“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
“İbrâhim ve onunla
birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır. Hani kendi kavimlerine
demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten
uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir
olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir..” (Mümtehine 4).
Moderniteyle birlikte modern
müslümanlar Peygamber’in “güzel örnekliği” olan Sünnet’ini inkâr ve iptâl
etmişlerdir. Bunu, uydurma söz, hadis ve rivâyetlere olan düşmanlık nedeniyle
yapmışlardır ki uydurmalar bağlamında bu yaptıkları elbette doğrudur. Fakat
sorun, Sünnet’i ve hadisi tümden reddetmek ve inkâr etmek noktasındadır. Sahih
Sünnet inkâr edildiğinde, “Sünnet Peygamber’in Kur’ân-merkezli olarak
yaptıkları” demek olduğu için, Sünnet’in inkârı “Peygamber’i inkâr etmek”
anlamına gelir ki bu da Kur’ân’ı şüpheli hâle getirir. Zîrâ Peygamber şüpheliyse
Kur’ân da şüphelidir. Oysa Kur’ân’ın “şüphe içermeyen bir Kitap” (lâ raybe fih)
olduğunu bize Peygamber söylemiştir. Fakat modernite pratik örnekliği aslâ
kabûl etmez. Zîrâ o, “modern örnekliklere” göre Dünyâ’da hareket edilmesini
ister ki modern örneklikler “klâsik örnekliğin zıddı”dır. Moderniteye uyan
müslümanlar, “uydurma söz, rivâyet ve hadisleri inkâr edeceğiz” diye sahih Sünnet’i
de inkâr etmişler ve artık geriye moderniteye uymaktan başka bir şey kalmamıştır.
Zâten Kur’ân’ı da modernite merkezinde okumaktadırlar ve vahyin moderniteye
uymayan yerlerini aşırı yoruma tâbi tutmaktadırlar.
Sünnet, Peygamber’den sonra
uydurulmuş sözler, hadisler ve absürd rivâyetler değildir. Sünnet,
Peygamberimiz’in “nübüvvet süreci boyunca” “Kur’ân-merkezli olarak”
söyledikleri ve yaptıklarıdır. Peygamberimiz 23 yıl boyunca yan gelip yatmış
değil, “vahyi tebliğ etmek” bağlamında konuşmuş ve Allah’ın vahiyle bildirdiği
emirleri yerine getirmiştir. Bunu, nübüvvet süreci devâm ettiği için “Allah’ın
kontrôlünde” yapmıştır ve Allah gerektiğinde düzeltmelerde bulunmuştur. Sonuçta
ideâl bir pratiklik ve İslâmî yaşam-tarzı ortaya çıkmıştır. Allah işte bu ideâl
yaşam-şekline “güzel örneklik” demektedir ve onu Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21.
âyetinde dile getirmektedir. Bu örnekliğe ise İslâm literatüründe “Sünnet”
denilmektedir. Sünnet işte budur. Bu Sünnet Kur’ân’da bulunduğu ve örnek
gösterildiği için, kıyâmete kadar geçerli olacaktır ve bu nedenle de bağlayıcıdır.
Kur’ân bizim “tek kaynağımız”
değil “temel kaynağımız”dır. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Zîrâ vahiy, sâdece zihinlerin ve kâlplerin
tatmin aracı olsun diye gönderilmemiş, iç-âlemler Kur’ân ile inşâ edildikten
sonra dış-âlemde Allah’ın sözü yâni dîni hâkim kılınsın, “Dünyâ İslâm ile inşâ
edilsin” diye gönderilmiştir. İşte Sünnet, bu ideâl hedefin pratikliği ve
gerçekleştirilmesidir. Sünnet, Peygamber’in şâhitliğidir. Fevzi Zülaloğlu bu
bağlamda şunları söyler:
“Hakîkat-mecaz
ilişkisini kurarken eğer sâbit doğrularımız yoksa, rüzgârın savurduğu yöne
doğru gitmek zorunda kalırız. Gelenek eleştirisinin, mü’mini şirke de düşüren
geleneksel yanlışların, Resûlullah’ın şâhitliğini yok saymaya dönüşmemesi gerekiyordu.
Çünkü Yüce Allah, elçisinin şâhitliğini, örnekliğini kendisine itaatle yan-yana
zikretmiştir. Meâlcilerin ‘Kur’ân’ deyişleri samîmi olsaydı Kur’ân’a kulak
verirlerdi: ‘…Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana ittibâ edin ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zîrâ Allah çok bağışlayandır, eşsiz merhâmet
kaynağıdır’ (Âl-i İmran 3/31).
Resûlullah’ı
ve o’nun Sünnet’ini yok saymak, îmânın buharlaşmasıyla sonuçlanır. Çünkü
Resûlullah’ı ve o’nun Sünnet’ini yok sayan birinin namaz kılması, rükûnun,
secdelerin sayılarını tespit emesi, cenâze namazı kılması, Ramazan’ı tâyin
etmesi ve Ramazan orucu tutması, hacc günlerini tâyin etmesi ve hacc yapması,
tesettürün sınırlarını tâyin etmesi mümkün değildir. Bu örnekler
çoğaltılabilir. Ancak burada şu gerçek unutulmamalıdır. Modern bir proje olan
meâlciliğin ilacı, geleneği kutsallaştıran, çerini-çöpünü evlerimize kadar
sokmaya çalışan yorumlar değildir. ‘Kur’ân tartışılmaz temel kaynağımız’dır.
‘Kur’ân’ın uygulamalı öğretimi olarak Sünnet’ ise Resûlullah’ın şâhitliğini
sahih ve mütevâtir bir şekilde bize ulaştıran bir değerdir. Yoksa her rivâyet
Sünnet değildir. Her rivâyeti Sünnet diye bize dayatan sığ ve hikmetsiz
yaklaşımlar, meâlcilik gibi modern sapmaları beslemektedir. Nasıl ki rivâyetleri
ve modern tasavvurları Kur’ân’a arz etmek üzerimize vâcip ise, Allah’ın dîniyle
ilgili yorumlarımızı da ‘Sahih Sünnet’e arz etmek zorundayız. Ancak bu şekilde
göreceliğin tuzaklarına düşmekten kurtulabiliriz”.
Uydurmaları, zırvalıkları,
asılsız rivâyetleri bir kenara bırakarak yada çöpe atarak söylüyoruz ki, sahih
hadis ve daha da önemlisi sahih Sünnet’i inkâr etmekle başlayan sürecin gelip
dayanacağı yer Kur’ân’ın âyetlerini ve en sonunda da tümden Kur’ân’ı inkâr
etmeye kadar gider. Yada Kur’ân moderniteye birebir denk düşene kadar aşırı
zorlama yorumlarla tahrif ve tahrip edilir. Bu daha önce Yahudilik ve
Hristiyanlığın başına gelmiştir. Zâten bakınca 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son
iki âyetini ve târihselcilerin de açıkça Mûsâ-Kul kıssasını inkâr ettikleri
görülür. Yada “bu kıssa Kur’ân’a sonradan eklenmiştir” derler. Böylece iş çok
uç noktalara kadar gitmiştir.
Peki Sünnet modern dönemde
en çok ne şekilde inkâr ediliyor?. Sünnet’i ve de Kur’ân’ı inkâr etmenin
argümanları ve dayanakları nelerdir?. Sünnet; modernite, târihsellik ve
deist-ateist sapıklılarla inkâr edilmektedir. Modernite Sünnet’i, moderniteye
uymadığı, modern telakki klâsik olandan nefret ettiği ve zâten Dünyâ’yı da
Kur’ân’ı, Sünnet’i ve târihi inkâr ederek kurduğu için ona aslâ tahammül edemez.
Böylece Sünnet’i ve hemen ardında da Kur’ân’ı inkâr etmeye başlar. Bunu tutumu tüm
Dünyâ’ya yaymıştır. Fakat müslümanlar bu inkârı kabûl etmezler. Bu nedenle de
modernite “târihselcilik” ile daha üst fikri plânda Sünnet’i direkt olarak inkâr
etmeyip, onu târihe hapsetmekle inkâr yoluna girer. Hattâ târihselcilik Kur’ân’ın
bile 3/4’ünü târihe hapsederek ve artık işlevsiz olduğunu söyleyerek inkâr eder.
Onu artık gereksiz sayar. Bunların hepsi modern telakki nedeniyledir. İslâm’ı
değil de moderniteyi merkeze alanların varıp dayanacakları yer hem mecbûren hem
de bir cezâ olarak burasıdır.
Târihselcilik modernite uğruna
İslâm’ı târihe hapsetmekle ünlenmiştir. Serdar Demirel bu bağlamda şunları
söyler:
“Târihselcilik,
yöntemini batı’dan devşirmiş, kutsal metinleri bu yöntemin nesnesi kılmış,
özüne İslâm’ı çağdaşlaştırmak/sekülerleştirmek gâyesi mündemiç ve İslâmî
paradigmayı kökten değiştirmeyi teklif eden cüretkâr bir hamledir. Kur’ân’ı ‘şimdilik’
tevhid, ahlâk ve ibâdetle sınırlayan, onun yeryüzünde İslâm’ı bünyesinde canlı
yaşayan bir topluluk inşâ etme gayesini gereksiz gören, başta da cihat
âyetlerinin hükmünü târihin belli bir dönemine hapsederek müslümanların
işgâlcilere karşı direnme irâdelerini zayıflatan bir işlevle karşımıza
çıkmaktadır”.
Yaşayan Sünnet”
olmayınca ve Kur’ân’ın pratikliği hayâta hâkim olmayınca işte böyle Kur’ân’cılık,
modernite ve târihselcilik gibi sapık akımlar ortaya çıkar ve ilk önce Sünnet’i,
sonra âyetleri, sonra Kur’ân’ı ve en nihâyet dîni tümden inkâr eder ve mecbûren
Deizm dînine sığınır. Deizm’den ateizme geçmek ise işten bile değildir. “Zamanla
Allah’ı da inkâr ederek ateist olur mu olmaz mı” sorusu da anlamsızlaşır. Çünkü
sapıklık bir kere başladığında başladığı yerde durmaz ve gerisi hızla gelir.
Târihselciliğe göre akıl ve
ahlâk merkezli olarak ne söylerseniz-söyleyin mâkûl ve İslâm’a uygun olur.
Recep Ardoğan şöyle der:
Târihsellik
söyleminin, değişen şartlarda Kur’ân mesajını çelişkisiz ve dînin gâyelerine
uygun olarak güncelleme isteği de yerindedir. Bununla birlikte, İslâm; tevhid,
âhiret inancı ve ahlâk ilkelerine indirgendiğinde, onu aktüelleştirmeye niçin
gerek olsun?. Tamâmen vahiyden bağımsız çizgide ilerlersiniz ve tüm
görüşleriniz mâkûl olur. Çünkü salt akıldan çıkmıştır.
Târihselcilik,
dînî dejenere edecek kadar, din konusunda özgürlükçü iken, insan hakları
konusunda târihselciler kadar duyarsız bir kesim bulunamaz. Sâlih kul-Mûsâ
kıssasında, öldürülen çocuğa kendilerince adâlet sorgulaması üzerinden il il
dolaştıkları kadar işgâl ve katl-i âmm kurbanlarını düşünmezler. Bunlardan
hiç-birini mazlumlara yardım eden bir oluşumun içinde göremezsiniz. (Bu,
samîmiyetsizliklerinin bir göstergesidir H.G.)”.
Târihselcilik; sabır,
direniş, dik duruş, hicret, devlet, cihad, şahâdet, medeniyet gibi İslâm’ın
temel kavramlarını ya târihe hapsederek inkâr eder, yada aşırı yoruma tâbi
tutarak inkâr eder. Târihselliğin en sonunda varıp dayanacağı yer Deizm
olacaktır. Kur’ân’ı inkâr ede-ede Peygamber’i, âhireti ve melekleri de inkâr
etmeye başlayacak ve Dünyâ’ya karışmayan bir Allah inancıyla (Deizm) yetinecektir.
İlhâmi Güler: “Türkiye’de târihselcilikten gelip Deizm’e kayan bir grup vardır”
der.
Târihselciler “Hz. Ömer
müellefe-i kulûb’un ödeneğini keserek Kur’ân’a aykırı hareket etti. O hâlde biz
de gerektiğinde Kur’ân’a aykırı olan hükümler verebiliriz” derler. Oysa Hz. Ömer
ödeneği kesmekle âyeti inkâr edip iptâl etmedi ki!. Yeniden böyle bir ihtiyaç
duyulana kadar âyetin uygulamasına ara verdi yada sınırlandırdı. Çünkü alsında
kestiği ödenek sâdece iki kişinin ödeneğiydi ve hattâ kendisi de ondan sonra bâzılarına,
“kâlpleri İslâm’a ısınsın diye” ödenek vermiştir. Hz. Ömer müellef-i kulûb’a
verilen ödeneği tümden kesmemiş, bunu sâdece iki kişiyle sınırlandırmıştır.
Serdar Demirel bu konuda şunları söyler:
“Özetle
meselenin aslına bakalım. Kur’ân’da zekat verilmesi gereken sınıflar şöyle
sıralanır:
‘Sadakalar
ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar (miskinler), o işte çalışan görevliler,
müellefe-i kulûb (kâlbleri İslâm’a ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah
yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her-şeyi
bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir’ (Tevbe: 9/60).
Görüldüğü
üzere bu âyet zekat malının kimlere verileceğini hükme bağlamaktadır. Bu
sınıflardan birisi de müellefe-i kulûb’tur. Bu sınıfa girenler, hem müslüman
hem de gayri-müslim kişi ve toplumlardan oluşur. İslâm’a kazandırılacaklar,
kâfirlerin tarafında bulunup müslümanlara yardım edebilecek kimseler,
kendilerine maddî yardım yapılmadığı takdirde küfre döneceğinden korkulan yeni
müslümanlar ve benzer konumda olan bir-çok kişiyi, sınıfı ifâde eder. Bu
uygulamadan amaç, onları İslâm’a kazanmak yada en azından onlardan gelecek
zararları onların gönüllerini hoş tutarak def etmektir. Sâdece zekat malından
değil, gerektiğinde ganîmet ve diğer gelirlerden de bu sınıfta olan kişilere bu
tür harcamalar yapılabilir.
Peki, Hz.
Ömer’in Kur’ân’ın bu hükmünü yorumla ortadan kaldırdığı ve sahabelerin de bu
yeni uygulama üzerinde ittifâk ettiği doğru mudur?. Dillerine pelesenk
ettikleri olayın özeti şudur: ‘Müellefe-i kulûb’tan olan Uyeyne b. Hısn
el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti döneminde
kendisine gelerek, Bahreyn’den gelen haraç (dikkat edin zekat değil, haraç)
gelirlerini kendilerine bağlaması durumunda kavimlerinden hiç kimsenin
İslâm’dan dönmeyeceği güvencesini vereceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr bu
teklifi kabûl etti ve bir vesîka hazırladı. Vesîka hakkında ihtilâfa düştüler.
Hazırlanan bu vesîkaya şâhit olarak yazılan isimler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
Onaylaması için söz-konusu vesîka kendisine getirildiğinde, onaylamayı reddetti
ve vesîka metnini sildi. Hz. Ebû Bekr de bu görüşü benimsedi’.
Kaynakların
aktardığı bu olaydan hareketle Hz. Ömer’in Kur’ân’ın ve Sünnet’in hükmünü şahsi
görüşüyle ortadan kaldırdığını iddiâ etmek ve bunu tarihselciliğe kaldıraç
kılmak doğru değildir. Hz. Ömer âyetin hükmünü ortadan kaldırmamıştır.
Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere yapılan ödemeden sâdece iki kişinin
(Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr) ödemesine son vermiş, asalak
bir sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zîrâ hükmün illeti, yâni kâlbin
telifini gerektiren şey, o iki kişiye has olarak ortadan kalkmıştır, illet
kalkınca da onlara dâir hüküm de sona ermiştir. Bu da bir usûl kâidesidir. Hüküm
illetiyle vardır. Bu müellefe-i kulûb hükmünün ve bu sınıfa giren kişilere
ödemelerin durdurulduğu anlamına gelmediğini yine kaynaklar bildirmektedir.
Meselâ Hz.
Ömer, Sasani ordusunun önemli komutanlarından Hürmüzân’a kâlbini İslâm’a
ısındırmak gâyesi ile iki bin dirhem maaş bağlamıştır. Yine ‘Hutay’e’ lâkaplı
meşhûr şâir Cervel b. Mâlik’e -ki kendisini etrâfındakileri hicvetmekten
alamayan güçlü bir şâirdi- müslümanları şiirleriyle rahatsız etmemesi için aynı
fondan ödeme yapmıştır. Daha başka örnekleri de olan bu olaylar bizzat Hz.
Ömer’in mevzuhabis âyetle amel ettiğini ortaya koymaktadır”.
“Deizm veyâ
Yaradancılık, mantık ve doğal-dünyâya dâir gözlemlerin kaynağını oluşturduğu;
dinsel bilgiye dolaysız biçimde sâdece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini
esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden “tek-tanrı”
inancıdır. Evreni yaratan, işleyişi için doğa
kânunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdâhalede bulunmayan; doğruları
keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç Deizm’i ifâde
etmektedir. Deistler genellikle
bu doğrultuda evreni tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan;
dışarıdan müdâhale olmadan doğa kânunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük
olarak görme eğilimindedir. Deizm; 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkmış
tüm dinleri reddeden, tanrı’yı sâdece bir “ilk neden” olarak kabûl eden yâni ‘tanrının
sâdece varlığına inanan"’ inanç felsefesi şeklidir” (Vikipedi).
Tahrif
edilmiş tüm dinler, Deizm nedeniyle tahrif edilmiştir. Bir dînin tahrif
edilmesinin nedeni, onun hayâta görece fazla karışması ve şeytâni
fikir-sâhiplerinin istedikleri gibi at oynatamaması nedeniyledir. Dîni hayattan
uzaklaştırmak için Allah inancını kabûl etmelerine rağmen, O’nun yerdeki
ilahlığını ve hâkimiyetini kabûl etmiyorlardı. Mekke müşrikleri de böyleydi:
“Andolsun, onlara:
‘Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim emre âmâde kıldı?’ diye
soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da
çevriliyorlar?” (Ankebût 61).
Deizm’e
göre Allah kâinâtı yaratmıştır ve bırakıp gitmiştir. Onunla hiç ilgilenmez ve
ona karışmaz. Sistemi-yasayı koymuştur ve başka bir şey yapmaz. İnsanları kendi
hâline bırakmıştır. Bu nedenle Deizm’de her-şeyi Allah’ın yaratmış olmasının
bir önemi de olmamaktadır. Zîrâ adam; “eee, ne yapayım yaratıysa” diyebilir.
Deizm’de kimin yarattığının bir önemi yoktur, neyin yaratıldığının önemi
vardır.
Siz şimdi,
her-şeyi yaratacaksınız ama onunla hiç ilgilenmeyeceksiniz. Böyle bir şey
mümkün müdür?. Bu, çocuğu yapıp da câmi avlusuna bırakmaya benzer. Böyle bir
durum ana-babanın merhâmetsizliğini gösterir ki bu nedenle Deizm, -hâşâ- Allah’ın
merhâmetsiz bir Allah olduğunu söylemiş olur zımnen. Zîrâ kullarını yaratıp ilgilenmemektedir
ve onların zor durumlarında yanlarında değildir. Onlarla ilgilenmeyip, merhâmet
etmez.
Deizm, yaratıcı olarak -sözde-
Allah’ı kabûl etmek yada bir yaratıcıyı kabûl etmek ve âhiret, melek, cennet-cehennem,
vahiy-peygamber, din vs kabûl etmemenin adıdır. Deizm’e göre Allah Dünyâ’ya ve
evrene müdâhale etmez. O sâdece ilk başta ilk hareketi vermek ve yaratmak için
müdâhale etmiştir ve sonra da Dünyâ’yı kendi hâline bırakmıştır. Bu tabi insanın
da kendi hâline bırakılması demektir. Kendi hâline bırakılan insanın sonunun ne
olacağını görmek için günümüze bakmak ve günümüzü iyi görmek gerekir.
Târihselcilik ve modernite ile yapılan, Sünnet’in ve hemen
arkasından vahyin inkârı, modern insanda bir boşluk oluşturduğu için sığınacak
bir liman ihtiyâcı doğar. Allah’ı sâdece “yaratıcı” yâni “yaratıp bırakan ve
gerisine karışmayan bir tanrı” olarak kabûl eden modern insan için bu liman Deizm
olmuştur-oluyor. Târihselcilik de bunun üstüne tüy dikiyor. Çünkü Vahiy, Sünnet
yâni Peygamber inkâr edilince, böylece melekler, âhiret ve din de kalmayınca
ama sözde Allah inancı hâlâ vâr olduğu için, modern hayâtı gönüllerince
yaşamalarına bir şey demeyen ve hattâ teşvik eden Deizm’e sarılmak zorunda
kalmaktadırlar. Lâkin bu durum “ulaşılması” gereken hak bir yer değil de
şeytanın ayartmasının ve Allah’ın bir cezâsının sonuca olarak ulaşılan yer
olduğu için, deistler bir zaman sonra Deizm’i de anlamsız bularak ateist olacaklar,
Allah’sız yaşam “anlamsız yaşam” demek olduğu için ve insan anlamsız yaşayamayacağından
dolayı, Deizm’e kaymış insanlar ya psikolojik ilaçların müptelâsı olacaklar
yada çâreyi ağır sapıklıklarda veyâ intiharda bulacaklardır.
Allah’ı ve de Peygamber’in Sünnet’ini
hesâba katmamak ve inkâr etmek, insanı Dünyâ’da buhrana, âhirette ise cehenneme
sürükleyecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder