18 Mart 2020 Çarşamba

Madde ve Rûh




“Ona bir biçim verdiğimde ve ona rûhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek (yere) kapanın” (Hicr 29).

“Onu bir biçime sokup, ona rûhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın” (Sâd 72).

Madde: “Duyularla algılanabilen, bölünebilen, ağırlığı olan, yer kaplayan nesne”.

Rûh: “Dinlerin ve ruhçu felsefelerin insanın vücûdunda bulunduğunu kabûl ettikleri, yaşamın özü saydıkları, canlılığı sağlayan, maddesel olmayan varlık, ölümsüz sayılan töz, ilke”.

En kadim tartışmalardan biri de, madde ve rûh hakkındaki tartışmadır. Temel soru şudur: “İnsan hem maddî bedenden ve bir de ayrıca rûhtan mı oluşur yoksa rûh denilen şey aslında bedenin-beynin işlevinin bir sonucu, yansıması vs. midir?. Yâni rûh da eşyâ mıdır?.

Rûhun varlığı kabûl edildiğinde, birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişkiye geçtikleri, ruhların bedenlere nasıl girdikleri ve maddî bedenle nasıl bir bütünmüş gibi etkileşimde bulundukları îzah edilemez fakat rûh diye ayrı bir cevherin yokluğunda da beynin rûh ve bilinci ortaya nasıl çıkardığı da îzah edilemez, edilemiyor. Çünkü nöronların bilinçli bir şey ortaya çıkarması gerçekten de kabûl edilecek bir şey değildir. Çünkü nöronların hareket ettikleri bir beyne sâhip olan hayvanların, insan gibi bilinçli şeyler yaptıklarını göremiyoruz. Oysa “rûh sâyesinde bilinçli şeyler yapmak” düşüncesi kabûl edilebilir bir düşüncedir. Çünkü diğer iddiâ çok mantıksızdır ve sağduyuya da aykırıdır. Bu nedenle rûhun ayrı bir cevher olduğunu ve bilincin ruhtan kaynaklandığı iddiâsı, “tabula rasa” olan boş bir zihnin bile kolayca kabûl edebileceği bir iddiâdır.

Eğer ruhâ “bedenin işleyişinin bir sonucu olarak” madde diyeceksek, bu Feminizm açısından sorun olmayacaktır, kürtaj yapmak sorun olmayacaktır, çocuğu 2-3 yaşlarında kreşe, sonra ana-okula, 18 yaşına gelince de ayrı eve göndermek sorun olmayacaktır. Tabi ileride de çocuğun yaşlı ana-babasını huzur-evlerine göndermesi sorun teşkil etmeyecektir. Çünkü ne de olsa aradaki bağ sâdece maddî bir bağdır ve bu bağ maddî hayatla sınırlıdır. Ölünce her-şey biter.

“Rûh maddedir” dendiğinde “ölünce her-şey biter” düşüncesi normâlleşir, bu düşünce normalleştiğinde ise deizm “en popüler din” hâline gelir ki deizmden ateizme geçiş işten bile olmayacağı için insanlar kısa zamanda deistler ve ateistler olarak ikiye ayrılacaktır.

Rûhu iptâl edip inkâr ettiğimizde, Evrim Teorisi en popüler teorilerden biri olur ve Evrim Teorisi’ne inanmak “modern âmentü” hâline gelir. Rûhun ayrı bir cevher olduğu görüşünün yerini “tek cevherci” yaklaşımın almasında Evrim Teorisi’nin geniş kabûl görmesinin önemli etkisi vardır. Tabi bu-arada insanlar evlenmekten vazgeçerek gayri meşrû ilişkileri yaygınlaştırırlar ve hâmile kalındığında da kürtaj yapmak bir sorun olmayacağı (çünkü ne de olsa rûh diye mânevî bir şey yoktur!) için kürtajlar çoğalır. Tabi ceninlerden parfüm yapan kozmetikçiler buna çok sevineceklerdir. Çocuk yerine hayvan “beslenmeye” başlayacaktır. Çünkü insanda rûh olmadığı gibi hayvanda da yoktur, o zaman ne fark eder ki?, ha insan ha hayvan. İkisinden birini besle gitsin. Artık insanlar birbirlerine “kaç çocuğun var” diye değil, “kaç hayvanın var” ve “hangi hayvanları besliyorsun” diye sormaya başlayacaktır. Evlenmiş olanlar ise kırk yıl boyunca çocuk yapmayacak ama kırk tâne hayvan besleyeceklerdir. Çünkü insanı hayvandan ayıracak bir şey kalmayacaktır. Niçin sorumluluğu çok fazla olan çocuk yerine hayvan beslenmesin ki?.

Rûhun neliği gaybın konusudur ve bilinemez. Zâten Kur’ân da; “onun hakkında size az bir bilgi verilmiştir” der. Rûhun varlığı hissetmekle anlaşılır. Düşünen, akleden, duygulanan vs. soyut şeyleri değerlendiren şey rûhtur ve beyin değildir. Nöronların öyle bir yeteneği yoktur.

“Madde de rûhtur, çünkü enerjidir, arasında fark yoktur” deniyor. Oysa maddedeki enerjiyle rûhun enerjisi çok farklıdır ve ikisi aynı değildir. Rûh enerjisini dışarıdan almak zorunda bile değildir belki de. Madde ise, “tümden enerji” değildir ve E=mc2 doğru değildir. Madde, içinde enerji taşıyan bir varlıktır. Madde tümden enerjiye dönüştürülemez, içindeki enerji kullanılabilir sâdece. Meselâ odunu yakarsınız ve en sonunda onun enerjisi tükenir ve “madde” kısmı olan külü kalır. O kül aslâ yüzde yüz olarak enerjiye dönemez. Maddenin içindeki enerji tükendiğinde salt maddî yanı kalır. Madde tamâmıyla enerjiye dönüştürülemediği gibi enerji de maddeyi meydana getirmiş değildir ve zâten kâinatta bunun olduğunun bir örneği yoktur. Kâinatta enerjiden maddeye bir geçiş söz-konusu değildir ve bunun bir örneği de yoktur. Bu geçişin ve dönüşümün Big-Bang ile olduğunu söylüyorlar ki Big-Bang sâdece bir teori yada daha doğrusu hipotezdir ki masa-başında üretilmiş bir varsayımdan başkası değildir. Zâten Big-Bang’in deneyi de yapılamıyor ve yapılamaz. Enerjinin maddeleşmesinin bir örneği olmadığı için enerjinin soğuyarak yada yavaşlayarak maddeye dönüştüğünü söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü madde ayrı, enerji ayrı bir şeydir ve ayrı-ayrı olarak yaratılmıştır. Fakat enerji maddenin içinde potansiyel olarak bulunmaktadır. Enerji, maddenin içinde ve maddeye içkin olarak yaratılmıştır. Enerji maddenin içinde potansiyel olarak bulunur ve madde enerji değildir. Enerji de madde olamaz. Kullandıkça maddenin içindeki enerji biter. Meselâ bir pil enerji değildir ama içinde enerji taşır. Bu enerji pilin taşıyabileceği kadar bir enerjidir. Pilin içindeki enerji bitince geriye pilin kalıbını oluşturan madde kalır. Madde enerji değildir, “enerjiyi taşıyan” şeydir.

Flojiston hakkında şunlar söylenir: “Flojiston, yanabilen bütün cisimlerde bulunan yanıcı bir maddedir ve bir cismin yanması terkibinde bulunan flojistonu kaybetmesi’nden ibârettir. Bol flojiston ihtivâ eden maddeler kolay yanarlar ve yanma netîcesinde az miktarda bakiye, yâni kül bırakırlar”.

Rûh ise, neliğini bilemeyeceğimiz ama sürekli olarak hissettiğimiz şeydir. Zâten rûhun yaptıklarının madde ile yapılması mümkün olmadığı gibi, beyin araştırmalarında bilinci, şuuru, duyguyu ve hissi sağlayan maddî bir mekanizma da bulunamamıştır, bulunamaz da. Çünkü o ruhtandır ve rûh gaybın konusu olduğundan dolayı onun hakkında tatmin edici bir bilgiye ulaşılamaz.

Descartes, zihni, “maddî olmayan, mekândan bağımsız ve temel özelliği ‘düşünmek’ olan bir cevher” olarak tanımlar. Descartes, Dünyâ’da yaşayan varlıklardan sâdece insanın, madde dışında bir cevhere (zihne/rûha) sâhip olduğunu söyler. La Mettrie gibi filozoflar, Descartes’ın hayvanları birer makine gibi görmesinden etkilenerek, insanın da bu şekilde açıklanabileceğini, insanda maddî bedenden ayrı bir cevher tasavvur etmeye gerek olmadığını söylemişlerdir.

Rûhun maddî olduğunu ilk söyleyen kişi Leukippos ve Demokritos’tur. Her-şeyi atomlara bağlarlar ve “atomların hareketleri rûhu açığa çıkarır” derler. Demokritos’a göre atomlar ezelî ve ebedîdirler; her değişim ve oluşum bu atomların birleşmesi ve ayrılmasından ibârettir. Şeylerin farklılığı atomların sayı, büyüklük, biçim ve düzenlenişlerinin farklılığından kaynaklanır. Demokritos rûhun ince, düz, yuvarlak ve ateş atomlarına benzer atomlardan yapıldığını söyler. Sonuçta “rûh, bedendeki atomlardan daha farklı olan atomlardan oluşsa da ayrı bir cevher değildir” der.

Materyâlistlere göre insanın tüm özelliklerinin (düşünme, sevinç, acı gibi zihinsel özelliklerinin de) sâdece maddî cevher ile açıklanabilmesi görüşü, “hayvanlarda niçin ruhsal faaliyetler ve düşünceler açığı çıkmıyor” görüşüyle çürür. Çünkü binlerce çeşit ve milyarlarca sayıda hayvan vardır ama hiç-birinde ruhsal bir faaliyet gözlenmez.

h ve madde ayrıldığında, insan maddeyi mutlak olarak görmeye ve kabûl etmeye; rûhu ise inkâr etmeye başlar ki bu süreç Descartes ile başlamıştır. Maddeye aşırı yönelme, modernite ile birlikte rûhun ve meta-fiziğin inkâr edilmesine neden olmuştur.  

Rûh inkâr edildiğinde madde “ezelî” olarak kabûl edilmeye başlanır. Çünkü ortaya konan tüm mükemmellikleri güyâ madde açığa çıkarmıştır ve onun bir gün gelip de yok olması normâl olmaz. O hâlde madde ezelî olmalıdır yada en azından madde, o -sözde- ilk başladığı tekilliğe geri döner ve sonra yeni bir zamanda yeniden açığa çıkar ve yeni bir kâinat kurar. Çünkü madde hârikulâdedir ve zamanla en mükemmel şeyi bile ortaya koyabilecek güçte ve özelliktedir. Öyle ki en sonunda tanrı olur. Noah Harari’nin “hayvanlardan tanrılara” dediği şey budur. Bunun yerine “atomlardan tanrılara” deseydi de bir şey değişmezdi.

Termodinamiğin 1. Kânunu olan “Enerjinin Korunumu Yasası”nda madde rûhun yerine geçirilmiştir ve ölümsüz yapılmıştır. Termodinamiğin 1. yasasına göre “enerji yoktan vâr edilemez ve yok edilemez, sâdece bir şekilden diğerine dönüşür” demek, maddeyi-enerjiyi ezeli ve ebedî îlan etmek demektir ki, ebedilik ancak Allah’a mahsustur. Maddenin yok olmayacağını söylemek, kâinâtın ezelî ve ebedî olduğunu söylemektir ki bu, kâinâtın -hâşâ- Allah olduğunu söylemek demektir (panteizm). Zîrâ yok olmayacak olan sâdece Allah’tır. Madde ve enerji “mutlak gerçek” değildir ki yok olmasın. Madde ve enerji “hak”tır fakat “el hak” değildir. Hiç-bir şey Allah kadar var değildir. Bu nedenle de yok olmayacak olan sâdece Mutlak Gerçek (El Hak) olandır ki O da Bâkî olan Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

Termodinamiğin 1.yasası olan Enerjinin Korunum Yasası’nın yanlış olduğu, Termodinamiğin 2. Yasası olan Entropi Yasası’yla ortaya çıkar. Termodinamiğin 2. Yasası ihlâl edilmeden 1. yasa savunulamaz. Şöyle denir: “Termodinamiğin ikinci yasasına göre tersine işlemler gerçekleşemez. Meselâ siz bir bardağı düşürdünüz ve kırdınız. Kırılan parçalar geri gelip birleşemez. Entropi düzensizliği her zaman artar. Aslâ azalmaz. Bu yasaya göre devamlı olarak evrenin entropisi artmaktadır. Öyle bir entropi artışı olur ki, bir-zaman sonra artık entropi ‘geri dönüşüme’ izin vermez. Bozuluş kaçınılmazdır ve en nihâyetinde de geri dönüşümü olmayacak olan bir nihâi bozulma gerçekleşecektir”.

Şu da var ki, rûh inkâr edildiğinde ve her-şey maddeyle alâkalandırıldığında, kutsal olan hiç-bir şeyin varlığına inanılmamaya başlanır. Rûh yoksa vahiy de yoktur, melek de yoktur, peygamberler de -hâşâ- yalancıdır ve vahiy kitaplarını kendileri yazmıştır. Âhiret yoktur ve cennet-cehennem de olamaz. Çünkü madden açıklanamaz. Ve en nihâyet Allah da yoktur. Maddî olmayan bir şey yoktur çünkü. Modernite Allah’ı işte bu düşünceyle öldürmüş(!)tür. İnkâr, domino taşları gibidir, birini yıktığınızda yâni inkâr ettiğinizde mutlakâ diğerleri de yıkılır ve inkâr edilmeye başlanır. İnkâr başladığı yerde durmaz ve sonuna kadar gider.

İster materyâlizmi savunan sosyâlizm olsun isterse kapitâlizm olsun, bunlar maddeden vazgeçemeyen iki sistem ve ideolojidir. Netîcede ikisi de madde-merkezlidir ve maddede buluşurlar. Maddeden vazgeçemedikleri için modernite denen şey madde-merkezli olmak zorunda kalmıştır. Her-şeyi maddîlikle öğrenmeye ve açıklamaya meyyâldirler. Böyle olunca rûh sinik kalmış ve inkâr edilmeye başlanmıştır. Hem modernite hem de pozitivizmde her-şey madde ile açıklanma yolunda olduğu için, bilinç, duygu, sevgi ve düşünce madde ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Çünkü rûhun olması modernitenin işine gelmez. Zîrâ rûha inanıldığında rûha etki eden şeyler de kabûl edilmek zorunda olur ki bunlar başta Allah olmak üzere âhiret, kitap, vahiy, peygamber, melek vs.’dir. Rûh kabûl edilip de gaybın kabûl edilmemesi mümkün değildir ve anlamsızıdır. Bu durum modernitenin işine gelmediği için gaybı inkâr etmek istemekte ve bunun kestirme yolu olarak da rûhu inkâr yoluna girerek bilinci maddeye indirgemektedirler.

Rûhun aslında maddeden müteşekkil olduğu konusunun modern müslümanlar tarafından kabûl edilmeye başlaması modern bir olgudur ve İslâm târihinde çok uç istisnâlar dışında bunun örnekleri yoktur. Moderniteden aşırı etkilenerek modernitenin güdümüne giren modern akademisyenler bu işi köpürtmektedir. Meselâ Caner Taslaman: “Teizmi -birçok kişinin yaptığı gibi- dualizmle (çift cevher) özdeşleştirmek hatâlıdır ama materyâlizmi dualizm karşıtlığı ve tek cevher fikriyle özdeşleştirmek doğrudur” der. Fakat Kur’ân çalışmaları yaptığı için bu konuda agnostik -bilinemezci- kalmayı seçer.

Mesele şu ki, sâdece maddeyle, insan eliyle de olsa bir mükemmellik ortaya konamaz. Böyle bir örnek yoktur. Mükemmel olan “eskimez” olandır ve madde eskir ama rûh eskimez. Çünkü maddî değildir. Oysa madde ilk çıktığında etkileyici olsa da zamanla etkisini kaybeder ve çirkinleşir, özelliğini kaybeder. Zâten Entropi Kânunu’na göre her-şey zamanla bozulmaya ve ölmeye mahkûmdur. Oysa rûhun ortaya koydukları ölümsüzdür. Mükemmellik maddeden değil rûhtandır.

Bilincin kaynağını maddeye bağlamak, vahyin kaynağını da maddeye bağlamak olur ki o zaman da “Kur’ân Allah’tan değil, Muhammed’in kendi el yazmasıdır” düşüncesi(zliği) açığa çıkar mecbûren. Bu ise küfürdür. Üstelik vahyin îtibârı böylelikle azalır ve kaybolur gider. Dînin değeri biter ve artık onu tâkip eden kalmaz. Sonuçta da insan Allah’a inanmaya devâm ediyorsa deizm, etmiyorsa ateizm en yaygın iki din hâline gelir. Rûhun inkârı mecbûren deizmi ve ateizmi köpürtür, çoğaltır ve üstüne tüy diker.

Rûhu inkâr edip her-şeyi maddeye bağlayanlar olduğu gibi, maddeyi inkâr edip de her-şeyi rûha bağlayanlar da vardır. Berkeley bunlardan biridir ve maddenin gerçek bir varlığının olduğunun bir delîlinin olmadığını söyler ve o da maddeyi inkâr eder. Rûhu inkâr etmek karşı tarafta maddeyi inkâr etmeye dönüşür. Böylece “Allah bir şey yaratmamıştır” diye absürd bir düşünce açığa çıkar. Bir de “insanın da maddenin de bir rûhu vardır” diyen pagan ve animist görüş vardır ki bu görüş hem ruhçulara hem de materyâlistlere argüman sağlayabilir. Fakat rûh, nöronlar arasındaki elektrik sinyâllerin taşınmasının bir sonucu değildir.

Görüldüğü gibi her-şeyi maddeye bağlamanın sonuncunda her-şeyi rûha bağlamak ve her-şeyin bir rûhu olduğunu söylemek düşüncesi de açığa çıkıyor. Oysa madde ayrı, rûh ayrı bir cevher ve varlıktır. Madde Termodinamiğin İkinci Kânunu olan Entropi Kânunu’nda söylediğimiz gibi yok olmaya mahkûmdur. Rûh ise, “en sonunda her-şey yok olur, sâdece Allah’ın yüzü bâki kalır” âyetinde dendiği gibi yok olup gidebilir ama maddeden çok daha kıdemli ve uzun ömürlü olduğu gerçeği değişmeyecektir.

Modernite ve modern-bilim hiç-bir delîli olmamasına rağmen rûhu inkâr eder ve her-şeyi maddeye bağlar ki modern-bilim zâten hep bunu yapar. Elinde yeterli delil olmamasına rağmen masa-başında şeytanın vesveseleriyle ürettiği varsayımları din yapar.

Akıl gaybî bir şeydir ama akletmek beyin ile ilgilidir. Akıl beyni kullanır. (Gerçi Kur’ân; “akleden kâlp”ten bahseder). Rûh da beyin ile birlikte tüm vücûdu kullanır. O yüzden akıl yürüttükçe beyin daha çok ve iyi çalışır ve rûha etki yapar. Beyinin doğal olarak uyarılması, beynin aktivitesini arttıracağı için rûha daha fazla etki eder ve rûh da daha aktif olur. Rûh, bu kâinat formatında işlevini yapabilmesi için bir vücûda ve beyne ihtiyaç duyar. Böylece Allah’ın murâdı gerçekleşir ve imtihan devâm eder. Beyin olmadığında rûh işlevini bu formatta yapamaz ve özelliklerini ortaya koyamaz. Rûh olmadığındaysa beyin ya hiç çalışamaz yada hayvanlar gibi çalışır ve sâdece maddeye kitlenir ve güdüleriyle hareket eder.

Fedâkârâne, azimli ve adanmış bir şekilde yapılan işler hep ruhtan kaynaklanır ve rûhun ateşlemesiyle olur. Yoksa beyin böyle bir şey başlatmayı düşünemez. Rûhunu devreye sokmayan ve sâdece zekâsıyla iş yapanlar yetersiz bir dirâyette olurlar. İnançsız olununca o şey etkisiz de olur. Meselâ maçlarda oyuncular ruhlarının da ateşlemesiyle yeterli bir direnç gösteremediklerinde taraftarlar “ruhsuzlar” diye slogan atar. Oysa o anda sporcuların beyinleri yerindedir ve çalışmaktadır. İşte, bir ateşleme yaparak oyunculara güç veren şey o rûhtur. Bu durum aslında savaşlarda ve fedâkârca yapılan işlerde daha çok ve net olarak görülür. O anda beyin karârını değiştirmiş değildir ve zâten böyle bir özelliği de yoktur. O anda olan şey, rûhun devreye girmiş olmasıdır.

Beyne yapılan sûnî müdâhalelerle onun tat alması, işitmesi, koklaması etkinleştirilebilir ama düşünmesi, bilinçlenmesi ve duygulanması etkinleştirilemez. O bilinçli bir süreç içinde rûhun katkısıyla olabilir ancak. Tabi beyin sağlığı aynen tüm vücûdun sağlığında olduğu gibi, rûhun daha etkin olmasını sağlayacaktır. Beyin üzerindeki incelemeler, nöronların (sinir hücreleri) ve nöronların toplu fonksiyonlarının beyin işlevlerinin temeli olduğunu göstermektedir. Nöronlar beynin işlevini sağlayabilir ama bilincin işlevini sağlayamazlar. Bilinci oluşturamaz ve açığa çıkaramazlar. Zîrâ beyin ile ilgili bilgiler bilincin ve dolayısıyla da rûhun ne olduğu ile ilgili hiç-bir şey söyleyememektedir. Beyin ile ilgili bilgi ne kadar artarsa-artısın, bilincin ve rûhun ne olduğuyla ilgili bilgide artış olmayacak ve rûh hakkındaki bilgi “Allah’ın bildirdiği kadar” olmaya devâm edecektir.

Materyâlistler ve pozitivistler rûhun ne olduğunu bilmedikleri ve onu bulamadıkları için inkâr edebiliyorlar ama, bilincin ve rûhun beyinde bir yerlerde bulunamamasına ve hattâ ne olduğunun bile bilinememesine rağmen rûhun maddeden kaynaklandığı görüşünden vazgeçmiyorlar. Bu, Dünyâ’nın seküler-modern-profan bir eğilimde olmasından dolayıdır.

Rûh inkâr edildiğinde ne Allah’ın rûhtan bahseden âyetinin ne de Yûsuf peygamber’in gördüğü rüyâların bir değeri kalır. Çünkü rûh inkâr edildiğinde rüyâlar da beynin işlevinin bir sonucu olarak görülmektedir. Oysa Allah böyle demez:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm karârı verilmiş olanı(n rûhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır” (Zümer 42).

“Onu bir biçime sokup, ona rûhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın” (Sâd 72).

Evet; âyetler apaçıktır ve yoruma bile gerek yoktur. Rûhu maddeye indirgemek için bu âyetlerin aşırı şekilde yorumlanması gerekmektedir.

Rûh diye bir şeyin olmadığı ve rûhun aslında beynin işlevinin bir sonucu olarak “eşyâ” olduğunun kabûl edilmesi, beyin ile ilgili bilgilerin artmasından dolayı değil, materyâlist, seküler modernitenin ağır kuşatması ve ondan etkilenen insanların çoğalmasından dolayıdır. Yâni rûhun maddî olduğunu söylemek bilimsel bir şey bile değildir. Zâten materyâlist-pozitivist modern bilimsel çalışmaların, maddî doğa dışında bir varlık yokmuşçasına yapılması gerektiği söylenir. Modern bilimsel yöntem maddeci olduğu için rûh inkâr edilmektedir. Olan şey budur. Karl Popper’ın da dikkat çektiği gibi teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir. “Maddî olayların sebebinin maddî olaylardan başkası olamayacağı”na dâir dogmatik ön-kabûl, zihinsel olayların madde-dışı cevherlerle ilişkilendirilmesini bir ön-kabûl olarak reddeder. Francis Crick: “Bilinç (yâni rûh H.G.) öyle bir konu ki sorunun ne olduğu üzerinde bile ortak görüş yoktur” der.

Rûhu inkâr ederek her-şeyi maddeye bağlamak, olan her-şeyin anlamsız olduğunu söylemek anlamına gelir. Çünkü madde kendi başına anlam üretecek bir şey değildir. Rûhun ve bilincin kaynağının madde ve beyin olduğu düşüncesini bırakın, onun ne olduğu bile bilinemediği gibi, o zâten herhangi bir şeye indirgenebilecek bir şey bile değildir. Rûh, indirgenemez komplekslikteki şeydir.

Rûh-bilinç beyne indirgendiğinde şu soru açığa çıkar: “Herkesin beyni benzer şekilde çalıştığına göre niçin insanların tüm görüşleri de benzer değildir?. Çünkü rûh denilen şey beynin yâni maddenin işlevinin bir sonucuysa, ortaya çıkan görüşler birbirine yüzde-yüz zıt olamaz. Herkes benzer fikirlere ve görüşlere sâhip olurdu. Çünkü zâten bilimin alanına giren her-şey “nesnel” olmak zorundadır.

Rûh ve dolayısıyla bilinç işin içine katılmadığında ve özel bir cevher olduğu kabûl edilmediğinde insan, “çok yetenekli bir hayvan” olmaktan başkası olmaz. Oysa rûh ve madde iki ayrı cevherdir ve “şey”dir ve birbirlerinden etkilenecek özelliktedirler. Bu onların aynı şey sanılmasına neden olmaktadır.

“Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” sözüyle rûhu maddîleştiren bir teori de vardır ama unutulan şey şudur; bütün, madde-rûh bütünlüğüdür. Aksi-hâlde yarım kalır ve bilinçsiz-ruhsuz olur.

“Bilim henüz rûhun ve bilincin maddeden kaynaklı olduğu ve beynin işlevinin bir sonucu olduğunu gösteremedi ama, bilim geliştikçe ilerideki zamanlarda bunu kanıtlayacak ve gösterecektir” deniyor. Genelde bilimin ileride bir şeyi başaramayacağını iddiâ edenlere, son üç yüzyılda bilimin başarıları ve böylesi iddiâların sâhiplerinin hep yanıldıkları hatırlatılır. Fakat, bilimin de bir sınırı vardır ve zâten sâdece sınırı olan şey yâni madde üzerinde çalışabilir. Bilime konulmuş kırmızı çizgiler vardır ve rûh konusu da bilimin kırmızı çizgisidir. O çizgi bilimin sınırıdır ve o sınırı hiç-bir zaman aşamayacaktır. Varlığın formatı buna izin vermez çünkü. Bilimin araştıramayacağı şeyler de vardır. Meselâ mâvi renge iki kişi de “mâvi” diyebilir ama ikisinin de “mâvi” dediği rengin aynı olduğunun delîli yoktur. Çünkü bunun araştırması yapılamaz.

Materyâlist işlevselci yaklaşım, zihinsel olguları beyin içindeki nedensellik ilişkileri ile açıklar. Bu yaklaşımı benimseyenler, “bilgisayarlara uygun program yazılıp, yapay zekâ içinde benzer nedensellik ilişkileri kurulursa, insanların duygularının ve bilincinin aynısına yapay zekânın da sâhip olacağını” düşünürler. Rûh ve bilinç, indirgenemez komplekslikte bir yapıdır. Ne oldukları tam olarak bilinemeyeceği için yapay zekâ da düşünüldüğü anlamda hiç-bir zaman yapılamayacaktır. Zîrâ beyne indirgenemeyen bilinç ve rûh, bilgisayara da indirgenemez. Nörona indirgenemeyen rûh, elektronik devrelere de indirgenemez.

Beyinde (çünkü bilinç için en uygun yer orası olarak görülüyor) bilincin bulunabileceği de, rûhun ayrı bir cevher olduğu da araştırmayla değil inançla ilgilidir. Gayba inanmayanlar bilinci ve rûhu beyne indirgerler ve bilincin maddî olduğuna inanırlar yada inanmak isterler. Gaybı kabûl edenlerse rûhun dolayısıyla bilincin, “Allah’ın sâdece insana sunduğu özel bir cevher” olduğuna inanırlar. Sağduyuya uygun olan, “rûhun Allah tarafından sâdece insana verilmiş ve bizim neliğini tam olarak bilemeyeceğimiz özel bir cevher olduğu”dur.

Allah isterse bilinci maddenin bir sonucu olacak şekilde de yaratabilirdi. Bunu yapabilir ve gücü yeter. Çünkü O, yaratmanın her türünü bilir. Fakat yapmaz. Çünkü yapmamıştır. Allah kâinâtı gördüğümüz gibi yarattı. Farklı da yaratabilirdi ama yaratmadı. Çünkü bu şekilde yaratmıştır ve yaratmanın rajonu budur. Madde ve rûhu da “tek cevher” olarak yaratabilirdi ama yaratmadı. Onları iki ayrı cevher olarak yarattı. Çünkü bu işin rajonu budur.

Sessiz bir yerde gözlerimizi kapadığımızda sürekli olarak uyanık bulunan ve düşünüp duran, idrâk eden, anlamlandıran ve duygulanan şey nedir?. Bunâ; “beyindeki nöronların hareketlerinin bir sonucu” demek mi, yoksa; “Allah’ın sâdece insana verdiği rûh” demek mi daha çarpıcıdır ve insanı tatmin eder?. Rûhun, “beynin ve nöronların işlevinin bir sonucu olduğu” düşüncesi rûhu aslâ tatmin etmez, etmiyor, fakat nefsi kolayca tatmin eder. Nefis-merkezli bir uygarlık olan moderniteye gönül vermiş olanlar da bu nedenle rûhu maddeye indirgemekle tatmin olurlar yada tatmin olmak isterler.

Rûh maddeye indirgendiğinde; irâde, düşünce ve bilinç maddîleşmiş oluyor. Allah düşüncesi bile maddîleşmiş olur. Allah düşüncesinin “beyindeki nöronların aşırı yönlendirilmesiyle” ortaya çıktığı da söylenebilir böylece. Öyle ya, neliği hakkında net bir şey söylenemeyecek olan şey niçin beynin bize oynadığı bir oyun olmasın(!).. Rûhun maddeye indirgenmesi, “maddeden başka bir şey yoktur” düşüncesini açığa çıkartacaktır.

Dualist öğretilere en çok yöneltilen îtirazlardan biri olan, “farklı iki cevherin nasıl etkileşimde bulunduğu” ile ilgili soru gaybî bir konudur. Açıklanabilecek bir şey değildir. Daha doğrusu bu, meselâ Kur’ân’da açıklansaydı bile insan bunu idrâk edemezdi ve anlayamazdı. Çünkü “her-şeyin açıklaması yapılabilecek” diye bir şey yoktur. Meselâ Allah’ın nasıl olduğu, nasıl yarattığı, peygamberlerin vahyi nasıl aldığı da açıklanabilecek bir şey değildir. Peygamber bile belki, bunu birebir yaşamasına rağmen tam mânâsıyla açıklayamaz ve açıklamamıştır. Çünkü gaybî konular açıklaması yapılsa bile insanın idrâk edebileceği türden değildir. Bu nedenle gayba îman edilir. O hâlde bu, bilginin değil, inancın alanına girer. Allah bizim hem maddî bedenimizi yarattığını söylüyor ve hem de “rûh üfledim” diyor. Demek ki hem maddî yanımız var hem de rûhumuz vardır ve bunlar iki ayrı cevherdir. Allah hem maddeyi hem de rûhu yaratmıştır. Bu apaçık bellidir. Bu âlemde mevcut formatla anlaşılamayacak bir-çok konu vardır ve bu da onlardan biridir. İnsanın her düşündüğü olacak yada doğru diye bir şey yoktur. Bu konuyu irdelemek rûhu inkar etmekle sonuçlanır. Zîrâ gaybı didiklemek gaybın inkârıyla yada en azından agnostisizm ile sonuçlanır.

Rûh, rûhî şeyleri yapandır. Eli-ayağı vs. oynatmak rûhla ilgili değildir. Çünkü ellerini-ayaklarını hayvanlar da oynatırlar ki onlarda rûh yoktur. Rûh, düşündüren, anlamlandıran, bir fikir ortaya atan şeydir. “Bakmayı yapan” değil, “anlamlı bakmayı yapan” şeydir rûh. Varlığı maddeye bağlı değildir. Varlığı açıkça bilenen ve hissedilen fakat açıklanamayan şeydir. Biz sâdece onu kullanarak düşünür ve fikirler ortaya atarız, akletmeyi sağlayan şey odur, akıl odur, bilinç ondan çıkar. Rûh deney-üstüdür. 

Zihinsel aktiviteler beyinden kaynaklanır” denir (Epifenomen). Fakat bu sâdece bir iddiâdır ve o kadar yoğun uğraşlara rağmen bu iddiâyı kanıtlayacak tek bir gerçek argüman bile yoktur ve bu konuda küçük bir adım bile atılamamıştır ve atılamaz da.

Beyin sâhibi bir-çok canlı vardır ama sâdece insanda bilinç vardır. Bu, insanda bilinci otaya çıkaran ve neliğini bilemeyeceğimiz bir cevherin-etkenin olduğu anlamına gelir. O cevher ve etken rûhtur. Rûhumuza daha düşünür-düşünmez ulaşırız ve onunla bağlantı kurarız. Bu bağlantı özel bir bağlantıdır.

Teleskopla göklere bakarak Allah’ın bulunup görülemeyeceği gibi; mikroskopla beyne bakarak da rûh-bilinç bulunup görülemez. Çünkü rûh, görülecek cinsten değildir. Voltaire: “Dört bin ciltlik meta-fizik öğreti rûhun ne olduğunu öğretmez bize” der.

“Sana rûhtan sorarlar; de ki: ‘Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir (İsrâ 85).

Rûh ve bilinç, bilimsel veyâ felsefî açıdan gösterilemeyebilir ama dînî açıdan gösterilebilir. Kur’ân’a göre insanda bir rûhun olduğu ve bunun bilinemeyecek olan bir şey olduğu sâbittir. Dînî açıdan rûhun varlığının kabûl edilmesi gerekir ki âyette bahsedilen rûhun maddeden ayrı bir varlık olduğu anlaşılıyor. Eğer bir maddeden başka bir de rûh varsa -ki inananlar için bu, âyetlerle sâbittir- o hâlde rûh maddeden farklıdır ve bilincin de kaynağıdır. Rûh, “madde-dışı soyut bir cevher”dir.

Rûh ve de bilinç, anlayan ve anlamlandıran, idrâk eden şeydir. Allah nasıl ki maddeyi yarattıysa rûhu da yaratmıştır. İkisi aynı şey değildir. Aralarında “derece” farkı değil, “mâhiyet” farkı, cevher farkı vardır. Allah nasıl ki maddeyi yaratmıştır, farklı ve bilemeyeceğimiz bir yaratılışla rûhu da yaratmıştır. Bu yüzden maddenin de rûhun da hakîkatini ancak O bilir. Her zaman diyoruz ya:

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder