10 Ekim 2019 Perşembe

Mağlûbiyet Fıkhı




“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140).

Hayat, imtihanın bir gereği olarak inişli-çıkışlıdır. Fakat sürekli olarak alçalışta gitmemesi gerekir. Zîrâ insan bu Dünyâ’ya acı çekmek, zulüm görmek için gelmemiştir. Gerçi zâlimler ve zâlim düzenler sürekli olarak bunu sağlamaya çalışıyorlar. İnsanların büyük çoğunluğunun sürekli alçalmasını ve hayâtın kıyısında-kenarında yaşamasını istiyor ve bunun için çalışıyorlarken, kendilerinin ise sürekli olarak yükselişte olması ve hayâtın tam merkezinde olmaları için çalışıyorlar. Tabi bu çalışmalar Allah’ın sünnetullahını aşamaz ve blôke edemez. Zulüm belli bir kritik eşiği aştığında ardından helâkı getirir:

“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun ‘varlık ve güç-sâhibi önde gelenlerine’ emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).

Her dâim gâlip olan sâdece Allah’tır. İnsanlar ise, inişli-çıkışlı bir hayat yaşarlar imtihanın gereği olarak. Hattâ peygamberlerin bile görevlerini yaparlarken inişli-çıkışlı bir yaşamları olmuştur. Zîrâ peygamberler olağan-üstü insanlar değillerdir ki sürekli gâlip gelsinler. Hattâ bâzen dünyâ-plânında başarılı olamamışlar ve Hz. Zekeriyyâ ve Yahyâ gibi katledilmişler, Hz. Yûnus gibi kızarak görev yerlerini terk etmişler, Yûsuf gibi zindanlara düşmüşler, Eyyûb gibi hastalıklara dûçar olmuşlar ve çeşitli mahrûmiyetler yaşamışlardır. Peygamberimiz de meselâ Bedir’de gâlip olurken, Uhud’da bozgun yaşamıştır. Tabi müslümanlar daha çok “gâlip” durumda olmalıdırlar yada bunun için gayret etmelidirler. Zîrâ müslümanlar, Allah’ın emirlerine göre hareket ederler-etmelidirler.

Peygamberlerin yaşadıkları inişli-çıkışlı hayatlar ve olaylar bize, gâlibiyet durumunda nasıl yaşanması gerektiğini söylediği gibi, mağlûbiyet durumunda da nasıl yaşanması gerektiğini göstermek içindir. Zîrâ imtihan insanın son nefesine ve Dünyâ’nın sonuna kadar devâm edecektir. Dolayısı ile gâlibiyetler ve mağlûbiyetler hep olacaktır.

Tabi İslâm, yeryüzünde de aynen göklerdeki gibi, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi bir düzen kurulmasını ve bu düzenin sürekli hâkim olmasını ister. Allah rabliğini hiç kimseye vermek istemez çünkü. Yeryüzüne sürekli olarak O hâkim olmak ister. Zîrâ tüm varlığı O yaratmıştır. O hâlde mü’minlere düşen görev, bu uğurda ilk önce kendi iç âlemlerini, yaşayışlarını değiştirip düzeltmeleri, sonra da en yakınlarından başlayarak çevrelerini uyarmalı, onları bilinçlendirerek ve en nihâyetinde peygamberlerin örnekliği gibi bir örneklikle mücâhede-mücâdele ederek Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılmaya yâni gâlip olmaya çalışmalıdırlar.

Bu bağlamda; müslümanlar arada inişli zamanlar olsa da, bin küsur yıllık bir zamanda genelde gâlibiyet hâlinde yaşamışlardır ve bu nedenle gâlibiyet hâlinde yaşamayı iyi bilmektedirler. Gâlip iken neler yaptıkları târihen bilinebilmektedir. Yâni “gâlibiyet fıkhı” bellidir. Gâlibiyet zamanlarının sonuçları olan sanat ve kültür örnekleri günümüze ulaşmıştır en azından. Bunlara bakarak bile gâlibiyet fıkhını anlayabiliriz. Fakat 1800’lü yıllardan sonra iş tersine dönmüş ve gâlibiyet sarsılmaya ve mağlûbiyete dönmüştür. Şu-anda ise artık mağlûbiyet içindedirler. Yâni Dünyâ’ya artık müslümanlar hâkim değildir ve dünyâ, müslümanların düşüncelerine, kültürlerine, ürünlerine, sanatlarına ve en önemlisi de kânunlarına göre yönetilmemektedir. Müslümanlar Dünyâ’nın dışında kaldıkları için gâlipleri taklit etmektedirler ve mevcut Dünyâ’ya uygun bir fıkıh oluşturamamaktadırlar. Bir “mağlûbiyet fıkhı” oluşturamamaktadırlar. Yâni aslında bir “mağlûbiyet fıkhı” olamaz-olmamalıdır. Zîrâ müslümanların fıkhı vahiyden kopuk olamaz ve Allah mağlûp edilemez. O hâlde söz-konusu olan mağlûbiyet fıkhı, “İslâm’ın mağlûbiyeti” ile ilgili değil, “müslümanların mağlûbiyeti” ile ilgilidir.

Müslümanlar modern zamanlarda mağlûp durumdadırlar ve bu nedenle bir mağlûbiyet fıkhı oluşturmaları gerekir. Bu fıkıh, mağlûbiyetten gâlibiyete yönelik bir fıkıh olmalıdır. Müslümanlar hem şeytana karşı çıkarak iç-âlemlerini-nefislerini alt etmeli, hem de dış düşmanlara ve Allah’ın kânunlarından başka kânunlarla Dünyâ’nın yönetilmesine ve yönlendirilmesine karşı çıkmalıdırlar. Bunu, iç-âlemlerini diriltmeden yapamazlar. Bu nedenle mağlûbiyet fıkhında müslümanlar ilk önce iç-âlemlerini bu mağlûbiyet ortamında nasıl değiştirip vahiy-merkezli inşâ edeceklerini ve örnek insanlar hâline geleceklerini bilmeli ve bunu uygulamalıdırlar. Bu tabî ki zor bir iştir ve bir süreç alacaktır. Bu konuda en iyi yardımcı, vahyin aydınlığı ve peygamberlerin örnekliğidir. Başka çâremiz yoktur. Çünkü peygamberler ve Peygamberimiz, yenilgi ve zor durumlar da yaşamışlardır ve böyle durumlarda ne yapılacağını ve nasıl bir tavır takınılacağının örneğini de en ideâl bir şekilde göstermişlerdir.

O hâlde mağlûbiyet fıkhı Kur’ân ve Sünnet-merkezli olacaktır. Modern hayâtın sistemini çok iyi tanıdıktan ve bildikten sonra bu sistemin hem yanlışlarını hem de zayıf yönleri tespit edilecek ve Kur’ân ile önce iç-âlemde sonra da dış-âlemde değiştirilecektir. Tabi bunun için çok dirâyetli şahsiyetler bulunmalıdır. Zîrâ büyük bedeller ödemek gerekecektir. Adanmış insanlar yetiştirilmesi gerekecektir. Bu da büyük vazgeçişleri berâberinde getirir. Bunu yapmak için “kerîm öfke”lere “kutsal hedefler”e sâhip olan lîder ve kurucu bir toplum gerekir. Toplumları sürükleyecek bir lîder ve toplum olmadığında ve kurulmadığında bireysel dindarlıklar devâm edecek ve iç-âlemlerde bir miktar yol alınabilse bile, dış-âlem şeytan-merkezli tâğutların kontrôlünde kalmaya devâm edecektir ki “mağlûbiyet” budur.

Bu değiştirmeyi bir mağlûbiyet fıkhı oluşturarak ve gayret ederek ya mü’min insanlar yapacaklar ve sonuçta sâdece zâlimler yok olacak; yada cehâletin, şirkin ve de dolayısı ile zulmün kritik eşiği aşıldığında sünnetullah devreye girecek ve kurunun yanında “yaş” da yanacaktır. Gerçi o zaman “yaş” olanlar o kadar “yaş” olmayacaklardır. Bu nedenle Allah ve Peygamber bizi “hayat verecek şey”e çağırdığında buna mutlakâ icâbet etmemiz gerekir:

“Ey îman edenler!, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız” (Enfâl 24).

Aksi-hâlde dediğimiz gibi sünnetullah gereği kurunun yanında yaş da yanacaktır:

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır” (Enfâl 25).

O hâlde, ilk önce bir mağlûbiyet içinde olduğumuzun bilincine varacağız, sonra da bir mağlûbiyet fıkhı oluşturacağız -ki bu fıkıh “geçici bir fıkıh” olacaktır-, sonra bu fıkha göre mağlûbiyetten gâlibiyete doğru gitmenin sürecini yaşayacağız. Nihâyet ahlâk timsâli bir toplum olacağız ve Allah’ın yardımını hak edince, O da bize bir toplum-devlet-medeniyet nasip edecek. Aksi-hâlde insanlığın bir kısmı madden olmasa da mânen sıkıntılar içinde kalarak mutsuz ve umutsuz olurken, diğer bir kısım insanlarsa, madden ve mânen yokluğun ve zulmün ızdırâbı içinde mutsuz ve umutsuzca kıvranmaya devâm edecektir.

Fıkhımızı Allah’ın vahyi olan Kur’ân değil de şeytanın evliyâları olan tâğutlar belirlediğinde, “insan” olarak yaşayamayacağımız gibi, hakkıyla “müslüman-mü’min” olarak da yaşayamayız.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2018





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder