“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
Sünnet; “kânun, yol, âdet,
tarz, tavır, model” anlamındadır. Özel anlamda ise, “Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı
uygulama yöntemi” demektir. Ali Şeriati, Sünnet’in târifini şu şekilde yapar:
“Aslında
Peygamber’in Sünnet’i, sâdece sözleri ve hadisleri değildir. Bilakis, Sünnet’in
gerçek mânâsı: Metod, çalışma yöntemi, nereden başlamak gerektiği ve hedefe
ulaşmak için hangi seyir-çizgisini, hangi stratejiyi tâkip etmek gerektiğidir”.
Sünnet, İslâm’ın örfüdür,
geleneğidir. İslâm, sâdece kâlplerin ve vicdanların dîni olmadığı için ve
hayâtın her alanında belirleyici olmak hedefi olan bir din olduğundan dolayı,
bunu bir gelenek, bir örf yâni bir Sünnet ortaya çıkararak yapmak ister. Tüm
peygamberler böyle bir gelenek ve örf yâni Sünnet ortaya koymak için
çabalamışlardır ki Kur’ân kıssalarında anlatılan peygamberlerin gerçek hayat
hikâyelerinde bu sünnetlerin örneklerini görebiliriz.
Sünnet elbette vahiy/Kur’ân-merkezlidir
ve aslında Sünnet, “Kur’ân’ın ete-kemiğe büründürülmesi ve hayâtın her alanında
hâkim olarak görünür olması” demektir. Sünnet, Kur’ân’a-Dîn’e yeni bir emir ve nehiy
eklemek, eksikliklerini tamamlamak” demek değil, “Kur’ân’ı hayâta yansıtmak ve
hayâtın her alanında egemen kılmak için yapılan amel-eylem” demektir. Zîrâ
Kur’ân bir söz ve yazıdır. Raflarda durarak yada sürekli olarak bilgi amaçlı
okumakla (bireysel anlamda sınırlı şekilde insanı değiştirse de) hayâtın
değişmesine bir katkı yapmayacak, böylece Kur’ân aynen uzak-doğu dinleri gibi
“gönülleri hoş eden bir Kitap”a dönüşecektir. Oysa Allah’ın peygamberleri
göndermesinin nedeni, “belli bir süreç içinde vahyi hayatta yaşanır ve hâkim
kılmak” içindir. Çünkü İslâm, göklerdeki düzenin bir benzerini yeryüzünde de
ikâme etmek ve hâkim kılmak isteyen bir din’dir. Çünkü İslâm “sâdece din”
değildir. İslâm bilgi-bilinç ve amel-eylemdir. İslâm; îman, bilgi, bilinç,
ahlâk, amel, eylem, devlet ve medeniyettir.
Sünnet, Kur’ân’ın amel-eylemi yâni
pratikleştirilmesidir. Peygamberler vahiy ile bir örf ve gelenek ortaya koyar.
Bu gelenek, içinde yaşadığı için toplumların önceki peygamberlerden devraldıkları
vahiy geleneğinden izler taşısa da, aslında yozlaşmış örf ve geleneği eleştirdiği
ve düzelttiği için ve de yeni örfler eklediği için “İslâm’a has bir gelenek” olarak
ortaya çıkar. Bu gelenek tâ Hz. Âdem ile başlamış ve Hz. Muhammed’e kadar
gelmiş ve onunla son bulmuştur. İşte Sünnet denilen İslâm-merkezli örf ve
gelenek, Peygamber’in vahyi amele-eyleme dökmesi, hayâta yansıtması ve hâkim
kılmasıyla ortaya çıkan bir uygulamadır. Allah, peygamberleri böyle örneklikler
ortaya koyması için göndermiştir. Zîrâ vahiy ete-kemiğe bürünüp de hayatta
görünür olmayacak olduktan sonra vahyin bir peygamber aracılığıyla insanlara
duyurulmasının bir anlamı kalmazdı. Allah başka yollarla da vahyi insanlara
iletebilirdi. İnsanlar da vahiy üzerinde okuma-araştırma-anlama çalışmaları
yapar dururlardı ve sorgu da “en çok ve en doğru kim anlamış” konusunda olurdu.
Oysa Ahzâb 21. âyette emredilen güzel örnekliği tâkip etmek yâni Sünnet ile örnek
almamız gereken şey daha ziyâde amel ve eylemdir. Tabi kıssalarda anlatılan
önceki peygamberlerin örneklikleri de bizi bağlar. Çünkü Allah, peygamberler
tarafından ortaya konan “vahiy yaşanmışlığı” üzerinden insanları değerlendirir.
Yoksa kimin daha çok okuduğu, kimin daha iyi bildiği, kimin daha çok yazdığı ve
konuştuğu önemlidir ama en önemlisi değildir. Allah, Kur’ân ile bilgi ve
bilince erdikten sonra vahiy-merkezli olarak kim ne yapmış ona bakar.
Mûsâ Cârullah, Sünnet’in
târifini şu şekilde yapar: “İslâm Peygamberi’nin kendi risâletini gerek kendi
ümmetine, gerekse bütün insanlığa tebliğ etmek için, nebevî fiil ve
davranışları, söz ve ifâdeleri, başkalarının davranışlarını bilerek ikrar ve
onaylamaları, kabîle ve krallıklara yazdığı mektupları ile ortaya koyduğu ve tâkip
ettiği yol ve yönteme, hayat-tarzına Sünnet denir”. Bir yazıda da Sünnet
hakkında şunlar söylenir:
“Resûlullah’ın
kendi döneminde İslâm toplumunu bireysel ve toplumsal olmak üzere hayâtın
çeşitli alanlarında yönlendirip yönetmede Kur’ân başta olmak üzere, esas aldığı
ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir zihniyet ve dünyâ görüşü olarak Sünnet
elbette göz-ardı edilemez. Kaynak değeri büyüktür. Ancak bu, hiç-bir şekilde
Kur’ân’ı önceleyeceği anlamına gelmez. Aksine Sünnet, kaynak değerini
Kur’ân’dan almaktadır. Zîrâ Sünnet’in değeri, Resûlullah’ın Kur’ân’ın ilâhî
denetim altında oluşmuş davranış modellerinden meydana gelmesinden
kaynaklanmaktadır. Sünnet, Peygamberimiz’in risâlet misyonunun (Kur’ân’ın)
eyleme dökülmüş boyutunu temsil etmektedir”.
Modern insan, dîni hayattan
dışlamış, kâlplere ve vicdanlara hapsetmiş, bu düşünceyi inanç hâline getirmiş
ve yeni bir “din inancı” ortaya koymuştur. Bu inançta Peygamberimiz’e bir yer
ayrılmamaktadır. Zîrâ Peygamberimiz “güzel bir örneklik” ortaya koymuştur ve bu
örneklik “yaşanmışlık” içerdiği için modern konjonktüre uygun olarak
yorumlanamamaktadır. Çünkü amel ve eylemin yorumu olmaz. Zîrâ amel ve eylemin
zâten kendisi bir yorumdur. Bu yorum modern hayâta zinhar uymamakta ve aykırı
düşmektedir. Modern hayâta alışmış ve hattâ moderniteye meftûn ve râm olmuş
olanlar, bir söz olan vahyi istedikleri gibi yorumlayarak (daha doğrusu tahrif
ederek) günümüze uydurabilirlerken, “vahiy-merkezli yaşanmışlık” olan Sünnet’e
“yaşanmışlık” olduğundan dolayı yorum yapamadıkları için “sâdece Kur’ân” gibi
mottolarla Peygamberimiz îtibarsızlaştırılmak, önemi azaltılmak ve Dîn’e
karıştırılmamak istenmektedir. Fakat bu, Ahzâb Sûresi 21. âyetin de görmezden
gelinmesine neden olmaktadır. Sürekli olarak Peygamberimiz’in “din’deki yeri”
sorgulanmakta ve o’na bir yer ayrılmak istenmemektedir. Yapılan bir araştırmada,
Türkiye’de Peygamberimiz’i “rôl model” kabûl edenlerin nispetinin %63 olduğunu
ortaya çıkmıştır. %40 civârında olan bir-çok kişi, Peygamberimiz’i târihe
hapsetmiştir ve etkisiz biri olarak görmektedir. Bu nedenle de Ahzâb 21. âyeti
görmezden gelmektedirler.
Peygamberimiz’in vahyi
hayâta hâkim kılmak amaçlı yaptığı her-şey Sünnet’tir ve Sünnet’i ortaya koyan
şey Kur’ân’dır. “İslâmî Hareket Metodu olan Sünnet, bu metodun ilkelerini
elbette Kur’ân’dan almıştır.
Aslında tüm insanlar, bir
süreçte ve bir şekilde ortaya çıkan sünnetlere yâni yaşam-tarzlarına uyarlar. Fakat
Allah mevcut sünnetlerin hepsinden râzı değildir ve sâdece İslâm-merkezli olan
sünnetlerden râzıdır. Zîrâ Allah’a dayanmayan sünnetler beşerî olmak bakımından
eksiktir, yanlıştır, şirk, küfür ve zulüm içerir. Bu nedenle Allah, Kur’ân ile
birlikte, toplumları kendi kadim sünnetlerine uyma ve onları rehber edinme
konusunda serbest bırakmamış ve onları eski atalarının sünnetlerinden daha
doğru olan Peygamber’in Sünnet’ine dâvet etmiştir. Hak Sünnet varken bâtıl
sünnetlere yâni yaşam-tarzlarına uymak elbette yanlıştır. Kur’ân’ın “atalar
dîni” dediği şey, “ataların bâtıla dayanarak ortaya koydukları din” yâni
yaşam-tarzıdır. Kur’ân, önceki sünnetler içinde hakka uygun olanları ıslah
ederek almış fakat bâtıl olan sünnetleri de silmiştir.
“Kur’ân’da Sünnet yoktur”
yada “Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” sözlerinin pek bir anlamı yoktur.
Sünnet elbette Kur’ân âyetlerinin hayatta tezâhür ettirilmesidir. Kur’ân olmasa
Sünnet olmazdı. Sünnet Peygamberimiz’in Kur’ân’a göre ortaya koyduğu İslâm
pratiği ve İslâmî yaşam-tarzıdır. Sünnet inkârcıları da dâhil, İslâm’ın emirlerini
yerine getirenler yada en azından namaz kılanlar aslında Sünnet’i tâkip
etmektedirler. Zîrâ namazın rekat sayıları Sünnet’tir, Sünnet tarafından
belirlenmiştir.
Sünnet’in inkârı yada
önemsizleştirilmesi, 150-200 yıl önce hadislerin tümden inkâr edilmesi
(hadislerin ve rivâyetlerin %90’ı uydurmadır ve sorunludur), Sünnet’in de inkâr
edilmesine yada en azından görmezden gelinmesine sebep olmuştur. Zîrâ
hadislerin içinde sahih Sünnet anlatımları da vardır. Hindistan ve Mısır’da
ezikliğin, yenilmişliğin ve kompleksin sonucunda şeytanın ayartmasıyla ortaya
çıkan “sâdece Kur’ân” söylemi, Peygamberimiz’i yâni İslâm’ın yaşam-tarzı olan
ve “güzel örneklik” denilen Sünnet’inin önemsizleşmesine ve görmezden
gelinmesine neden olmuştur-olmaktadır. Bunu yapanlar, Kur’ân’ı “hayat-rehberi”
olan bir Kitap olmaktan çok, her tür bilginin bulunup ortaya koyulabileceği bir
kitap olarak görmüşler ve sürekli olarak okuma-araştırma yapmaya başlamışlardır.
Bu tutum, İslâm denilen şeyin okuma ve araştırmadan ibâret bir din olduğu
zannını açığa çıkarmıştır. Bu zan da, “Kur’ân ile yetinmek ve Sünnet’in yâni
Ahzâb 21. âyetin görmezden gelinmesine neden olmuştur-olmaktadır. Bu bağlamda
bir yazıda şunlar söylenir:
“Modernleşmeyi
hayat-tarzının, sekülerleşmeyi de inanç-tarzının değişmesi olarak
tanımlayabiliriz. ‘İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar’ sözü
gereğince insanların hayat-tarzları değişince inanç-tarzlarının değişmesi de
kaçınılmazdır. ‘Andolsun ki Allah’ın Resûlü’nde sizin için uyulacak güzel bir model
vardır’ buyurduğu gibi din, ‘Peygamber’in getirdiği ve gösterdiği nizam’dır. İnandığı
gibi yaşamayan ve modernleşmeyle Sünnet’ten kopan birinin yaşadığı gibi
inanması ve sekülerleşmesi kaçınılmazdır”.
Sünnet denilen şey, uydurma
rivâyetler ve zırvalıklar değildir. Sünnet, vahyin hayâta hâkim kılınması
sürecinde Peygamberimiz’in, ağzından çıkan sözlerle ve yaptığı amel ve
eylemlerle ortaya koyduğu İslâmî Hareket Metodu’dur. Bu nedenle Buhâri çökerse
İslâm çökmez, zâten Buhâri’ye kadar çökmemişti. Fakat Sünnet göz-ardı edildiğinde
yâni Ahzâb 21. âyet görmezden gelindiğinde İslâm Kitab’a, dolayısıyla
masa-başına hapsedilmiş olur ve hayâta söyleyecek bir sözü olmaz. Tabi bu-arada
hayat da tâğutlar tarafından belirlenmeye ve şekillendirilmeye devâm eder.
Böylece şirk küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm sürer gider.
İnsanların dîni ve
inançları, yaşam-tarzlarında görülendir. Bu yaşam-tarzını kim ve ne
belirliyorsa, o dînin kitabı da peygamberi de odur.
Kur’ân Allah’ın sözü
olduğundan dolayı, aynen göklerdeki gibi, hayâtın tüm alanlarında görünmek ve
hattâ tüm zamanlarda ve mekânlarda hayâtın her alanında tezâhür ederek hâkim
olmak ister. Bu ise, Kur’ân ile bilgi-bilince erdikten sonra, Sünnet örnekliği
ile vahyi hayâta taşımakla olabilir. Allah da böyle istediği için Ahzâb Sûresi
21. âyeti göndermiş ve “güzel örneklik” dediği Sünnet’i kıyâmete kadar bizim için
bağlayıcı kılmıştır. Fakat Ahzâb 21. âyet görmezden gelinince ve öksüz-yetim
bırakılınca, İslâm sâdece bilmenin konusu oluyor ve yapmanın konusu olamıyor. Çünkü
“yap” emrinin nasıl yapılması gerektiği Ahzâb 21. âyet ile yâni Sünnet ile
gösterilmiş ve örneklendirilmiştir. Meselâ “namaz kılın” emrine karşı “kaç
rekat ve nasıl kılalım?” sorusunun cevâbı Ahzâb 21. âyettir.
Yapmayı, modern-seküler-resmî kânun ve kurallara yâni
beşerin-tâğutların hükümlerine göre yapmaya alışmış ve bundan memnun olan insanlar,
“yapmak” yâni “İslâm’ı yerine getirmek” demek olan Sünnet’i inkâr etmekte yada
görmezden gelmektedirler. Fakat bu, “güzel örnekliği inkâr etmek yada görmezden
gelmek” ve nihâyet Ahzâb Sûresi 21. âyeti tınlamamak anlamına gelir. Örneklik,
Peygamberimiz’in “vahyi hayâta uygulama ve hâkim kılma örnekliği”dir ki buna Sünnet
denir. Ahzâb Sûresi 21. âyette “güzel örneklik” denilerek billurlaşan Sünnet,
İslâm’ın ve Kur’ân’ın “hareket metodu”dur. O hâlde Ahzâb Sûresi 21. âyeti
görmezden gelmek yâni Sünnet’i göz-ardı etmek, “İslâm’ı hareketsiz bırakmak”
anlamına gelir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder