“Ey îman edenler!; size
hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin.
Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na
götürülüp toplanacaksınız” (Enfâl
24).
Allah’ın kâinâta koyduğu
yasaların adı olan sünnetullah, hem kâinâtın ve eşyânın hem de insanın
fıtratıyla birebir uyumludur. İnsan ve de eşyâ ise İslâm’la birebir örtüşür. O
hâlde kâinâtın her noktasında İslâm merkezdedir ve hâkimdir. Zîrâ İslâm; teslîmiyet,
barış, esenlik, “Allah’a göre olmak” demektir ki tüm kâinât Allah’a teslim
olmuş ve barış içinde yâni bir kaos olmadan döngüsünü yapmakta ve muhteşem bir
nizam içinde hareket ederek İslâm’a uymaktadır.
Tüm kâinatta İslâm’a uymayan
tek varlık insandır. Zîrâ İslâm tüm kâinatta merkezdeyken, sâdece insanlar arasında
merkezde değildir ve hattâ kıyıda-köşede bile tutulmak istenmemektedir. Zîrâ
İslâm şeytana, nefse ve tâğutlara bir meydan okumadır ve en yüce gâyesi, aynen
göklerdeki muhteşem bir düzen gibi bir düzeni Dünyâ’da da kurmak yada bu hedef
için çalışmaktır. İslâm, Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmuş olarak barış
ve güven içinde yaşamak için indirilmiş bir din’dir ve tüm peygamberler bunun için
çalışmışlar ve bunun mücâdelesini vermişlerdir. Lâkin şeytan, nefs ve tâğutlar
bunu istememekte ve bu nedenle de İslâm’ı hayattan uzaklaştırarak ve kovarak, kâlplere,
zihinlere, câmiye, dört duvar arasına vs. hapsederek onu hayattan uzaklaştırmaktadır.
İslâm’ı hayattan
uzaklaştırmak, -güyâ- “Allah’ı hayattan uzaklaştırmak” anlamına gelir ki
aslında bunu yapanlar rahmeti, bereketi, hakkı, hakîkati, adâleti, eşitliği,
ahlâkı ve tevhidi kendilerinden uzaklaştırmış olarak kendilerine zulmetmiş
olmaktadırlar.
İnsanlar Dünyâ’ya cennetten
uzaklaştırıldıkları için gelmişlerdir. Allah’ın tek bir emrini bile yerine
getirmemek onları cennetten uzaklaştırmıştır. Biz cennetten kovulmadık,
uzaklaştırıldık. Biz Dünyâ’ya, cennetten uzaklaştık da geldik. Dünyâ’ya olan
yabancılığımız biraz da bu yüzdendir. Çünkü cennet de aynen gökler gibi
muhteşem bir nizâmın olduğu, İslâm’ın yâni barışın, selâmetin ve güvenliğin her
noktada hâkim olduğu yerin adıdır. Biz işte öyle bir yerden uzaklaştırıldık ve
imtihanımız başladı. Oraya tekrar yakın olmanın yolu ise İslâm’a yakın olmaktan
geçer. İmtihan, İslâm’ı Dünyâ’ya ve hayâta hâkim kılmak ve insanlar arasında
İslâm’a göre bir düzen kurmak ve bunun için çalışmakla ilgilidir. Bu uğurda
çalışanlar ve çalışmayanların ayrılmasıdır imtihan. O ebedî nîmet diyârı olan
cennete ancak bunu gerçekleştirdiğimizde yada en azından bu uğurda gayretle
çalıştığımızda ulaşabiliriz.
İslâm’ı hayattan
uzaklaştırmak, en başta “dîni devletten uzaklaştırmak” daha doğrusu “dîni devletin
güdümünde sınırlı ve kontrôllü bir şekilde yaşanır kılmak”la oluyor. Bu uzaklaştırma
modernite ile birlikte 250 yıl, Türkiye’de ise Cumhûriyet ile birlikte 100 yıl
önce başlamıştır. Cumhûriyet târihi, “dînî olan”dan uzaklaşıp beşerî olana yönelmenin-yöneltilmenin
târihidir. Fakat gelinen süreçte Türk insanı uygar (muâsır) olamadığı gibi,
dindarlığı da epey bir zayıflamıştır. Çünkü İslâm’ı hayattan uzaklaştırmış ve
hayâtı aslında şeytana, nefse ve tâğutlara göre kurmuştur.
Dîni devletin içinden
uzaklaştırmak (lâiklik), “Allah’ı (dolayısıyla da adâleti) devletten
uzaklaştırmak” anlamına gelir. Zâten Diyânet bile bu amaçla kurulmuştur. Diyânet
İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe 2021 îtibârıyla 13 milyar (eski parayla 13
Katrilyon) TL’dir. Bu para aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara
hapsetme”ye ayrılan paradır. Diyânet, İslâm’ı hayattan yâni dış-âlemden
uzaklaştırıp iç-âleme hapsetmek için kurulmuş bir paravandır.
Târih boyunca insanların
dinden uzak durmaları ve nefse uygun düşünmeleri, konuşmaları ve hareket
etmeleri, dînin “eğlenceli” olmaması nedeniyledir. Fakat Dünya cennet değildir
ve Dünyâ “imtihan dünyâsı”dır. İmtihanın olduğu yerde öyle sürekli olarak
eğlencenin olmayacağı ise mâlûmdur.
İslâm’ı hayattan
uzaklaştırmak(!), “tek ilah inancını (tevhid) hayattan uzaklaştırmak” anlamına
gelir. Fakat din-İslâm hayattan uzaklaştırılıp zihinlere ve vicdanlara
hapsedilince, “küresel bir bunalım” sardı Dünyâ’yı. Çünkü İslâm, uzak-doğu
dinleri gibi salt soyut “düşünce dîni” değildir. Aksine İslâm, “somut”a
dönüşmeyi hedef edinen, iç-âlemlere hâkim olduktan sonra dış-âleme de hâkim
olup Dünyâ’nın her alanını Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre düzenlemek isteyen
bir dindir. İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak “Kur’ân’ı ve de Sünnet’i hayattan
uzaklaştırıp vicdanlara hapsetmek” demektir. Lâkin Kur’ân bir hayat kitabıdır
ve Sünnet de Kur’ân-merkezli bir hayat pratiğidir.
Kur’ân’ı
hayattan uzaklaştırmak, helâli, temiz ve meşrû olanı hayattan uzaklaştırıp;
haramı, pisliği, gayr-ı meşrû olanı ve günahı hayâtın her alanına yaymakla
sonuçlanır. Çünkü İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak, Allah’ın emirlerini ve
nehiylerini görmezden gelerek, şeytanın adımlarını izlemek, “güzel örneklik”
olan Sünnet’i de yok sayarak müslümanca nasıl yaşanacağının pratikliğini
reddetmek demektir.
İslâm tek hak dindir. Tüm
peygamberler müslümandır ve getirdikleri din İslâm’dır. İslâm hârici dinler ise
birer mâneviyat yolu, mistik düşünce ve felsefe sistemleridir. Hakîkatin sâdece
bir kısmı ile meşgûldürler ama bütünlükten kopuk oldukları için sapıtırlar ve
bu nedenle de bâtıldırlar. Bunların çoğunun Allah ve âhiret inancı olmadığı
gibi, dîni kâlplere, vicdanlara ve tapınaklara hapsetmişlerdir. Hayatla, devletle,
milletle, sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsal, hukûkî yönleri yoktur. “Semâvi
dinler” dediğimiz ama tahrif olmuş olan Yahudilik ve Hristiyanlıkta da bu
böyledir. Tabi böyle olmaları onların tümden vahiy-dışı olduğu anlamına gelmez.
Lâkin özellikle Hristiyanlık, manastırlara kapatarak dîni hayattan
uzaklaştırmış ve sâdece iç-âleme yönelik bir din gibi hareket etmiştir. Bunu
yapmalarında bâzı baskılar da etkili olmuşsa da Hz. Îsâ’ya ilk inen vahiyler ve
din de İslâm olduğu için, hayâtın her alanına hitâp eder ve bunun mücadelesinin
verilmesinden bahsederdi. Lâkin Hristiyanlık Pavlus’la birlikte farklı bir yola
girerek Romalılaşmış ve lâikleşmiştir. Böyle olunca da dîni hayattan
uzaklaştırmak zorunda kalmıştır. Bu uzaklaştırma en bâriz şekilde manastır
hayâtı ve uzlet yaşamlarında görülür.
Meselâ bir manastırda 10 yıl
keşişlik yaptıktan sonra toplu yaşama uyum gösteremediği gerekçesiyle oradan
uzaklaştırılan Aziz Symeon, 3 yılını bir hücrede geçirdikten sonra, insanlarla
bağını bütünüyle kesmeye niyetlenir ve şaşırtıcı bir yönteme başvurur. O,
bundan böyle, çölün ortasında inşâ ettiği 17 metre uzunluğundaki ve yarım metre
genişliğindeki bir kulenin tepesinde yaşayacaktır. Aziz Symeon, projesini
uygulamaya koymuş ve yaşamının son 37 yılını (hiç aşağıya inmeden ve hiç düşmeden)
bu kulenin tepesinde duâ ve ibâdet ederek geçirmiştir. Kulenin genişliği yarım
metreyi aşmadığı için burada uzanarak dinlenmek mümkün değildir. Aziz, uykusu
geldiğinde de oturmak zorundadır. Symeon’u tanımlamak için kullanılan “sytlites”
unvanı da Yunan dilinde kule/kolon anlamına gelir. Symeon beslenme ihtiyacını
nasıl gideriyordu?. Symeon’un ünü az zamanda bütün Hristiyanlık âleminde yayılmıştı.
Onu görmeye gelenler, bir sepete yiyecek koyuyor ve bu yiyeceğin Aziz
tarafından yukarı çekilmesini bekliyorlardı. Symeon kuledeki 37 yıllık yaşamını
tamamladığında, (elinde kitap) duâ eder vaziyetteydi. Aşağıdan ona hayranlıkla
bakanların bilmediği şey, Aziz’in kuledeki
yaşamının ne denli çileli olduğuydu. Symeon’un vücûdu hareketsizlikten iflâs
etmişti, tabanında derin yarıklar açılmıştı. Din hayâta dönük olmayınca
müntesipleri nefislerine zulmediyor ve Allah’ın emretmediği şeyi (ruhbanlık)
yapmaya başlıyorlar.
Kente (şehir değil) ve
denize yaklaşıldıkça İslâm’dan uzaklaşma başlıyor. Zîrâ kent mîmârisinde İslâm’a
alan bırakılmamıştır ve böylece İslâm hayattan uzaklaştırılmıştır.
Türklerin İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu.
İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm
serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken;
Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Roma (batı) kültürü ve
uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara
bir Medeniyet sunmuştu. Türkler bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli o İslâm
Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir. Çünkü İslâm’ı hayâtın her alanında kabûl edememektedirler.
Bu durum Selçuklu ve Osmanlı devletleri zamânında bile sorunluydu. Çünkü
İslâm’ın yanına bir de “örf” konulmuştu ki örfe haddinden fazla önem
veriliyordu ve örf fazla belirleyiciydi. Tabi buna rağmen İslâm’ın apaçık emir
ve nehiylerine karşı örfün de bir gücü yoktur. Bu nedenle İslâm bu devletlerde
belirleyici olabiliyordu ve hayâta yansıyabiliyordu. Yâni Türkler, İslâm ile
birlikte hayatlarında (mutlak anlamda olmasa bile) İslâm ile birlikteydiler. Tâ
ki İslâm’ın hayattan uzaklaştırıldığı pagan Roma icâdı cumhûriyet, lâiklik ve
demokrasi hâkim olana kadar.
Zamânımızda
ümmetin fertleri büyük ölçüde “ümmi”dir. Yâni vahiy kültüründen uzaktır. Zîrâ
İslâm hayattan uzaklaştırılmıştır ve şeytan, nefs ve tâğutlar yakınlaştırılmış
ve hayâtın merkezine çökmüştür.
İyiliği istiyorsanız,
kötülükten uzaklaşmanız ama İslâm’a yakın durmanız gerekir. Fakat tam tersi
yapılıyor ve şeytana, nefse ve tâğutlara yakın durulurken İslâm hayattan
uzaklaştırılıyor. Uzaklaştırılan İslâm’dan bir-çokları da uzak duruyor.
İslâm’dan
uzaklaşmak vahiyden uzaklaşmak demektir. Vahiyden uzaklaşmak ise, “Allah’a göre
olmasın, beşere göre olsun” demektir. Lâkin Allah’a göre olmadığında şeytana,
nefse ve tâğutlara ve beşere göre olur ki beşere göre olan şey mutlakâ eksik ve
yanlış olmaya mahkûmdur. İnsanlığın buhrânının nedeni budur.
Müslümanların İslâm ile
ilişkileri “uzaktan-uzağa” olduğu için, onu hakkıyla idrâk edemiyorlar ve
hakkıyla yaşayamıyorlar. Çünkü İslâm’ı hayattan uzaklaştırmışlar ve kâlplerine,
vicdanlarına ve zihinlerine hapsetmişlerdir. Lâkin kâlplerde-vicdanlarda bile
hakkıyla hissedilip yaşanamamaktadır. Hayattan uzak kalan İslâm, insanların hak
ve hakîkat üzere olmalarını sağlayamıyor ve İslâm hayattan uzaklaştırılıp
kâlplere hapsedilince, aslında İslâm’ın hayattan uzaklaştırılmasına bilerek
yada bilmeden destek veren müslümanlar da hayattan uzaklaşmış oluyorlar.
Hayattan uzaklaşan müslümanlar(!) sapmaya başlıyorlar ve saptıkları yerin hak
olduğunu söylemeye başlıyorlar. Dîni, hayattan uzaklaştırıp vicdâna hapsedenler,
“bir cezâ olarak” mutlakâ sapıtırlar ve saptırırlar.
Modernizm, İslâm’ın-dînin
uzaklaştırılması, Allahsızlığın yerleştirilmesidir. Allahsızlaştırılan hayâta
ise şeytan, nefs ve tâğutlar hâkim oluyor. Bunlar İslâm’dan boşalan yere çökmüş
oldukları için, ana hedefleri “dînin hayattan uzak tutulması” oluyor.
Evet; İslâm’ı
hayattan uzaklaştırmak şeytanın insanlara kuruduğu en büyük tuzaktır.
Modern-seküler
sistem, doğal-İslâmî sistemi “yıkarak” hayattan uzaklaştırdığı için,
doğal-İslâmî sistem de seküler-modern sistemi altını üstüne getirerek ve
gürültü ve patırtıyla da olsa “yıkarak” hayattan uzaklaştırmalıdır. Kısasa-kısas’ın
sosyâl-siyâsal yönü İslâm’ın devrimci yönüyle böyle tezâhür eder. Zîrâ târih
boyunca hiç-bir kötülük sessiz-sedâsız ve güzellikle uzaklaştırıl(a)madığı
gibi, hiç-bir iyilik de sessiz-sedâsız ve gürültüsüz-patırtısız ikâme
edilmemiştir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder