“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb
21).
Sünnet’ten bahsedildiğinde
popüler bir söz olarak; “Sünnet zâten Kur’ân’da var” sözü dillere pelesenk
oluyor. Sünnet Kur’ân’da var elbette, zîrâ Sünnet’in kaynağı Kur’ân’dır. Fakat
Sünnet “Kur’ân’da duracak ve hayâta çıkmayacak” bir şey değildir ve olamaz.
Çünkü Sünnet pratikle ve “yapma”yla ilgilidir. Kur’ân, o pratikliği içinde
potansiyel olarak taşır. Fakat müslümanlar bu pratikliği ortaya koymadıkça
Sünnet’in Kur’ân’da olup-olmamasının bir önemi olmaz ki!. Mü’minler
peygamberler ve Peygamberimiz gibi o potansiyeli açığa çıkartırlarsa, Kur’ân’ın
içindeki “potansiyel Sünnet” tezâhür eder. Yoksa Kur’ân raflarda milyonlarca
sene dursa ve pratiğe dönük olarak okunmasa Sünnet ortaya çıkmaz. Sünnet,
okunmaktan ziyâde “yapmak” için vardır. Sünnet, okunmaktan çok,
Peygamberimiz’in onu hayatta nasıl gerçekleştirdiğine bakarak örnek alınabilir.
Eğer Sünnet Kur’ân’ın mutlak anlamda içinde olsaydı ve onun dışarı çıkmasına
gerek olmasaydı, o zaman Sünnet “örneklik” olarak gösterilmezdi ve dış hayatta
örneklendirilmesine gerek kalmazdı.
Peygamberimiz Sünnet’i,
kendisine gelen vahyin kazandırmış ve emretmiş olduğu bir bilinçle hayâta
döktü. Zâten bunun için gönderilmişti. Sünnet olmayınca “peygamber” olmanın bir
anlamı olmaz ve modern müslümanların dediği gibi “postacı” olurdu. Fakat Allah
Peygamberimiz’i bize “güzel örnek” olarak göstermiştir ki bu güzel örnekliğe
literatürde Sünnet denilir ve zâten ilk başta da müslümanlar tarafından bu
şekilde anlaşılıyordu.
“İslâm’ın bir teorisi ve bir
pratiği yoktur” deniyor. Elbette; vahiy için “teori” demek doğru değildir. Zîrâ
teoriler yanlış da olabilir yada bir zaman sonra yanlışlanabilir. Vahiy ise
haktır ve apaçık bir hakîkattir. Onun bilgisi-bilinci ve amel-eylemi
birliktedir. Fakat vahyin bir “bilgi-bilinç” durumu ve bir “amel-eylem” durumu
vardır. Sünnet işte o amel-eylem durumunu ortaya koyan şeydir. Bu tabî ki yine
vahyin kazandırmış ve emretmiş olduğu şekilde yapılır. Kur’ân “bilkuvve”dir, Sünnet
ise “bilfiil”.
Sünnet, “Sünnet’in bilgisi”
değildir. Sünnet’in kaynağı elbette Kur’ân’dır ve güzel örnekliğimiz
Peygamberimiz Sünnet’i, vahyin yönlendirmesiyle ortaya koymuştur. Fakat şu da
var ki, Sünnet tezâhür edince yâni dış hayatta kendini gösterince, Kur’ân’da
anlatılan ve söylenen kadar kalmaz ve açılıp dallanır ve budaklanır. Bir hayat-tarzı
ortaya çıkar. Nasıl ki dağlar yeryüzünü genişletiyorsa, Sünnet de örneklik
olarak ortaya konduğunda Kur’ân’ı genişletir. Bu, “yeni hükümler ve yeni din
ortaya koymak” demek değildir. Dağlar yeryüzünden ayrı olmadığı hâlde engebeli
oldukları için yeryüzünü genişlettikleri gibi, Sünnet de Kur’ân’dan ayrı
olmadığı hâlde hayâtı genişletir. Eğer 23 yıllık nübüvvet süreci Peygamber’in
güzel örnekliğini yâni Sünnet’ini ortaya koyuyorsa, şu kesindir ki, 600
sayfalık Kur’ân’ın bu kadar bir ömrü tüm ayrıntılarıyla anlatması mümkün
değildir. O hâlde Sünnet, Kur’ân’ın ete-kemiğe bürünerek ve dallanıp-budaklanarak
hayâta dönüşmesidir. “Kur’ân’ın her-şeyden bahsetmesi” bu demektir, yoksa
Kur’ân’ın belli bir sayfa sayısı vardır ve 600 sayfa “her-şeyden” bahsetmek
için yeterli olmaz. Kur’ân’ın her-şeyden bahsetmesi, “Sünnet ile hayatta
örneklendirilmesi”dir. Bu örneklendirme, “Kur’ân’da genişleme” yapmaktadır. Bu
genişleme vahiy-dışı eklemelerle değil, vahyi anlamlandırma ve hayatta tezâhür
ettirmekle olur. Böylece mevcut Kur’ân’ın âyetleri hayâtın içinde genişler ve
her-şey için kılavuz olur. Öyle ki bâzen Peygamber’in bir gülümsemesi bile bir
âyetin anlamını genişletir. Kur’ân’ın
emirleri pratiğe döküldüğünde yâni Sünnet ile amele-eyleme dönüştüğünde,
maddî-mânevî bir genişleme hâli olur. Teorinin pratiğe döndüğünde genişlemesi
gibi, Kur’ân da Sünnet ile amele-eyleme döndüğünde genişler. Genişleyen yine
Kur’ân’ın âyetleridir. Kur’ân’ın evrensel olması, tüm zamanlar ve mekânlara
seslenmesinin bir yönü de budur.
Sünnet ultra-modern
zamanlarda hem İslâm düşmanları hem de modern müslümanlar tarafından yanlış
bilinip anlaşılıyor. Sünnet deyince hemen İslâm Târihi boyunca ortaya atılan
uydurma rivâyetler, sözler-hadisler ve uygulamalar anlaşılıyor. Hâlbuki Sünnet,
“Hz. Muhammed’in ‘Resûl-Nebî olarak’ 23 yılda vahiy-merkezli olarak
yaptıkları”dır. Sünnet’in ne olduğunun iyice idrâk edilmesi gerekir. Çünkü
ancak ondan sonra doğru bir değerlendirme yapılabilecektir.
Sünnet, Kur’an’ın
önerilerinin ve emirlerinin yerine getirilmesi ve gerçekleştirilmesidir. Sünnet,
peygamberlerin ve Peygamberimiz’in sözleriyle, fiil ve davranışlarıyla
toplumlara öncülük etmeleridir. Peygamberlerin
ve de müslümanların “sünnetullaha göre amel-eylemde bulunmalarına” Sünnet
denir. Bunun en ideâl örnekliğini ise Peygamberimiz göstermiştir. Sünnet’e göre
yaşamak “sünnetullaha göre yaşamak”tır.
Kur’ân’ın “güzel örneklik”
(Ahzâb 21) dediği, Muhammed bin Abdullah’ın değil, Hz. Muhammed’in
yaptıklarıdır. Güzel örneklik (Sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla
boyamak” demektir ki, bu boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz.
Muhammed’tir. Bu ustaya çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak” mümkün
değildir.
Kur’ân “ne yapılacağı”nı
söylerken, Peygamber (Sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir. Kur’ân ve Sünnet,
et ile tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Zâten ayrıldığında ikisi de
işlevini yerine getiremez. Kur’ân, “bilkuvve” olandır; Sünnet ise “bilfiil”
olan. “Vahyi kuvveden fiile geçirmektir” mü’minin görevi. Sünnet denilen “güzel
örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâseti ve İslâmî Hareket
Metodu”dur.
Sünnet, “bâtıl hayat
tarzı”na karşı, “hak-merkezli hayat tarzı”dır. Sünnet, “El Emin” olmaktır. Sünnet,
“peygamber tecrübesi”dir. Sünnet, âyetler arasındaki ilişkidir. Sünnet, Kâfirûn
Sûresi’ni tüm Mekke’nin ve kâfirlerin yüzüne-yüzüne okumaktır. Sünnet, Kur’ân’ı
“hayat kitabı” yapmaktır. Sünnet, Kur’ân’ı,
hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır. Sünnet,
Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır. Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür. Sünnet, Kur’ânî
bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir. Sünnet, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli
dâvâsıdır.
Sünnet, Peygamberimizin
sarık takması, cübbe giymesi ve hurma ve kabak yemesi değil, aşırıya kaçmadan
“ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir. Sünnet, Peygamberimiz’in Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine
getirdim mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir. Sünnet, Peygamberimiz’in
23 yıllık vahiy-merkezli mücâdelesidir. Sünnet; “İslâm’a paralel bir din”
değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir. Sünnet; Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de
ete-kemiğe bürünmesidir.
Sahih hadis, Kur’ân’ın
“kavlî açıklaması” iken, Sahih Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Sahih Sünnet,
“Kur’ân makâmındaki amel”dir. Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini
söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir. Sünnet, “Kur’ân’ı
idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir. Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi”
ameliyesidir. Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır. Sünnet;
“Allah’ın örnek gösterdiği ideâl bir mü’minlik şekli”dir. İslâm, Kur’ân’ın
yasama, Sünnet’in ise “yargı” ve “yürütme” olduğu sistemin adıdır. Kur’ân
“kurucu metin”, Sünnet ise “kurucu tecrübe”dir.
Sahih Sünnet, Kur’ân’ın
“canlı tefsiri”dir. “Güzel örneklik” (Ahzâb 21) olan
Sünnet göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın anlamları izâfileşir. Sünnet, en doğru
anlayışın, te’vilin ve tefsirin pratikliğidir. “Yaşayan Sünnet”
olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar. İslâm’ı “İslâm düşmanları”ndan
öğrenenler uydurulan sünnet ve hadis üzerinden “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa
İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır. Modern zamanlarda dîni
hayattan koparmak, “Sünnet’i hayattan koparmak” ile olu(yo)r.
Hz. Muhammed’in “güzel
örneklik” denilen “en ideâl vahiy pratikliği” olan Sünneti, “aşılamaz bir
örneklik”tir. İslâm coğrafyasında Kur’ân’ı ve Sünneti “tam anlamıyla” merkeze
alamama sorunu var. İslâm, “ataların sünneti”nden, sünnetullaha ve Peygamber Sünnet’ine
(güzel örneklik) dönüştür. İslâm’ı Kitap ve
Sünnet-merkezli olarak öğrenip benimseyemeyenler ve İslâm’ı bir hayat-tarzı
yapamayanlar, önlerine çıkan klâsik yada modern her sapıklıktan etkilenirler.
Kur’ân ve “vahyi pratiğe
dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne
karşı din”dir. Kur’ân ve Sünnet (güzel örneklik)
iki kanattır. Müslümanların bir kısmı Kur’ân kanadını, diğer kısmı ise Sünnet
kanadını aşırı sâhiplenip diğer kanadı umursamayınca mecbûren “tek kanatlı”
kalıyor ve bu nedenle ne kadar çırpınsalar da uçamıyorlar. Kur’ân, yorum
yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz.
Zîrâ eylemin (Sünnet) yorumu olmaz. Zâten Sünnet Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî
olarak en ideâl yorumudur. Bu nedenle Sünnet “birleştirici” bir etkendir.
Param-parça olmuş ümmet, ideâl bir pratiklik içeren Sünnet ile daha kolay
birleştirilebilir.
Kur’ân’ı idrâk etmek için
hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için”
Sünnet’in yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına gerek vardır. Bu
tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin
kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Kur’ân’ın “güzel
örneklik (Ahzâb 21)” dediği Sünnet’e uymak zorunda olmamızın nedeni, “Sünnet”
denilen o örnekliğin “aşılamayacak” olmasıdır.
Kur’ân’ın
safha-safha inmesinin nedeni, vahyi sindirmek ve bir “örneklik” (Sünnet)
oluşturmak içindir. Kur’ân’ın yanına
Sünnet’i koymaktan imtinâ eden ve “sâdece Kur’ân” diyen “bâzıları”; sıra
demokrasiye ve beşerî ideolojilere gelince, Kur’ân’ın yanına demokrasiyi ve
beşerî ve hattâ şeytânî ideolojileri ve sistemleri koymaktan imtinâ etmiyorlar. Hz. Muhammed’in
vahiy-merkezli yaşam-tarzı olan Sünnet “out”, bâtıl batı’nın nefis-merkezli
yaşam-tarzı “in”.
Kur'ân'ın ideâl pratiği olan
Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân
âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırmak”la tüketirler. Peygamber’in en
ideâl örnekliği olan Sünnet’ini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir
din” olduğunu zannederler. Sünnet (ehl-i sünnet değil) yoksa, “yaşanan” bir din
de yoktur. Modern müslümanlık(!), “Sünnet”i yok sayarak her-şeye “eyvallah”
diyen “soyut bir İslâm”ın peşinden gidiyor.
Sünnet göz-ardı edildiği
için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Sünnet
göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların
içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar bulunuyor. Sünnet yâni uygulama
göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır.
Sünnet inkârının nedeni,
“yaşayan Sünnet”in olmamasıdır. Modernizm için
en büyük sorun, Kur’ân ve onun pratiği olan “yaşayan Sünnet”tir. “Sünnet
târihseldir, İslâmcılık târihseldir, ümmetçilik târihseldir” diyenler; “İslâm amel-eylem
içermez” demiş olurlar. Sünnet, akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir.
Zîrâ “bedel”le alâkalıdır.
İslâm, Kur’ân’ın yasama,
Sünnet’in ise “yargı ve yürütme” olduğu sistemin adıdır. Bu yargı ve yürütme
elbette Kur’ân’a göre yapılır. Yargı ve yürütmenin “aşılamayacak örneklik”
olarak en ideâl şekilde yapılmasına Sünnet denir. Vahiyle bildirilen “şeriatı
uygulamak” demek olan Sünnet’ten kopulunca, “zamânın telâkkileri” “şeriat”
yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar. Hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken,
Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.
Sünnetin
kaynağı Kur’ân’dır. Peygamberler, vahiy-merkezli bir hikmet-Sünnet ortaya
koyabilecek ahlâkî bir potansiyele sâhip oldukları için “peygamber” olarak
seçilirler. Sünnet’i inkâr etmek, Peygamber’i inkâr etmek ve “Kur’ân’ı mushafa
hapsetmek” anlamına gelir. Bu nedenle de Sünnet’i inkâr edenler, tek-tek
peygamberliklerini îlan etmiş olurlar. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki
amel”dir.
Evet; Hz.
Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecek olmasının nedeni, vahyin ışığında
numune bir kültür ve medeniyetin oluşmuş olmasıdır. Artık müslümanlara düşen
şey, o kültür ve medeniyeti Kur’â ve Sünnet-merkezli olarak yeniden
diriltmektir.
Apaçık olanı sonsuz anlama
ve yorumlama yoluna girmek ne kadar da boş bir iştir. Oysa ortada apaçık bir
şey varsa, onun gereğini yapmak önemlidir. Peygamber böyle yapmıştır ve o’nun o
yaptığına Sünnet denir.
İslâm’ın hayatta “görünür”
olması demek, vahyin bilgi ve bilinciyle inşâ olmuş olan müslüman toplumun, “bu
bilinç ile sâlih amellerde bulunması” demektir. Peygamber’in ve sahabenin
yaptığı buydu ve Sünnet de zâten budur. İslâm hayatta görünür ve hâkim olması
için Sünnet’in hayâtı kuşatması gerekir.
Sünnet “yaşanmışlık” demektir.
Bir yaşanmışlık olmadığında İslâm’ın hayatta görünür olması ve hayâta hâkim
olması imkânsızdır. Öyle ya, görünür olmak ve hâkim olmak için bir hareket lâzımdır.
Yoksa Kur’ân dört duvar arasında okuna-okuna hayat bir-anda İslâmlaşacak değildir.
Kur’ân’ın safha-safha indirilmesi,
“güzel örneklik” pratik olarak hayatta mâkes bulsun diyedir. Vahiy safha-safha
indikçe Sünnet de safha-safha örneklik oluşturur. Böylece Kur’ân bir “hayat
kitabı ve rehberi olmuş” olur ki Peygamber ve sahabe örnekliğinde görülen şey
budur. Kur’ân sâdece bilgi ve bilinciyle değil, amel ve eylemiyle de hâkim
olmalıdır. Çünkü sahabe, Peygamberimiz’in Kur’ân sohbetini dinledikten yâni
eğitimi aldıktan sonra günlük işlerinde Mekke’lilerin yada Medine’lilerin
oluşturduğu beşerî kurallara göre değil, aldığı eğitime paralel olarak İslâm’ın
kurallarına göre yaşamaya başlardı. Şimdi ise Kur’ân okunuyor ama beşerî-şeytânî
ideolojilere ve sistemlere göre hareket ediliyor. İşin acı yanı ise, doğru
olanın da bu olduğunun zannediliyor ve söyleniyor olmasıdır. “Kur’ân’ın mehcûr
bırakılması”, “onun okunmasına rağmen onunla amel edilmemesi” yâni “Kur’ân’ın
Sünnet’e dönmemesi” demektir.
“Sünnet zâten Kur’ân’ın
içindedir” düşüncesi, zımnen, “Sünnet’in dışarıda ortaya konulmasına gerek
olmaması” anlamına geliyor. Sünnet hayâtiyetini elbette Kur’ân’dan alır fakat
Sünnet ortaya çıkmazsa ve hayatta işlevsel olmazsa Kur’ân’ın bir hayâtiyeti de
olmaz yada sâdece iç-âlemlere hitâp eden bir Kitap olur.
Sünnet, peygamberlerin ve
Peygamberimiz’in sâdece tebliği ile değil, sözleriyle, fiil ve davranışlarıyla
da toplumlara öncülük etmeleridir.
“Sünnet zâten Kur’ân’ın
içindedir” demenin bir anlamı yoktur. Meselâ Kur’ân’da ibâdetler vardır ama “ibâdetler
Kur’ân’ın içindedir” demenin de bir anlamı yoktur. Çünkü ibâdetler Kur’ân’da
kaldıkça ve bir amel-eylem şeklinde hayâtta uygulanmadıkça bir anlamı olmayacaktır.
İbâdet, Kur’ân’da yazılı olunca “ibâdet” olmuyor, ibâdeti yapınca ve yerine
getirince “ibâdet” oluyor. Sünnet de, Kur’ân’da potansiyel olarak bulununca
değil, hayatta tezâhür edince Sünnet oluyor.
Allah,
vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk
modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir
toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur.
Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. “Örnek ve ideâl model” son olarak
Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel
örneklik” denen ve adına literatürde “Sünnet” denilen şey, bu örnek modeldir.
Bu “örnek model”, arada yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle
düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya
konmuş bir modeldir. Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde olunca “kusursuz bir
örneklik” ortaya çıkmıştır. İşte Sünnet budur. Sünnet, en ideâl örneklik ve
“yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze
bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu
modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve
eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi
ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.
Mebzûl miktarda tekrarlanıp
duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa
yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise
Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt
Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân
hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde
bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da müslümanlar olarak perişân
ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?.
Kimin yolundan gidiyorsanız,
onun sünnetine uyuyorsunuz demektir. İnsanlar mutlakâ birinin gösterdiği yoldan
gider. Allah ise Peygamber’ini örnek olarak gösterir ve zımnen; “o’nun gittiği yoldan
o’nun gittiği gibi gidin” der. Hz. Muhammed’in,
“Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan Sünnet’ini (yâni hayat-tarzını) inkâr
edenler, eski-yeni önderlerinin yada lîderlerinin bâtıl batı’dan ilhamla ortaya
koyduğu sünnetlerini (yâni hayat-tarzlarını) harfiyen yerine getirmekten geri
durmuyorlar. Zâten Resûl-Nebi’ ayrımı yapılıp, “Nebi’nin -güyâ- örnek
alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl ederek Sünnet’in inkâr edilmesinin nedeni de
budur. “Nebî” üzerinde Sünnet inkârı yapılıyor.
“Sünnet zâten Kur’ân’ın
içindedir” diyorlar. Aynı kişilere; “Kur’ân korunmuştur, peki Sünnet de
korunmuş mudur?” diye sorduğumuzda, “hayır, sâdece Kur’ân korunmuştur”
diyorlar. İyi de eğer Sünnet Kur’ân’ın içindeyse ve Kuran korunmuşsa, o zaman
Kur’ân’ın içindeki Sünnet de Kur’ân ile birlikte korunmuş olur. Böylece Sünnet’in
de korunduğu söylenmiş olur. Şu da var ki Sünnet yâni güzel örneklik, Kur’ân’ın
“örnek alın” emrine göre korunmuştur. Fakat bu, “Sünnet’in formunun korunmuş”
olması demek değildir. Çünkü Sünnet’in formu Kur’ân’da değil, târihtedir.
Öyleyse korunan şey, Sünnetî yâni güzel örnekliği kıyâmete kadar “örneklik
olarak” tâkip etmek, en azından hesâba katmakla olur.
İslâm’da “hüküm koymak”,
sâdece vahiy ile hükmü söylemek-bildirmek” demek değil, “hükmü, Peygamber ile
uygulamada da göstermek”tir. İşte ancak o zaman hüküm tam anlamıyla konmuş ve
korunmuş olur. Aksi-hâlde hükümler uygulanmada noktasında pasif kalır.
Günümüzde sürekli olarak Kur’ân okunmakta ve hükümleri bilinmektedir fakat
hükümlerine pratik şekilde riâyet edilmemektedir. Zîrâ “başka hükümler”e riâyet
edilmektedir.
Peygamber’in sözlerini
okuyarak namaz kılınmaz ama, Peygamber’in namazdaki fiillerini taklit ederek
namaz kılınır. Namaz Peygamber’in kıldığı gibi kılındığında kabûl olur, fakat
herkes namazda âyet okumak zorundadır. Sünnet uygun hükümler koymaz, Kur’ân’a
uygun eylemler yapar. Namaz kılın emrine uygun bir şekilde namaz hareketleri
yapılır ki bunlar “güzel örneklik” olur. Korumada sözden ziyâde eylem daha
etkilidir. Peygamberler bu nedenle gönderilir. Bâzen bir söz söylenir de kimse
takmaz ama yapılan eylem etki bırakır. Peygamberimiz’in şu örneği vardır:
“Hicretin altıncı yılında, müslümanlar,
başlarında Resûlullah (a.s.) olduğu hâlde, umre yapmak kastıyla Mekke’ye
müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekke’li müşrikler, ziyârete müsâde etmezler.
Fakat müslümanlarla aralarında Hudeybiye Sulh Anlaşması yapılır. Anlaşma
tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber (a.s.) yanındakilere: ‘Kalkın,
kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin’ emrini verir. Ne
var ki Kâbe’yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevâsından
memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek
gibi diğer menâsiki de yapmaktan imtinâ ederler. Resûlullah (a.s.) emri üç kere
tekrarlar. Ashab yine de şaşkın-şaşkın bakınmakla mukâbelede bulunurlar.
Resûlullah son derece öfkeli hâlde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme vâlidemizin
(r.a.) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:
-Neyin var ya Resûlullah?.
-Hayret ey Ümmü Seleme!. Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı
kesin, tıraş olun, ihramdan çıkın’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap
vermedi. Emrimi işittikleri hâlde sâdece yüzüme bakıyorlar.
-Ya
Resûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlakâ sana uyacaklar ve
kurbanlarını keseceklerdir.
Bu tavsiye üzerine Resûlullah (a.s.) gider ve
kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme vâlidemizin (r.a.) dediği gibi,
Resûlullah’ı gören Ashab-ı Güzin de teker-teker kalkıp kurbanlarını keserler”.
Usvetun hasenetun
denilen “güzel örneklik” yâni “pratik Sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı
sınırlandırmak” demektir. İslâm
târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve
zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği
olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır. “Yaşayan Sünnet” olmadığında, “uydurulan
sünnet” açığa çıkar. İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır.
Kur’ân’ın “güzel örneklik”
(Ahzâb 21) dediği “Sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne
Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor fakat “ne
yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor. Modern zamanlarda müslümanları en çok engelleyen şey
“ne yapmalı?” sorusudur. Peygamber kıssaları ve “Sünnet” ortadayken ve en ince
ayrıntısına kadar biliniyorken yada bilinmesi gerekirken “ne yapmalı” sorusunu
sormak, gayr-ı ciddî bir soru olsa gerek. “Ne yapmalı” sorusuna “muhteşem bir
cevap” almayı mı bekliyorsunuz?..
Sünnet’i, hadisi, Asr-ı Saadet
sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra
âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe
Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri ve târihselcilerin Medenî sûre ve
âyetleri târihe hapsederek inkâr etmeleri buna örnektir.
“Sünnet Kur’ân’ın içindedir”
diyenler, Kur’ân’ı (aynen İncil’in Hz. Îsâ’nın hayâtını anlatması gibi),
Peygamber’in hayâtını anlatan bir kitap olarak görmüş olurlar. Fakat Kur’ân
“Peygamber’in otobiyografisi” değildir.
Kur’ân’a
yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur. En doğru söz Allah’ın
sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).
Kur’ân ve Sünnet
birlikteliği, modern insanın ve müslümanların “son fırsatı”ıdır vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder