“Hüküm vermek yalnızca
Allah’a âittir” (Yûsuf 40).
“Allah ve Resûlü, bir işe
hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse,
artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
“Sonra seni bu emirden
bir şeriat (hukuk) üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ
(istek ve tutku)larına uyma!”
(Câsiye 18).
Hukuk lûgatta: “Haklar.
İnsanın cemiyet hayâtında riâyet etmesi lâzım gelen kâideler, esaslar, yâni;
şer’i ve adlî hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kâideler. Şeriat kitaplarında
yazılı olan haklar, kânunlar ve kâideler” anlamındadır.
İslâm’da hukuk, şeriattır. Bu şeriat ise Kur’ân ile belirlenmiş ve onun
pratik uygulaması olan Sünnet ile örneklendirilmiştir. Kur’ân’daki şeriat,
“Allah’ın şeriatı” yâni hukûkudur. Bu hukuk, beşerî olan hukuklara, daha
doğrusu “kânunlara-kurallara karşı olan bir hukuk”tur. Hukuk, “hak”kın çoğuldur
ki her türlü hakkı içerir ve haksızlıkları açığa çıkararak adâleti uygular.
İnsanlık târihi boyunca “Allah’ın hukûku” karşısına,
kendisiyle şirk koşulan tanrıların kânunları konulmuştur ki bu kânunlar aslında
putlar üzerinden, şeytanın uşaklığını yapan tâğutların, “önde gelenler”in ve
kendilerini “özel” görenlerin kânunlarıdır. Mü’minlik târihi, “beşerî kânunlar
karşısında, Allah’ın hukûkunu hâkim kılma” savaşıdır.
Kânunlar ikiye ayrılır:
1-Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mutlak kânunları; 2-Bir-takım kaprisli
insanların, çıkarları için uydurdukları değişken yasalar.
Beşerî kânunlar ve kurallar;
küresel güçleri, sermâyedarları yâni tâğutları “halktan korumak için”
hazırlanmış metinlerdir. Beşerî kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olanların,
“ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu metinlerdir. Mecliste kânun çıkaranlar,
“aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de çıkarmazlar. O hâlde
çıkarılan kânunlar, “kânunları çıkaranların lehlerine” olan kânunlardır. Gayri-İslâmî
sistemlerde kânunları çıkaranlar kânunlardan üstündür. Prens prensipten
üstündür.
Demokrasi, İslâmî-fıtrî
kânunların iptâli; şeytânî-tâğûtî-nefsî arzuların ikâmesidir. Demokraside orman
kânunları hâkimdir, her zaman “güçlüler” kazanır. Demokrasilerde çıkarılan
kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise aleyhinedir. Oy
kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı
kânunları istiyorum” demektir. Beşerî sistemlere oy vermek, “kânunları
Allah’tan değil de, bâtıl batı’dan almaya devâm etmek” demektir.
Tüm Dünyâ’da insanlar şunu
çok iyi biliyor ve görüyor: Beşerî kânunlar en çok garibanlar olmak üzere, alt
ve orta sınıftakiler ve biraz da yüksek sınıftakiler için
yapılmıştır-yapılmaktadır. Başta para-babaları olan küresel sermâyedarlar,
sonra silahı üreten ve ona sâhip olan güçler ve üst-makam sâhipleri bu
kânunlara tâbi değildirler ve onlar insanlar tarafından çıkarılan beşerî
kânunlardan muaftırlar. Zîrâ Dünyâ’daki lâik-seküler-dinsiz kânunları zâten
onlar yapmışlardır. Bunlar zâten sopayı kendileri îmâl etmektedirler, o yüzden
sopalan(a)mazlar. Kânunları yapanlar kânun tarafından cezâlandırıl(a)maz. Kânun
oları sınırlar gibi gözükür ama sınırlayamaz ve sınırlamaz da. Cezâyı
belirleyenler ve cezâyı kesenler cezâ görmezler. Kânunları belirleyenler gerektiğinde
ve lâzım olduğunda “kânun hükmünde kararnâmeler” çıkarırlar ki bu kararnâmeler
aslında “kânunun üstünde kararnâmeler”dir.
Tabi bu, beşerî kânunlar
için geçerlidir. Allah’ın kânunları olan şeriatta ise Allah’tan gayrı herkes bu
kânunlara tâbidir ve hiç kimsenin bir ayrıcalığı yoktur ve olamaz. Âlemlere
rahmet olan Peygamberimiz bile bu kânunların üstünde değildir. İlâhi kânunların
üstünde olan sâdece Allah’tır. O yüzden aslâ adâletsizlik olmaz ve birileri
kayırılmaz. İslâm târihi, hiç kimsenin Allah’ın kânunları karşısında bir
ayrıcalığının olmadığının örnekliği ile doludur. Tüm beşerî sistemlerin
kânunlarında “boşluk” varken, bir tekAllah’ın kânunlarında “boşluk” yoktur.
Allah’ın
kânunlarını hesâba katmayan yada takmayanlar, kendilerini kânunların üstünde
görürler. Para, silah ve makâm sâhipleri kendilerini kânunların üstünde
görürler. Üstelik bunu pişkinlikle söylerler de. Aristokrasiyi ve ayrıcalığı öven
Aristo: “Üstün yetenekli kişiler için yasa yoktur, kendileri yasadır onların.
Onlar için yasa yapmaya kalkışmak gülünç olur” der ve bâzı insanların
kânun-üstü olma hakkı olduğunu söyleyerek absürd bir laf eder.
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya 12 Eylül Darbesi bağlamında
sorgulamaya çağırıldıklarında: “Biz kurucu iktidârız, sanık
(suçlu olarak yargılanma) sıfatımız yoktur” demişlerdi. Yâni; “bizi hiç kimse
yargılayamaz, yâni bize kânun sökmez, çünkü kânunları zâten biz çıkardık”
demeye getirmişlerdi. Çünkü o zaman parayı, silahı ve makâmı onlar kontrôl
etmişti. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın her
ikisi de sanık olduğunda: “Bu mahkeme bizi yargılayamaz. Bizi târih yargılar”
diyerek, hiç-bir soruya yanıt vermeyeceklerini belirtmişlerdi. “Biz anayasa ile
kurulmuş Milli Güvenlik Kurulu (MGK) üyesiyiz. MGK ‘kurucu iktidar’dır. Anayasa
ile hükme bağlanmış olan kurucu iktidarların tasarrufları suç konusu olamaz.
Silah arkadaşlarım yetkisini anayasadan almaktadır, mahkemenin bizi yargılama
yetkisi yoktur. 12 Eylül müdâhalesi Türk ve Dünyâ târihinde yerini almış büyük
bir olaydır. Târihi olayları ancak târih yargılar. TSK, Türk milletine olan
görevini yerine getirdi. O gün Türk milleti için en doğru olanı yaptık. Sanık
sıfatımız yoktur, biz kurucu iktidârız. Bu çerçevede hiç-bir soruya yanıt
vermeyiz” dediler.
Modernite; servet, silah ve
makâm merkezli şeytânî bir düzendir. Küfrün, şirkin ve dolayısı ile zulmün
bayraktarlığını yapan tâğutların, sistemlerini ayakta tuttukları üç ana
etkendir. Moderniteyi kuranlar ve yürütenler, haksız kazançla elde ettikleri servetle,
zulmettikleri silahla ve istedikleri kânunları çıkardıkları makamla Dünyâ’ya
hâkim olmuşlardır ve yine bunlarla hâkimiyetlerini sürdürmektedirler. Bu üç
şeyi meşrû yoldan değil, hırsızlıkla ve sömürgeyle elde etmişlerdir. Yâni bu üç
etkenin kökeninde zulüm, sömürü ve hırsızlık vardır.
Allah’ın kânunları, beşerin
nefsine uyana kadar yorumlanıp değiştirilirken, beşerin kânunlarının
değiştirilmesi teklif bile edilemiyor. Şirk denen pislik budur işte. Değiştirilmesi
teklif edilemeyecek ve hattâ düşünülemeyecek olan kânunlar, “Allah’ın
kânunları”dır. Dünyâ’da, “değiştirilemez” zannedilen ne “beşerî kânunlar”
çıkartıldı ve ne kânun koyanlar yaşadı ki, şu-anda esâmileri bile okunmuyor.
İslâm’a göre, Allah’ın kânunlarına rağmen bir kânun, teklif bile edilemez.
Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca
Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.
Allah’ın kânunları yerine
beşerin çıkaracağı (sistem-içi) kânunlarla iyiliğe gidileceğini sanmak, derin
bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Seküler-lâik ülkelerin kânunları “hukûki”
değil, “siyâsî”dir.
Modern müslümanlar da artık
Allah’ın kânunlarını takmaz ve önemsemez oldular. Allah’ın seçtiği (Peygamber)
konuşunca şirk sayıyorlar, fakat insanın seçtikleri (meclis) konuşunca kânun
olarak kabûl ediyorlar ve o kânunlara hiç-bir şart koşmadan uyuyorlar. Devletin
“değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyecek kânunları”na laf edemeyenler,
Kur’ân’ın hükümlerinin, “modern zamâna uymuyor(!)” diye değiştirilmesi
gerektiğini savunuyorlar. İnsanlar seküler kânunların “suç” dediğinden
korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar.
Kur’ân okumak demek, “modern
kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Peygamberimiz bu
nedenle müşriklere hiç-bir tâviz vermeyerek meşhur; “bir elime Güneş’i, diğer
elime Ay’ı verseniz dâvamdan vazgeçmem ve sizin kânunlarınıza ve önerilerinize
uymam” sözünü söylemiştir.
Kimin kânunlarına göre
hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına
göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat
Atatürk’ün kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’de kimin
dîni geçerlidir?.
Kur’ân’ın; etimolojik
değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine,
te’viline-yorumuna gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah”
olan apaçık bildirisi şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması
şirktir”. Şirk; Allah’ın kânunları dururken, beşerin, keyfine ve çıkarına göre
kânun yapmasıdır. Tevhid; “Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi,
yeryüzünde de hâkim olması” demektir. Bütün
Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya
koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir,
fâsık, câhil ve zâlimdir.
Beşerî
kânunlar küfrü, şirki, adâletsizliği ve zulmü ortaya çıkarır ve zamanla
arttırır. Üstelik nefisleri kışkırtır ve azdırır. Böylece nefsin kontrôlünde
olan ahlâksız bir Dünyâ ortaya çıkar. Çünkü nefisler ancak, “İslâm’ın
kânunları” ile dizginlenebilir. İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla
Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek, “boşuna bir bekleyiş”tir. Dünyâ’da
hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile
hükmedildiğinde gerçekleşir.
Ancak 2
maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip adâleti-hukûku sağlayabilir:
1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber örnekliğine (Sünnet)
göre olur.
“Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zîrâ sen doğru yol
üzeresin” (Zuhrûf 43).
İnanlık târihine Peygamberler ve bâzı hak-hakîkat
yolunda olanların bulunduğu zamanlar hâriç her zaman, para, silah ve makâm
sâhipleri kânunların üstünde olmuştur. Kânunlar onlara sökmez, onları alâkadar
bile etmez. Çünkü bu kânunlar, onların keyfilerine ve çıkarlarına göre
hazırladıkları ve istedikleri zaman istedikleri gibi değiştirdikleri
metinlerdir. Bu kânunların onlar için bir bağlayıcılığı yoktur. İslâm’ın yâni
Allah’ın kânunlarında ise, ne bir değişme ne de bir sapma olur. Zîrâ Allah’ın
kânunları “sünnetullah” çerçevesinde işler ve bu kânunlar tam isâbetli ve hayâta,
fıtrata, doğala uygun olan çok sağlam kânunlardır:
“(Bu,) Allah’ın öteden bêri
sürüp giden sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik
bulamazsın” (Fetih 23).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder