1 Ocak 2021 Cuma

İslâm’ın Yönetim Şekli ve Teokrasi

 

“Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler..” (Şûra 38).

 

Kur’ân’da bâzı yönetim-şekillerinden bahsedilir. Bunlar; Hilâfet, Monarşi, Meşrûtiyet ve Şûrâ’dır. Bu kavramlardan bahseden âyetler ise şöyledir:

 

Hilâfet: “Ey Dâvud!; gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap-gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır” (Sâd 26).

 

Monarşi: “Süleyman, Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16).

 

Meşrûtiyet: “(Hüdhüd’ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs) dedi ki: Ey önde gelenler!, gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı. Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve Şüphesiz ‘Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla’ (başlamakta)dır. (İçinde de:) ‘Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin’ diye (yazılmaktadır). Dedi ki: ‘Ey önde gelenler!; bu işimde bana görüş belirtin, siz (her-şeye) şâhidlik etmedikçe ben hiç-bir işte kesin (karar veren biri) değilim’. Dediler ki: Biz kuvvet sâhibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)(Neml 29-33).

 

Şûrâ: “Rablerine icâbet edenler; namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler ve haklarına tecâvüz edildiği zaman birlik olup karşı koyanlardır” (Şûrâ 38-39).

 

Bu yönetim-şekillerinden tercih edilen ve hakka ve hakîkate en uygun olanının “şûrâ” olduğu söylenir ve emredilir. Peki “şûrâ yönetim-şekli” neye dayanır?. Şûrâ “demokrasi” midir?. Tabî ki hayır ve aslâ!. O hâlde şûrâ neye dayanır?. Elbet de İslâm-merkezliliğe, yâni Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre olan İslâm’a. Peki bunu sağlayacak ve uygulayacak yada denetleyecek olanlar kimdir?. Rubanlar mı?. İslâm’da ruhbanlık yoktur. “Ruhbanlık yönetimi” anlamında “teokrasi” de yoktur İslâm’da. Peki başka anlamda bir teokrasi var mıdır?. Teokrasi ne demektir?.

 

Teokrasi: “Siyâsal gücün ve erkin Tanrı’dan geldiği inancına dayalı olarak toplum yönetiminin, Tanrı’nın yeryüzündeki vekilleri olduklarına inanılan din-adamlarının elinde bulunduğu toplumsal ve siyâsal düzen, din-adamlarının egemenliğine dayalı yönetim-biçimi”.

 

Teokrasi; devlet işlerinden bir tür ruhban sınıfının sorumlu tutulduğu ve devlet-işlerinin dînî temellere dayandırıldığı yönetim-biçimine verilen addır. Din kurallarının geçerli olduğu sistemdir. Kurallar, dînî kurallardan etkilenir veyâ dînî kurallar aynen uygulanır. Kuralların dînî temelli olması veyâ dinden meşrûiyet alması istenir. Hukuk-sistemi dîne dayandırılır; hukûkî kararların en yüksek mercii bir tür ruhban sınıfıdır. Bâzı pratik durumlar, dogmatik olgularla açıklanmaya çalışılır. Bir-çok teokratik sistemde hükümet lîderleri ruhban sınıfının bir üyesidir. İngiltere’de Lordlar Kamarası’nda 30’a yakın Piskopos bulunur. Günümüzdeki teokratik devletlere örnek olarak Vatikan ve Îran verilebilir.

 

Peki ruhbanlık mutlak anlamda kötü bir yönetme şekli midir?. Yorum yapmadan sâdece konuyla ilgili âyeti vermekle yetinmek istiyoruz:

 

“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).  

 

“Teokrasi” kelimesi; Yunanca “tanrı” anlamına gelen “theos (teos)” ve “kudret, düzen ve hükûmet” anlamlarına gelen “kratos” kelimelerinden türetilmiştir. Yunan sözcüklerinden biri olan “theokratia”dan gelmektedir. Bu kelimde, Yunanca “Tanrının Düzeni” anlamındadır. “Theos” kelimesi ayrıca, Hint-Avrupa dillerinde dînî bir kavramdır. Hiç-bir dilde gerçek anlamında kullanılmasa da “teokrasi” kelimesinin İngilizce’de kaydedilen ilk kullanımı 1622 yılında “İlâhi Esin Altındaki Papazların Hükûmeti” şeklindedir. 1825 yılından beri de din-adamlarına ve dîne dayalı politik ve sivil gücü temsil eder.

 

Teokrasi, “dîne dayalı yönetim-biçimi”ni tanımlamak için kullanılan terim. Daha doğru bir anlatımla, dînî otorite organlarının siyâsî otorite organları yerine devlet idâresini elde tuttuğu devlet-biçimidir.

 

Teo=Tanrı, Krasi=Yönetim. Yâni “Tanrı Yönetimi”. Aslında teokrasi kelimesinin özgün anlamıyla terim anlamı arasında fark vardır. Terim anlamı esas kabûl edilmektedir yada hristiyanlar kelimeyi terim anlamına sokmuşlar ve “ruhbanların yönetimi” anlamını kazandırmışladır. Yaptıkları uygulama, bu anlamı vermiştir teokrasi kelimesine. Oysa teokrasi kelimesinin etimolojik anlamı “Allah’ın Yönetimi” demektir. Teo-loji nasıl ki “Tanrı bilimi” demek ise, teo-krasi de “Tanrı yönetimi demektir. Peki bu anlam yanlış ve kötü müdür?. Bu anlam Hristiyanlıkta yozlaştırılmış ve “Allah adına ruhbanların yönetimi” şekline çevrilmiştir. Bu nedenle de kötü görülmüştür. Fakat orijinâl ve etimolojik anlamıyla teokrasinin kötü bir anlamı yoktur ve İslâm’ın istediği yönetim-şekli de budur:

 

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

 

Bu âyet teokrasiden bahsetmiyor mu?. Buna ille de “teokrasi” demek gerekmez tabi. Önemli olan, “dîni yâni iç ve dış-âlemin yönetimini Allah’a has kılmak”tır. Bu anlamda hükmün “sâdece Allah’a” âit olduğu yönetim-şekline teokrasi=Allah yönetimi adını vermenin bir zarârı yoktur. Zâten göklerdeki yönetim teokrasi yâni Allah’ın yönetimi ile olmaktadır ve Allah da zâten yeryüzünün de aynen gökler gibi Allah’ın yönetimiyle olmasını ister ve emreder. Zîrâ bu yönetim-şeklinde bir uygunsuzluk olmaz:

 

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).

 

Mevdûdi, “İslâmî yönetim teokrasidir” derken, “Allah’a has kılınan bir yönetim”den bahseder. Mevdûdi, “İslâm’da Hükûmet” kitabında yönetim-şekillerinden ve teokrasiden bahsederken şunları söyler:

 

“Bu konu incelendiği zaman, ilk nazarda şu hususlar göze çarpacaktır: İslâmî hükümet, Avrupa-vâri gayr-ı dînî Cumhuriyet (Seculer Democracy) değildir. Ancak bu isim felsefî noktayı nazardan Cumhuriyet olmuştur. Gayr-ı İslâmî cumhûrî hükûmette, ‘en yüksek hâkimiyet’ ülkenin sâkinlerinin çoğunluğunun elindedir. Onların görüşlerine göre, kânunlar yapılır; onların görüşlerine göre bu kânunlarda değiştirmeler olur. Bu kânunlar istendiği zamanda icrâ ve infâz edilir yahut da icrâ edilemez, kâğıt üzerinde kalıp gider. İslâm’da ise böyle bir şey yoktur ve olamaz.

 

İslâm’da insanların yaptığı kânunlarla mukâyese kabûl etmeyecek yükseklik ve derecede bir kânun yapma makâmı vardır. O da Allah Teâlâ’dır. Resûlleri vâsıtasıyla bu gerçek ve ulvî kânunlar gönderilmiş olup bu hükümler milletlere ve hükûmetlere tebliğ edilmiştir. Bu bakımdan İslâmî Hükümete, Avrupa-vârî mânâda ‘Cumhuriyet’ demek imkânsızdır. Böyle bir İslâmî Hükümete; ‘İlâhî Hükûmet’ ismi vermek daha doğru olur. İşte bu ıstılaha İngilizce’de (theocracy): ‘Dînî Hâkimiyet’ denebilir. Fakat burada da yine mühim bir başkalık vardır. Avrupa-vârî (theocracy) ile İslâmî teokrasi, yine birbirinden ayrı ve bambaşka bir şeydir. Avrupa teokrasisinde malûm bir zümre, bir rûhânî sınıf, husûsî bir mezhebi topluluk (Priest Class) Hak Teâlâ’nın ismini kullanarak, kendilerine âlet ederek, bu ismin arkasına sığınarak, kendileri hâkimiyeti ele geçirirler, kendileri kânun vâz ederler ve bu kânunları da yürürlüğe koymak yolunu tutarlar. Bunlar, amelî ve fiîlî bir şekilde, kendilerini Tanrı yerine koyarak, halkın üzerine musallat olup, halkın ensesine binerler. İşte böyle bir hükümete, böyle bir durumda ‘ilâhî hükûmet’ yerine, ‘şeytânî hükûmet’ ismi vermek daha doğru olur.

 

Bunun aksine, İslâmî teokrasi, bambaşka bir mâhiyet arz-eder. İslâmî teokraside hâkimiyet herhangi bir rûhânî zümrenin yahut da mezhebin ve dînî bir sınıfın elinde değildir. Bu hâkimiyet bütün müslümanların, hattâ tek-tek her müslümanın elindedir. Bütün müslümanlar, hattâ müslümanların her ferdi bile, Allah Teâlâ’nın kitabı ve O’nun Resûlünün Sünnet’ine uyarak bu hâkimiyeti yürütüp giderler. Eğer bana bu husus için ayrı ve yeni bir ıstılah ortaya koymak ve bir terim ismi vermek müsâdesi verilirse, ben buna (Theo-democracy) yani ‘ilâhî cumhurî hükümet’ demek isteyeceğim. Zîrâ, böyle bir hükûmette, böyle bir idâre sisteminde ‘hâkimiyet’ yalnız Hak Teâlâ’nın elindedir.

 

Hükûmet idâresinin başında bulunanları, müslümanlar istedikleri zaman azletmek yetkisine sâhiptirler. Bütün nizamlar, muâmelât ve şeriat-ı ilâhî’de, hakkında açıklık bulunmayan hükümlerde, müslümanların icmâ şeklinde alacakları müşterek kararla ve ilâhî kânuna mutâbık olması şartıyla hüküm ortaya çıkarırlar. İlâhî kânunun tefsiri ve şerhi de hiç-bir zümreye, hiç-bir hânedan veyâ nesle yâhut da bir husûsî topluluğa verilmiş değildir. Bütün müslümanlar arasında herkes bu hakka sâhiptir. Ancak, ictihad kâbiliyeti olmak ve bu mevzuda derin bilgi sâhibi olmak şartı ile tefsir ve şerh edilebilir. İşte bu îtibarla bu hükûmet bir demokrasi hükümetidir. Ancak, böyle bir demokrasi hükûmetinde de ilâhî kânun mevcut olunca, Allah Teâlâ’nın Resûlü vâsıtasıyla göndermiş bulunduğu hükümler elde olunca da, herhangi bir müslüman, ister bu müslüman bir tek kişi olsun, isterse herhangi bir emîr olsun; yâhut kânun koyan zümre olsun, müctehid veyâ âlim olsun, dinde en ileri gelen bir şahsiyet olsun, hattâ bütün Dünyâ’daki müslümanlar bir-araya toplanıp gelseler dâhi bu ilâhî kânun hükümlerinde en ufak bir değişiklik yapmak hakkına sâhip olamazlar. İşte bunun için bu hükümet nizâmı ‘teokrasi’dir.

 

Avrupa’daki teokrasi bildiğiniz gibi, İslâmî teokrasiden bambaşka bir mâhiyet taşır. Bilindiği gibi Avrupa teokrasisinde husûsî bir zümre olan dinî lîderler, Allah’ın adına, kendilerinin uydurup koydukları kânunları icrâ ederler. Fiîliyatta da kendilerini Allah yerine koyup halk üzerinde tahakküme kalkarlar. Böyle bir hükûmete de ‘ilâhî hükümet’ derler. Hâlbuki, böyle devlet nizamlarının ilâhîlikle alâkaları olmadığı gibi bunlara ‘şeytânî hükûmet’ denmesi daha doğru olacaktır. Bunun tam aksi olarak, İslâm’da ileri sürülen teokrasi’de, hükûmet herhangi bir mezhebi veyâ dînî zümrenin elinde değildir. Bu hükümet bütün müslümanların ‘kâffe-i müsliminin’ (tüm müslümanların) elindedir. Bütün müslümanlar bu hükûmeti Allah’ın Kitab’ı ve O’nun Resûlünün Sünnet’inin ışığı altında yürütmeye gayret ederler”.

 

Mevdûdi’nin burada yanıldığı nokta kanımca, gösterdiği yönetim-şekline “demokrasi” demesidir. Demokrasinin özünde, “kânunların Allah’tan değil de halktan yâni beşerden alınması” durumu olduğu için, teo-demokrasi tanımı yanlıştır. Direkt olarak teokrasi demesi uygun olurdu. Muhammed Esed, İslâm’ın yönetim-şekli konusunda bu bağlamda şunları söyler:

 

“İslâm’ın bir ‘teokrasi’ oluşturma hedefi olup-olmadığı sorusu basitçe ‘evet’ veyâ ‘hayır’ şeklinde cevaplanamaz. Teokrasi kelimesiyle herkes için geçerli olan ve belirli bir zaman için meydana getirilen bütün kânunların, toplumun ‘ilâhî kânun’ diye bildiği kânunlardan çıkartılmasını kastedecek olursak, bu soruyu ‘evet’ diye cevaplandırabiliriz. Fakat biz, teokrasi ile, târihin Orta Çağların Avrupa’sından bize aktardığı ve din-adamlarının, yüksek siyâsî egemenliklerin yularlarını ellerine almaya çalıştığı dönemleri kastedecek olursak o zaman kesinlikle bu soruya ‘hayır’ diye cevap veririz. Bunun nedeni ise gâyet basittir, zîrâ İslâm’da papazlara veyâ ‘din-adamları (ruhban) sınıfı’ diye bilinen ayrıcalıklı bir sınıfa, bu nedenle dînin sırlarına vâkıf ve âyinleri yönetmekle yalnızca kendisi görevli bulunan hristiyan kiliselerine benzer bir kuruma da yer yoktur. Yetişkin her müslüman tek-başına dînî emirleri yerine getirebildiğine göre, dînî görevleri bilmekten ve sıradan insanın yapamayacağı bâzı kehânetlere sâhip olmaktan dolayı kazanılacak bir nevî kutsallık, İslâm’da hiç-bir topluluk veyâ kişi için söz-konusu olamaz. Sözün özü: Batı’nın anladığı anlamda bir ‘teokrasi’nin, İslâm toplumunda hiç-bir anlamı olamaz”.

 

Demokrasi ve diğer beşerî ideolojiler, teokrasiye karşı ortaya çıkarılmış yönetim-şekilleridir ve teokrasinin anlamını değiştirip bozmuşlar ve kötülemişlerdir. Tabi ilk başta ruhbanlar, yönetimi ve dîni Allah’a değil de kendilerine has kılınca ve de bunun kötü sonuçları ortaya çıkınca, teokrasi kavramı kötü anılmaya başlamış ve yeni terim anlamlar yüklenmiştir. Oysa teo-krasi “Allah yönetimi” demektir. Allah yönetimi de “dînî yönetim” demek oluyor. Gökler zâten teokrasiyle yönetilmektedir ve mesele zâten budur. Allah dinleri ve peygamberleri, yeryüzünün de aynen gökler gibi Allah’a göre yönetilmesi için yâni teokrasiyle yönetilmesi için göndermiştir.

 

İslâm’da şûrâ vardır. İslâm’da ruhbanlık yoktur ama takvâ (sorumluluk bilinci) vardır. Takvâda üstün olanlar bu üstünlüğe mebnî olarak, liyâkatlerine göre devletin yöneticileri olacaklardır. Fakat şûrâ üyeleri yönetimi vahye ve de Peygamber’e yâni “güzel örneklik” olan Sünnet’e göre yapmak zorundadırlar. Anayasa Kur’ân’dır ve uygulama Sünnet örnekliğine göre olur. Yeni yada geçi kânunlar da yine vahye uygun olarak ve aykırı olmayacak şekilde çıkarılır. Böyle olunca da aslında kânunlar ve dolayısıyla yönetim de Allah’a göre olur ki buna teokrasi denebilir. İslâm’da şûrâ üyelerinin kendilerine göre kânun koymaları ve buna göre yönetmeleri söz-konusu değildir. Kânunlar ve yönetim Allah’a göre olacaktır.

 

Mesele şu ki, yeryüzünü, gökyüzünü yönettiği gibi Allah mı yönetecek yâni kararlar O’na göre mi verilecek?, yoksa beşere göre mi?. Karar Allah’a göre verildiğinde yâni “teo”ya göre verildiğinde, o yönetim teo-krasi yâni “Allah yönetimi” olur.

 

Teo-krasi “Allah yönetimi”dir. Fakat teokrasi, “ruhban yönetimi” olarak biliniyor ve anlaşılıyor. Bunun böyle anlaşılmasının nedeni ruhbanlardır.  

 

Peki “ehlü’l-akd ve’l-hâl” kimlerdir?. İslâm âlimlerinden oluşan yüksek kurul. Yeni ve geçici kânunları ortaya atan ehliyet ve liyâkat sâhibi topluluk. Zâten “imam” da bunların içinden çıkar. “Ehlü’l-akd ve’l-hâl”i oluşturan âlimlerin ruhbanlardan farkı, kânunları ve yönetimi akıllarına ve çıkarlarına göre değil, Allah’ın hükümlerine yâni vahye göre yapmalarıdır ve bunun dışına çıkamamalarıdır. Tüm halkın bu kurumu denetleme ve îtiraz etme hakkı vardır. Ruhbanlar ise, Allah adına kendi kafalarına ve çıkarlarına göre istedikleri kânunları çıkarırılar ve yönetimi îcâbında keyiflerine göre yaparlar.

 

İslâm’da ruhbanlık yoktur ama pratikte bu yasak aşılmış gibidir. Ahmet Yaşar Ocak, İslâm’da ruhbanlıkla ilgili şunları söyler:

 

“İslâm târihinde bir ulemâ zümresinin ortaya çıkışı, aslında yaklaşık olarak Emevi devrinin (661-750) ortalarından îtibâren gözlemlenebilir. Teorik olarak İslâm’da bir ruhban (râhipler) sınıfının olmadığı, Peygamber’den nakledilen ‘İslâm’da ruhbanlık yoktur’ (Lâ rahbâniyyete fi’l-İslâm) hadisine dayanılarak hep söylene-gelmiştir. Fakat pratikte bunun pek de böyle olmadığını görmek zor değildir. Zîrâ diğer kitaplı dinlerdeki ruhban statüsünün tam anlamıyla bir benzeri olmasa da, yaklaşık 8. yüzyıldan îtibâren İslâm dünyâsında, İslâm ülkelerinin genişlemesi ve İslâm toplumlarının çeşitlenip karmaşıklaşması sonucu beliren ihtiyaçlar karşısında, dînî emirlerin, kuralların yorumlanması, halka açıklanması ve bâzı meselelerde karar ve hüküm mercii olma konusunda uzmanlaşmış bir zümrenin teşekkülü er-geç zorunlu hâle gelecekti. Nitekim öyle de oldu. Bu sebeple, bu zümrenin toplumsal yapı içinde yavaş-yavaş belirli bir statü oluşturarak bir ‘sınıf’ hâline geldiğini, târihsel bir gerçeğin ifâdesi olarak görmemiz gerekir. Özellikle Şii Îran’da ulemânın, Sünnî ulemâdan çok daha önce, 9. yüzyıldan îtibâren bu belirtilen fonksiyonları yüklenerek tam anlamıyla rûhânî yetkilere ve otoriteye sâhip bir çeşit ruhban sınıfı oluşturduğu söylenebilir. Sünnî İslâm, târihinin hiç-bir devrinde Şii ulemâ tarzında bir rûhânî sınıf oluşturamamıştır. Bunun sebepleri üzerinde durulması gerekir ve ayrıca tartışılabilir. Ancak Şii ulemâ ile sınırlı olsa da, İslâm dünyâsında bir ruhban sınıfı özelliğini gösteren yalnız ulemâ değildir. Ulema bu sınıfın bir kesimini teşkil eder; diğer kesimini ise sufiler (dervişler ve şeyhler) oluşturur ki bu, özellikle İslâm toplumlarının, bu-arada Osmanlı sosyâl târihinin derinlemesine tahliline ihtiyaç gösteren apayrı bir konusudur”.

 

Fakat İslâm, günümüzde de diyânetin yaptığı gibi, devleti meşrûlaştırma aracı olarak kullanılan ve sâdece devletin izin verdiği kadar konuşan bir ulemâ sınıfı öngörmez. Ulemâ aslen, halkın Hz. Ömer’e “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” örneğinde olduğu gibi, dînî idrâk edip okumak-yazmak-yaygılaştırmak-anlatmakla görevli olduğu gibi, devletin yanlışlarını da ve dîne uygun olup-olmadığını da denetleyip düzenleyen yapıdır. Bu uğurda gerekirse devlet-başkanını hâl etme yetkisi bile vardır ki aslında “Kunut Duâları”nda bunu söyleriz:

 

“Allâhumme inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu’minu bike ve netûbu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve nahla’u ve netruku men-yefcuruk”.

 

“Allah’ım!; Sen’den yardım isteriz ve Sen’den günahlarımızı bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. ‘Hâl ederiz’ (nahlû)” denir.

 

Bu duâda “ve nahlâu ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl’ edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz. Öyleyse milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.

 

Nahlâu (hâl’ ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” “hâl etme” denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz vermeeylemi, bir siyâsî bilinçtir.

 

İslâm’da âlimler, Îran mezhep mollaları gibi değildirler. Çünkü onlar İslâm’ın sâdece şii yorumuna göre hüküm verirler. Oysa hüküm, Şiiliğe ve Sünniliğe aykırı da olsa Kur’ân ve Sünnet’e göre olmalıdır. Demek ki İslâm’da “ehlü’l-akd ve’l-hâl” imamları, Kur’ân’a göre hükümleri ortaya çıkarıp Sünnet’e göre de eylemi gösterenlerdir. Kânunlar ve kurallar Kur’ân’a göre, amel-eylem ise Sünnet örnekliği göz-önüne alınarak yapılacaktır. Böylece her-şey İslâm’a göre olmuş olur. Zîrâ İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet’e aykırı bir şey olmamış olur. Teokrasi yâni “Allah’ın yönetimi” bu şekildedir Allâhuâlem.

 

İslâm’da tabî ki hristiyanlıktaki gibi, dîn pazarlayan ruhbanlar yoktur ve zâten ruhbanlık da yoktur. Fakat hükümleri ortaya koyan ulemâ vardır. Kur’ân’ın hükümlerini ve Peygamber örnekliğini en iyi şekilde ulemâ ortaya çıkardığı için, ulemâ olmazsa-olmazdır. Bu ruhbanlık değil, emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker vazîfesi yapmaktır. Bu işe kim daha liyâkatli ve ehliyetli ise onlar getirilir.  

 

Kendilerini İslâm’a âit olarak gören tasavvufçular, hristiyanlıktaki ruhbanlıktan bile çok daha aşırı bir ruhbanlık yaparlar. Tasavvufçuların ruhbanlardan farkı, ruhbanlar yaptıklarını Allah adına yaparlarken, felsefî tasavvufçular denilen mistik kesim, yaptıklarını -hâşâ- bizzat “Allah olarak” yaparlar. Kutup, Kutbûl Aktab, Gavs, Yediler, Kırklar, Yediyüzler vs. bunlar İslâm’ı sözde en iyi bilen kişiler olduklarını sandıkları gibi, aslında Allah’ın görevini de yüklenip, göklerin düzenini bile kendilerinin sağladığını söylerler. Meselâ bu bağlamda “kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynamak” ifâdesi vardır.

 

Yönetim “teokrasi” yâni “Allah’ın yönetimi” olmayınca ne olur?. “Beşerokrasi” yâni beşerin yönetimi olur ki bu yönetim şeytana, nefse ve tâğutlara göre olan bir yönetim olacaktır. Bernard Lewis şöyle der: “İslam bir teokrasi midir?. “Allah'ın en yüce makâm olarak görüldüğü” anlamında, yanıt ‘evet’ olmak zorundadır. “Ruhban sınıfının bir yönetimi” anlamında ise yanıt kesinlikle ‘hayır’ olacaktır”.

 

Tabî ki hristiyanlıktaki gibi kutsal törenler eşliğinde ruhbanları kutsamak değildir bahsettiğimiz teokrasi şekli ve ulemâ gurubu. Bu kişiler ilim-merkezlidir ama İslâm’ın emrine göre, siyâsete, ekonomiye ve sosyâl-kültürel hayâta karışırlar. Eğer her-şey İslâm’a göre olacaksa -ki biz İslâm Devleti ve yönetiminden bahsediyoruz- kânunları-kuralları vahye göre belirleyenler “dînî en iyi bilenler” olacaktır ve elbette bunlar da ulemâ sınıfıdır. Allah’ın yönetimi ancak bu şekilde açığa çıkar. Allah’ın yönetimi “vahiy-merkezli yönetim” demektir. Bu bağlamda ulemâ yâni her alandan âlimler olmalıdır ve onlara her konuda danışılmalıdır. Zîrâ Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir. Bu nedenle Allah âlimlere yâni bilenlere sorun der: “…Eğer bilmiyorsanız, âlimlere-bilenlere sorun” (Nâhl 43). Bu âyette “zikir ehli” vahiy yâni zikir konusunda uzmanlaşmış olanlardır.

 

Halkın tamâmının Kur’ân’ı bilmesi mümkün değildir ve zâten târihin hiç-bir döneminde olmamış bir şeydir bu. Hattâ Peygamberimiz zamânında bile bu böyledir. Bu nedenle âlimler-ulemâ olacaktır. Bunlar ruhbanlar gibi değildirler. Söyledikleri şeyler vahye aykırı düşemez. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda da şöyle der:

 

“Ulemânın eskiden bêri İslâm toplumlarında çok önemli bir yeri ve nüfûzu olmuştur. Bu nüfûz bir-yandan halk, diğer yandan bununla bağlantılı olarak devlet nezdinde ortaya çıkıyor. Halk nezdindeki nüfûz ve îtibâr, bir yanıyla tabî ki ulemânın İslâmî ilimleri en iyi anlayan ve yorumlayan kişiler olarak düşünülmelerinden, diğer yanıyla da İslâm’ın emir ve yasaklarını, bunlarla  ilgili olarak yaptıkları yorumları en iyi kendi şahıslarında uygulayan, yaşayan ve yaşatan kişiler olarak algılanmalarından kaynaklanıyordu. Ancak söz-konusu nüfûz ve îtibâr, ulemâya önemli bir sorumluluk da yüklemekte, onları halk nazarında saygı duyulması, örnek alınması, çeşitli konularda fikirlerine ve görüşlerine mürâcaat edilmesi gereken bir hakem olarak öne çıkarmaktaydı. İşte bu imajıyla ulemâ, bir anlamda halk kitleleriyle siyâsal iktidâr ve otorite mercîleri arasında kendiliğinden bir aracı konumuna yükseliyordu. Böylece, devlet ve hükûmet nezdinde de dikkate alınması, sözlerine kulak verilmesi gereken bir statü elde ediyor ve belli bir otorite ve saygınlık kazanıyordu”.

 

Seküler-lâik devletlerde din, devlete tâbi olurken; teokraside devlet, dînê tâbi olur.

 

İslâm “teo-sentrik” bir dinidr. Yâni Allah-merkezlidir. Böyle olunca da “Teo-kratik” oluyor.  

 

İslâm Devleti’nin yönetim-şekli şûrâdır ve şûrâ yeryüzünde de göklerde olduğu gibi teokrasiyi yâni Allah yönetimini ortaya koymak içindir. Böylece tüm her-şey “Allah’a göre” olmuş olur. Ulemâ yada “ehlü’l-akd ve’l-hâl” işte bunu sağlamakla ve korumakla yükümlüdür. Bunun denetlemesi ve bir terslikte kılıçla da olsa düzeltilmesi ise halka bırakılmıştır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder