“Rablerine
icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile
olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler..” (Şûra 38).
Kur’ân’da bâzı
yönetim-şekillerinden bahsedilir. Bunlar; Hilâfet, Monarşi, Meşrûtiyet ve Şûrâ’dır.
Bu kavramlardan bahseden âyetler ise şöyledir:
Hilâfet: “Ey
Dâvud!; gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse
insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni
Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap-gününü
unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır” (Sâd 26).
Monarşi: “Süleyman,
Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili
öğretildi ve bize her-şeyden (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir
üstünlüktür” (Neml 16).
Meşrûtiyet: “(Hüdhüd’ün
mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs) dedi ki: Ey önde
gelenler!, gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı. Gerçek şu ki,
bu, Süleyman’dandır ve Şüphesiz ‘Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla’
(başlamakta)dır. (İçinde de:) ‘Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman
olarak gelin’ diye (yazılmaktadır). Dedi ki: ‘Ey önde gelenler!; bu işimde
bana görüş belirtin, siz (her-şeye) şâhidlik etmedikçe ben hiç-bir işte kesin
(karar veren biri) değilim’. Dediler ki: Biz kuvvet sâhibiyiz ve zorlu
savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen
(biz uygularız)” (Neml 29-33).
Şûrâ: “Rablerine
icâbet edenler; namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile
olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler ve
haklarına tecâvüz edildiği zaman birlik olup karşı koyanlardır” (Şûrâ
38-39).
Bu yönetim-şekillerinden
tercih edilen ve hakka ve hakîkate en uygun olanının “şûrâ” olduğu söylenir ve
emredilir. Peki “şûrâ yönetim-şekli” neye dayanır?. Şûrâ “demokrasi” midir?.
Tabî ki hayır ve aslâ!. O hâlde şûrâ neye dayanır?. Elbet de
İslâm-merkezliliğe, yâni Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre olan İslâm’a. Peki
bunu sağlayacak ve uygulayacak yada denetleyecek olanlar kimdir?. Rubanlar mı?.
İslâm’da ruhbanlık yoktur. “Ruhbanlık yönetimi” anlamında “teokrasi” de yoktur
İslâm’da. Peki başka anlamda bir teokrasi var mıdır?. Teokrasi ne demektir?.
Teokrasi: “Siyâsal gücün ve erkin Tanrı’dan geldiği inancına
dayalı olarak toplum yönetiminin, Tanrı’nın yeryüzündeki vekilleri olduklarına
inanılan din-adamlarının elinde bulunduğu toplumsal ve siyâsal düzen, din-adamlarının
egemenliğine dayalı yönetim-biçimi”.
Teokrasi; devlet işlerinden bir tür ruhban
sınıfının sorumlu tutulduğu ve devlet-işlerinin dînî temellere dayandırıldığı
yönetim-biçimine verilen addır. Din kurallarının geçerli olduğu
sistemdir. Kurallar, dînî kurallardan etkilenir veyâ dînî kurallar aynen
uygulanır. Kuralların dînî temelli olması veyâ dinden meşrûiyet alması istenir.
Hukuk-sistemi dîne dayandırılır; hukûkî kararların en yüksek mercii bir tür
ruhban sınıfıdır. Bâzı pratik durumlar, dogmatik olgularla açıklanmaya
çalışılır. Bir-çok teokratik sistemde hükümet lîderleri ruhban sınıfının bir
üyesidir. İngiltere’de Lordlar Kamarası’nda 30’a yakın Piskopos bulunur. Günümüzdeki
teokratik devletlere örnek olarak Vatikan ve Îran verilebilir.
Peki
ruhbanlık mutlak anlamda kötü bir yönetme şekli midir?. Yorum yapmadan sâdece
konuyla ilgili âyeti vermekle yetinmek istiyoruz:
“Sonra onların izleri
üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da
arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir
şefkat ve merhâmet kıldık. Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık
(emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da
gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini
verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).
“Teokrasi”
kelimesi; Yunanca “tanrı” anlamına gelen “theos (teos)” ve “kudret, düzen ve
hükûmet” anlamlarına gelen “kratos” kelimelerinden türetilmiştir. Yunan
sözcüklerinden biri olan “theokratia”dan gelmektedir. Bu kelimde, Yunanca
“Tanrının Düzeni” anlamındadır. “Theos” kelimesi ayrıca, Hint-Avrupa dillerinde
dînî bir kavramdır. Hiç-bir dilde gerçek anlamında kullanılmasa da “teokrasi”
kelimesinin İngilizce’de kaydedilen ilk kullanımı 1622 yılında “İlâhi Esin
Altındaki Papazların Hükûmeti” şeklindedir. 1825 yılından beri de
din-adamlarına ve dîne dayalı politik ve sivil gücü temsil eder.
Teokrasi,
“dîne dayalı yönetim-biçimi”ni tanımlamak için kullanılan terim. Daha doğru bir
anlatımla, dînî otorite organlarının siyâsî otorite organları yerine devlet
idâresini elde tuttuğu devlet-biçimidir.
Teo=Tanrı,
Krasi=Yönetim. Yâni “Tanrı Yönetimi”. Aslında teokrasi kelimesinin özgün
anlamıyla terim anlamı arasında fark vardır. Terim anlamı esas kabûl
edilmektedir yada hristiyanlar kelimeyi terim anlamına sokmuşlar ve “ruhbanların
yönetimi” anlamını kazandırmışladır. Yaptıkları uygulama, bu anlamı vermiştir
teokrasi kelimesine. Oysa teokrasi kelimesinin etimolojik anlamı “Allah’ın Yönetimi”
demektir. Teo-loji nasıl ki “Tanrı bilimi” demek
ise, teo-krasi de “Tanrı yönetimi” demektir. Peki bu anlam yanlış ve kötü müdür?. Bu anlam
Hristiyanlıkta yozlaştırılmış ve “Allah adına ruhbanların yönetimi” şekline
çevrilmiştir. Bu nedenle de kötü görülmüştür. Fakat orijinâl ve etimolojik
anlamıyla teokrasinin kötü bir anlamı yoktur ve İslâm’ın istediği yönetim-şekli
de budur:
“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).
Bu
âyet teokrasiden bahsetmiyor mu?. Buna ille de “teokrasi” demek gerekmez tabi.
Önemli olan, “dîni yâni iç ve dış-âlemin yönetimini Allah’a has kılmak”tır. Bu
anlamda hükmün “sâdece Allah’a” âit olduğu yönetim-şekline teokrasi=Allah
yönetimi adını vermenin bir zarârı yoktur. Zâten göklerdeki yönetim teokrasi
yâni Allah’ın yönetimi ile olmaktadır ve Allah da zâten yeryüzünün de aynen
gökler gibi Allah’ın yönetimiyle olmasını ister ve emreder. Zîrâ bu yönetim-şeklinde
bir uygunsuzluk olmaz:
“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin
daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve
güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat)
içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir
çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir;
her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü
iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir
hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).
Mevdûdi,
“İslâmî yönetim teokrasidir” derken, “Allah’a has kılınan bir yönetim”den
bahseder. Mevdûdi, “İslâm’da
Hükûmet” kitabında yönetim-şekillerinden ve teokrasiden bahsederken şunları
söyler:
“Bu
konu incelendiği zaman, ilk nazarda şu hususlar göze çarpacaktır: İslâmî
hükümet, Avrupa-vâri gayr-ı dînî Cumhuriyet (Seculer Democracy) değildir. Ancak
bu isim felsefî noktayı nazardan Cumhuriyet olmuştur. Gayr-ı İslâmî cumhûrî
hükûmette, ‘en yüksek hâkimiyet’ ülkenin sâkinlerinin çoğunluğunun elindedir.
Onların görüşlerine göre, kânunlar yapılır; onların görüşlerine göre bu kânunlarda
değiştirmeler olur. Bu kânunlar istendiği zamanda icrâ ve infâz edilir yahut da
icrâ edilemez, kâğıt üzerinde kalıp gider. İslâm’da ise böyle bir şey yoktur ve
olamaz.
İslâm’da
insanların yaptığı kânunlarla mukâyese kabûl etmeyecek yükseklik ve derecede
bir kânun yapma makâmı vardır. O da Allah Teâlâ’dır. Resûlleri vâsıtasıyla bu
gerçek ve ulvî kânunlar gönderilmiş olup bu hükümler milletlere ve hükûmetlere
tebliğ edilmiştir. Bu bakımdan İslâmî Hükümete, Avrupa-vârî mânâda ‘Cumhuriyet’
demek imkânsızdır. Böyle bir İslâmî Hükümete; ‘İlâhî Hükûmet’ ismi vermek daha
doğru olur. İşte bu ıstılaha İngilizce’de (theocracy): ‘Dînî Hâkimiyet’
denebilir. Fakat burada da yine mühim bir başkalık vardır. Avrupa-vârî
(theocracy) ile İslâmî teokrasi, yine birbirinden ayrı ve bambaşka bir şeydir.
Avrupa teokrasisinde malûm bir zümre, bir rûhânî sınıf, husûsî bir mezhebi
topluluk (Priest Class) Hak Teâlâ’nın ismini kullanarak, kendilerine âlet
ederek, bu ismin arkasına sığınarak, kendileri hâkimiyeti ele geçirirler, kendileri
kânun vâz ederler ve bu kânunları da yürürlüğe koymak yolunu tutarlar. Bunlar,
amelî ve fiîlî bir şekilde, kendilerini Tanrı yerine koyarak, halkın üzerine
musallat olup, halkın ensesine binerler. İşte böyle bir hükümete, böyle bir
durumda ‘ilâhî hükûmet’ yerine, ‘şeytânî hükûmet’ ismi vermek daha doğru olur.
Bunun
aksine, İslâmî teokrasi, bambaşka bir mâhiyet arz-eder. İslâmî teokraside
hâkimiyet herhangi bir rûhânî zümrenin yahut da mezhebin ve dînî bir sınıfın
elinde değildir. Bu hâkimiyet bütün müslümanların, hattâ tek-tek her müslümanın
elindedir. Bütün müslümanlar, hattâ müslümanların her ferdi bile, Allah
Teâlâ’nın kitabı ve O’nun Resûlünün Sünnet’ine uyarak bu hâkimiyeti yürütüp
giderler. Eğer bana bu husus için ayrı ve yeni bir ıstılah ortaya koymak ve bir
terim ismi vermek müsâdesi verilirse, ben buna (Theo-democracy) yani ‘ilâhî
cumhurî hükümet’ demek isteyeceğim. Zîrâ, böyle bir hükûmette, böyle bir idâre
sisteminde ‘hâkimiyet’ yalnız Hak Teâlâ’nın elindedir.
Hükûmet
idâresinin başında bulunanları, müslümanlar istedikleri zaman azletmek
yetkisine sâhiptirler. Bütün nizamlar, muâmelât ve şeriat-ı ilâhî’de, hakkında
açıklık bulunmayan hükümlerde, müslümanların icmâ şeklinde alacakları müşterek
kararla ve ilâhî kânuna mutâbık olması şartıyla hüküm ortaya çıkarırlar. İlâhî
kânunun tefsiri ve şerhi de hiç-bir zümreye, hiç-bir hânedan veyâ nesle yâhut
da bir husûsî topluluğa verilmiş değildir. Bütün müslümanlar arasında herkes bu
hakka sâhiptir. Ancak, ictihad kâbiliyeti olmak ve bu mevzuda derin bilgi sâhibi
olmak şartı ile tefsir ve şerh edilebilir. İşte bu îtibarla bu hükûmet bir
demokrasi hükümetidir. Ancak, böyle bir demokrasi hükûmetinde de ilâhî kânun
mevcut olunca, Allah Teâlâ’nın Resûlü vâsıtasıyla göndermiş bulunduğu hükümler
elde olunca da, herhangi bir müslüman, ister bu müslüman bir tek kişi olsun,
isterse herhangi bir emîr olsun; yâhut kânun koyan zümre olsun, müctehid veyâ
âlim olsun, dinde en ileri gelen bir şahsiyet olsun, hattâ bütün Dünyâ’daki müslümanlar
bir-araya toplanıp gelseler dâhi bu ilâhî kânun hükümlerinde en ufak bir
değişiklik yapmak hakkına sâhip olamazlar. İşte bunun için bu hükümet nizâmı
‘teokrasi’dir.
Avrupa’daki
teokrasi bildiğiniz gibi, İslâmî teokrasiden bambaşka bir mâhiyet taşır.
Bilindiği gibi Avrupa teokrasisinde husûsî bir zümre olan dinî lîderler, Allah’ın
adına, kendilerinin uydurup koydukları kânunları icrâ ederler. Fiîliyatta da
kendilerini Allah yerine koyup halk üzerinde tahakküme kalkarlar. Böyle bir
hükûmete de ‘ilâhî hükümet’ derler. Hâlbuki, böyle devlet nizamlarının
ilâhîlikle alâkaları olmadığı gibi bunlara ‘şeytânî hükûmet’ denmesi daha doğru
olacaktır. Bunun tam aksi olarak, İslâm’da ileri sürülen teokrasi’de, hükûmet
herhangi bir mezhebi veyâ dînî zümrenin elinde değildir. Bu hükümet bütün müslümanların
‘kâffe-i müsliminin’ (tüm müslümanların) elindedir. Bütün müslümanlar bu hükûmeti
Allah’ın Kitab’ı ve O’nun Resûlünün Sünnet’inin ışığı altında yürütmeye gayret
ederler”.
Mevdûdi’nin
burada yanıldığı nokta kanımca, gösterdiği yönetim-şekline “demokrasi”
demesidir. Demokrasinin özünde, “kânunların Allah’tan değil de halktan yâni
beşerden alınması” durumu olduğu için, teo-demokrasi tanımı yanlıştır. Direkt
olarak teokrasi demesi uygun olurdu. Muhammed Esed, İslâm’ın yönetim-şekli
konusunda bu bağlamda şunları söyler:
“İslâm’ın
bir ‘teokrasi’ oluşturma hedefi olup-olmadığı sorusu basitçe ‘evet’ veyâ
‘hayır’ şeklinde cevaplanamaz. Teokrasi kelimesiyle herkes için geçerli olan ve
belirli bir zaman için meydana getirilen bütün kânunların, toplumun ‘ilâhî
kânun’ diye bildiği kânunlardan çıkartılmasını kastedecek olursak, bu soruyu
‘evet’ diye cevaplandırabiliriz. Fakat biz, teokrasi ile, târihin Orta Çağların
Avrupa’sından bize aktardığı ve din-adamlarının, yüksek siyâsî egemenliklerin
yularlarını ellerine almaya çalıştığı dönemleri kastedecek olursak o zaman
kesinlikle bu soruya ‘hayır’ diye cevap veririz. Bunun nedeni ise gâyet
basittir, zîrâ İslâm’da papazlara veyâ ‘din-adamları (ruhban) sınıfı’ diye
bilinen ayrıcalıklı bir sınıfa, bu nedenle dînin sırlarına vâkıf ve âyinleri
yönetmekle yalnızca kendisi görevli bulunan hristiyan kiliselerine benzer bir
kuruma da yer yoktur. Yetişkin her müslüman tek-başına dînî emirleri yerine
getirebildiğine göre, dînî görevleri bilmekten ve sıradan insanın yapamayacağı
bâzı kehânetlere sâhip olmaktan dolayı kazanılacak bir nevî kutsallık, İslâm’da
hiç-bir topluluk veyâ kişi için söz-konusu olamaz. Sözün özü: Batı’nın anladığı
anlamda bir ‘teokrasi’nin, İslâm toplumunda hiç-bir anlamı olamaz”.
Demokrasi
ve diğer beşerî ideolojiler, teokrasiye karşı ortaya çıkarılmış yönetim-şekilleridir
ve teokrasinin anlamını değiştirip bozmuşlar ve kötülemişlerdir. Tabi ilk başta
ruhbanlar, yönetimi ve dîni Allah’a değil de kendilerine has kılınca ve de bunun
kötü sonuçları ortaya çıkınca, teokrasi kavramı kötü anılmaya başlamış ve yeni
terim anlamlar yüklenmiştir. Oysa teo-krasi “Allah yönetimi” demektir. Allah yönetimi
de “dînî yönetim” demek oluyor. Gökler zâten teokrasiyle yönetilmektedir ve
mesele zâten budur. Allah dinleri ve peygamberleri, yeryüzünün de aynen gökler
gibi Allah’a göre yönetilmesi için yâni teokrasiyle yönetilmesi için
göndermiştir.
İslâm’da
şûrâ vardır. İslâm’da ruhbanlık yoktur
ama takvâ (sorumluluk bilinci) vardır. Takvâda üstün olanlar bu üstünlüğe mebnî
olarak, liyâkatlerine göre devletin yöneticileri olacaklardır. Fakat şûrâ üyeleri yönetimi vahye ve de
Peygamber’e yâni “güzel örneklik” olan Sünnet’e göre yapmak zorundadırlar. Anayasa
Kur’ân’dır ve uygulama Sünnet örnekliğine göre olur. Yeni yada geçi kânunlar da
yine vahye uygun olarak ve aykırı olmayacak şekilde çıkarılır. Böyle olunca da
aslında kânunlar ve dolayısıyla yönetim de Allah’a göre olur ki buna teokrasi
denebilir. İslâm’da şûrâ üyelerinin kendilerine göre kânun koymaları ve buna
göre yönetmeleri söz-konusu değildir. Kânunlar ve yönetim Allah’a göre olacaktır.
Mesele şu ki, yeryüzünü,
gökyüzünü yönettiği gibi Allah mı yönetecek yâni kararlar O’na göre mi verilecek?,
yoksa beşere göre mi?. Karar Allah’a göre verildiğinde yâni “teo”ya göre verildiğinde,
o yönetim teo-krasi yâni “Allah yönetimi” olur.
Teo-krasi “Allah
yönetimi”dir. Fakat teokrasi, “ruhban yönetimi” olarak biliniyor ve anlaşılıyor.
Bunun böyle anlaşılmasının nedeni ruhbanlardır.
Peki “ehlü’l-akd ve’l-hâl” kimlerdir?. İslâm âlimlerinden
oluşan yüksek kurul. Yeni ve geçici kânunları ortaya atan ehliyet ve liyâkat
sâhibi topluluk. Zâten “imam” da bunların içinden çıkar. “Ehlü’l-akd ve’l-hâl”i
oluşturan âlimlerin ruhbanlardan farkı, kânunları ve
yönetimi akıllarına ve çıkarlarına göre değil, Allah’ın hükümlerine yâni vahye
göre yapmalarıdır ve bunun dışına çıkamamalarıdır. Tüm halkın bu kurumu
denetleme ve îtiraz etme hakkı vardır. Ruhbanlar ise, Allah adına kendi
kafalarına ve çıkarlarına göre istedikleri kânunları çıkarırılar ve yönetimi
îcâbında keyiflerine göre yaparlar.
İslâm’da ruhbanlık yoktur ama pratikte bu
yasak aşılmış gibidir. Ahmet Yaşar Ocak, İslâm’da ruhbanlıkla ilgili şunları
söyler:
“İslâm târihinde bir
ulemâ zümresinin ortaya çıkışı, aslında yaklaşık olarak Emevi devrinin
(661-750) ortalarından îtibâren gözlemlenebilir. Teorik olarak İslâm’da bir
ruhban (râhipler) sınıfının olmadığı, Peygamber’den nakledilen ‘İslâm’da
ruhbanlık yoktur’ (Lâ rahbâniyyete fi’l-İslâm) hadisine dayanılarak hep söylene-gelmiştir.
Fakat pratikte bunun pek de böyle olmadığını görmek zor değildir. Zîrâ diğer
kitaplı dinlerdeki ruhban statüsünün tam anlamıyla bir benzeri olmasa da,
yaklaşık 8. yüzyıldan îtibâren İslâm dünyâsında, İslâm ülkelerinin genişlemesi
ve İslâm toplumlarının çeşitlenip karmaşıklaşması sonucu beliren ihtiyaçlar
karşısında, dînî emirlerin, kuralların yorumlanması, halka açıklanması ve bâzı
meselelerde karar ve hüküm mercii olma konusunda uzmanlaşmış bir zümrenin
teşekkülü er-geç zorunlu hâle gelecekti. Nitekim öyle de oldu. Bu sebeple, bu
zümrenin toplumsal yapı içinde yavaş-yavaş belirli bir statü oluşturarak bir
‘sınıf’ hâline geldiğini, târihsel bir gerçeğin ifâdesi olarak görmemiz
gerekir. Özellikle Şii Îran’da ulemânın, Sünnî ulemâdan çok daha önce, 9.
yüzyıldan îtibâren bu belirtilen fonksiyonları yüklenerek tam anlamıyla rûhânî
yetkilere ve otoriteye sâhip bir çeşit ruhban sınıfı oluşturduğu söylenebilir.
Sünnî İslâm, târihinin hiç-bir devrinde Şii ulemâ tarzında bir rûhânî sınıf
oluşturamamıştır. Bunun sebepleri üzerinde durulması gerekir ve ayrıca
tartışılabilir. Ancak Şii ulemâ ile sınırlı olsa da, İslâm dünyâsında bir
ruhban sınıfı özelliğini gösteren yalnız ulemâ değildir. Ulema bu sınıfın bir
kesimini teşkil eder; diğer kesimini ise sufiler (dervişler ve şeyhler)
oluşturur ki bu, özellikle İslâm toplumlarının, bu-arada Osmanlı sosyâl târihinin
derinlemesine tahliline ihtiyaç gösteren apayrı bir konusudur”.
Fakat İslâm,
günümüzde de diyânetin yaptığı gibi, devleti meşrûlaştırma aracı olarak
kullanılan ve sâdece devletin izin verdiği kadar konuşan bir ulemâ sınıfı
öngörmez. Ulemâ aslen, halkın Hz. Ömer’e “seni kılıçlarımızla düzeltiriz”
örneğinde olduğu gibi, dînî idrâk edip okumak-yazmak-yaygılaştırmak-anlatmakla
görevli olduğu gibi, devletin yanlışlarını da ve dîne uygun olup-olmadığını da
denetleyip düzenleyen yapıdır. Bu uğurda gerekirse devlet-başkanını hâl etme
yetkisi bile vardır ki aslında “Kunut Duâları”nda bunu söyleriz:
“Allâhumme
inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu’minu bike ve netûbu ileyke
ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve
nahla’u ve netruku men-yefcuruk”.
“Allah’ım!; Sen’den yardım isteriz ve Sen’den günahlarımızı
bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız
ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri
bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve
onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni
bırakırız. ‘Hâl ederiz’ (nahlû)” denir.
Bu duâda “ve
nahlâu ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey
Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden,
lîderlikten) hâl’ edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”.
Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve
fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz. Öyleyse milyonlarca
insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân
etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız
gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.
Nahlâu (hâl’ ederiz)
derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi
azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı
iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” “hâl etme” denir. Ve
netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz,
ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir
ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz vermeeylemi,
bir siyâsî bilinçtir.
İslâm’da âlimler, Îran
mezhep mollaları gibi değildirler. Çünkü onlar İslâm’ın sâdece şii yorumuna göre
hüküm verirler. Oysa hüküm, Şiiliğe ve Sünniliğe aykırı da olsa Kur’ân ve Sünnet’e
göre olmalıdır. Demek ki İslâm’da “ehlü’l-akd ve’l-hâl” imamları, Kur’ân’a göre
hükümleri ortaya çıkarıp Sünnet’e göre de eylemi gösterenlerdir. Kânunlar ve
kurallar Kur’ân’a göre, amel-eylem ise Sünnet örnekliği göz-önüne alınarak
yapılacaktır. Böylece her-şey İslâm’a göre olmuş olur. Zîrâ İslâm yâni Kur’ân
ve Sünnet’e aykırı bir şey olmamış olur. Teokrasi yâni “Allah’ın yönetimi” bu
şekildedir Allâhuâlem.
İslâm’da tabî ki hristiyanlıktaki
gibi, dîn pazarlayan ruhbanlar yoktur ve zâten ruhbanlık da yoktur. Fakat
hükümleri ortaya koyan ulemâ vardır. Kur’ân’ın hükümlerini ve Peygamber
örnekliğini en iyi şekilde ulemâ ortaya çıkardığı için, ulemâ olmazsa-olmazdır.
Bu ruhbanlık değil, emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker vazîfesi
yapmaktır. Bu işe kim daha liyâkatli ve ehliyetli ise onlar getirilir.
Kendilerini İslâm’a âit
olarak gören tasavvufçular, hristiyanlıktaki ruhbanlıktan bile çok daha aşırı
bir ruhbanlık yaparlar. Tasavvufçuların ruhbanlardan farkı, ruhbanlar yaptıklarını
Allah adına yaparlarken, felsefî tasavvufçular denilen mistik kesim, yaptıklarını
-hâşâ- bizzat “Allah olarak” yaparlar. Kutup, Kutbûl Aktab, Gavs, Yediler,
Kırklar, Yediyüzler vs. bunlar İslâm’ı sözde en iyi bilen kişiler olduklarını sandıkları
gibi, aslında Allah’ın görevini de yüklenip, göklerin düzenini bile kendilerinin
sağladığını söylerler. Meselâ bu bağlamda “kâinâtı ellerinde tesbih gibi
oynamak” ifâdesi vardır.
Yönetim “teokrasi” yâni “Allah’ın
yönetimi” olmayınca ne olur?. “Beşerokrasi” yâni beşerin yönetimi olur ki bu
yönetim şeytana, nefse ve tâğutlara göre olan bir yönetim olacaktır. Bernard
Lewis şöyle der: “İslam bir teokrasi midir?. “Allah'ın en yüce makâm olarak
görüldüğü” anlamında, yanıt ‘evet’ olmak zorundadır. “Ruhban sınıfının bir
yönetimi” anlamında ise yanıt kesinlikle ‘hayır’ olacaktır”.
Tabî ki hristiyanlıktaki
gibi kutsal törenler eşliğinde ruhbanları kutsamak değildir bahsettiğimiz
teokrasi şekli ve ulemâ gurubu. Bu kişiler ilim-merkezlidir ama İslâm’ın emrine
göre, siyâsete, ekonomiye ve sosyâl-kültürel hayâta karışırlar. Eğer her-şey
İslâm’a göre olacaksa -ki biz İslâm Devleti ve yönetiminden bahsediyoruz-
kânunları-kuralları vahye göre belirleyenler “dînî en iyi bilenler” olacaktır
ve elbette bunlar da ulemâ sınıfıdır. Allah’ın yönetimi ancak bu şekilde açığa
çıkar. Allah’ın yönetimi “vahiy-merkezli yönetim” demektir. Bu bağlamda ulemâ
yâni her alandan âlimler olmalıdır ve onlara her konuda danışılmalıdır. Zîrâ
Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir. Bu nedenle Allah âlimlere yâni bilenlere
sorun der: “…Eğer
bilmiyorsanız, âlimlere-bilenlere sorun” (Nâhl 43). Bu âyette “zikir ehli” vahiy yâni zikir konusunda
uzmanlaşmış olanlardır.
Halkın tamâmının
Kur’ân’ı bilmesi mümkün değildir ve zâten târihin hiç-bir döneminde olmamış bir
şeydir bu. Hattâ Peygamberimiz zamânında bile bu böyledir. Bu nedenle
âlimler-ulemâ olacaktır. Bunlar ruhbanlar gibi değildirler. Söyledikleri şeyler
vahye aykırı düşemez. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda da şöyle der:
“Ulemânın eskiden bêri
İslâm toplumlarında çok önemli bir yeri ve nüfûzu olmuştur. Bu nüfûz bir-yandan
halk, diğer yandan bununla bağlantılı olarak devlet nezdinde ortaya çıkıyor.
Halk nezdindeki nüfûz ve îtibâr, bir yanıyla tabî ki ulemânın İslâmî ilimleri
en iyi anlayan ve yorumlayan kişiler olarak düşünülmelerinden, diğer yanıyla da
İslâm’ın emir ve yasaklarını, bunlarla ilgili
olarak yaptıkları yorumları en iyi kendi şahıslarında uygulayan, yaşayan ve
yaşatan kişiler olarak algılanmalarından kaynaklanıyordu. Ancak söz-konusu nüfûz
ve îtibâr, ulemâya önemli bir sorumluluk da yüklemekte, onları halk nazarında
saygı duyulması, örnek alınması, çeşitli konularda fikirlerine ve görüşlerine
mürâcaat edilmesi gereken bir hakem olarak öne çıkarmaktaydı. İşte bu imajıyla
ulemâ, bir anlamda halk kitleleriyle siyâsal iktidâr ve otorite mercîleri
arasında kendiliğinden bir aracı konumuna yükseliyordu. Böylece, devlet ve hükûmet
nezdinde de dikkate alınması, sözlerine kulak verilmesi gereken bir statü elde
ediyor ve belli bir otorite ve saygınlık kazanıyordu”.
Seküler-lâik
devletlerde din, devlete tâbi olurken; teokraside devlet, dînê tâbi olur.
İslâm “teo-sentrik” bir
dinidr. Yâni Allah-merkezlidir. Böyle olunca da “Teo-kratik” oluyor.
İslâm Devleti’nin
yönetim-şekli şûrâdır ve şûrâ yeryüzünde de göklerde olduğu gibi teokrasiyi
yâni Allah yönetimini ortaya koymak içindir. Böylece tüm her-şey “Allah’a göre”
olmuş olur. Ulemâ yada “ehlü’l-akd
ve’l-hâl” işte bunu sağlamakla ve korumakla
yükümlüdür. Bunun denetlemesi ve bir terslikte kılıçla da olsa düzeltilmesi ise
halka bırakılmıştır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder