâni
Kur’ân’a tam uygun olması ve zinhar aykırı olmaması, hem de sâbiteli şeriata
yâni Sünnet’e uygun olması ve aykırı olmaması gerekir. Güncellenmiş
(değiştirilmiş değil) şeriat üzerinden tekrar güncel bir şeriat yapılamaz.
Güncellenmiş şeriat yetersiz geldiğinde yeniden güncellenecek şeriat da yine
Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalıdır ve aykırı olmamalıdır. Zîrâ, her zaman
dediğimiz gibi:
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder