“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de
benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında devrettirip
dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ
şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140).
Hayat, imtihanın
bir gereği olarak inişli-çıkışlıdır. Fakat sürekli olarak alçalışta gitmemesi
gerekir. Zîrâ insan bu Dünyâ’ya acı çekmek, zulüm görmek için gelmemiştir.
Gerçi zâlimler ve zâlim düzenler sürekli olarak bunu sağlamaya çalışıyorlar. İnsanların
büyük çoğunluğunun sürekli alçalmasını ve hayâtın kıyısında-kenarında
yaşamasını istiyor ve bunun için çalışıyorlarken, kendilerinin ise sürekli
olarak yükselişte olması ve hayâtın tam merkezinde olmaları için çalışıyorlar. Tabi
bu çalışmalar Allah’ın sünnetullahını aşamaz ve blôke edemez. Zulüm belli bir
kritik eşiği aştığında ardından helâkı getirir:
“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz
zaman, onun ‘varlık ve güç-sâhibi önde gelenlerine’ emrederiz, böylelikle onda
bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden
darmadağın ederiz” (İsrâ
16).
Her dâim gâlip
olan sâdece Allah’tır. İnsanlar ise, inişli-çıkışlı bir hayat yaşarlar
imtihanın gereği olarak. Hattâ peygamberlerin bile görevlerini yaparlarken inişli-çıkışlı
bir yaşamları olmuştur. Zîrâ peygamberler olağan-üstü insanlar değillerdir ki
sürekli gâlip gelsinler. Hattâ bâzen dünyâ-plânında başarılı olamamışlar ve Hz.
Zekeriyyâ ve Yahyâ gibi katledilmişler, Hz. Yûnus gibi kızarak görev yerlerini
terk etmişler, Yûsuf gibi zindanlara düşmüşler, Eyyûb gibi hastalıklara dûçar
olmuşlar ve çeşitli mahrûmiyetler yaşamışlardır. Peygamberimiz de meselâ
Bedir’de gâlip olurken, Uhud’da bozgun yaşamıştır. Tabi müslümanlar daha çok
“gâlip” durumda olmalıdırlar yada bunun için gayret etmelidirler. Zîrâ
müslümanlar, Allah’ın emirlerine göre hareket ederler-etmelidirler.
Peygamberlerin
yaşadıkları inişli-çıkışlı hayatlar ve olaylar bize, gâlibiyet durumunda nasıl
yaşanması gerektiğini söylediği gibi, mağlûbiyet durumunda da nasıl yaşanması
gerektiğini göstermek içindir. Zîrâ imtihan insanın son nefesine ve Dünyâ’nın
sonuna kadar devâm edecektir. Dolayısı ile gâlibiyetler ve mağlûbiyetler hep olacaktır.
Tabi İslâm,
yeryüzünde de aynen göklerdeki gibi, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi
bir düzen kurulmasını ve bu düzenin sürekli hâkim olmasını ister. Allah
rabliğini hiç kimseye vermek istemez çünkü. Yeryüzüne sürekli olarak O hâkim
olmak ister. Zîrâ tüm varlığı O yaratmıştır. O hâlde mü’minlere düşen görev, bu
uğurda ilk önce kendi iç âlemlerini, yaşayışlarını değiştirip düzeltmeleri, sonra
da en yakınlarından başlayarak çevrelerini uyarmalı, onları bilinçlendirerek ve
en nihâyetinde peygamberlerin örnekliği gibi bir örneklikle mücâhede-mücâdele
ederek Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılmaya yâni gâlip olmaya çalışmalıdırlar.
Bu bağlamda; müslümanlar
arada inişli zamanlar olsa da, bin küsur yıllık bir zamanda genelde gâlibiyet
hâlinde yaşamışlardır ve bu nedenle gâlibiyet hâlinde yaşamayı iyi bilmektedirler.
Gâlip iken neler yaptıkları târihen bilinebilmektedir. Yâni “gâlibiyet fıkhı”
bellidir. Gâlibiyet zamanlarının sonuçları olan sanat ve kültür örnekleri
günümüze ulaşmıştır en azından. Bunlara bakarak bile gâlibiyet fıkhını
anlayabiliriz. Fakat 1800’lü yıllardan sonra iş tersine dönmüş ve gâlibiyet
sarsılmaya ve mağlûbiyete dönmüştür. Şu-anda ise artık mağlûbiyet içindedirler.
Yâni Dünyâ’ya artık müslümanlar hâkim değildir ve dünyâ, müslümanların
düşüncelerine, kültürlerine, ürünlerine, sanatlarına ve en önemlisi de
kânunlarına göre yönetilmemektedir. Müslümanlar Dünyâ’nın dışında kaldıkları
için gâlipleri taklit etmektedirler ve mevcut Dünyâ’ya uygun bir fıkıh
oluşturamamaktadırlar. Bir “mağlûbiyet fıkhı” oluşturamamaktadırlar. Yâni
aslında bir “mağlûbiyet fıkhı” olamaz-olmamalıdır. Zîrâ müslümanların fıkhı
vahiyden kopuk olamaz ve Allah mağlûp edilemez. O hâlde söz-konusu olan
mağlûbiyet fıkhı, “İslâm’ın mağlûbiyeti” ile ilgili değil, “müslümanların mağlûbiyeti”
ile ilgilidir.
Müslümanlar
modern zamanlarda mağlûp durumdadırlar ve bu nedenle bir mağlûbiyet fıkhı
oluşturmaları gerekir. Bu fıkıh, mağlûbiyetten gâlibiyete yönelik bir fıkıh
olmalıdır. Müslümanlar hem şeytana karşı çıkarak iç-âlemlerini-nefislerini alt
etmeli, hem de dış düşmanlara ve Allah’ın kânunlarından başka kânunlarla Dünyâ’nın
yönetilmesine ve yönlendirilmesine karşı çıkmalıdırlar. Bunu, iç-âlemlerini diriltmeden
yapamazlar. Bu nedenle mağlûbiyet fıkhında müslümanlar ilk önce iç-âlemlerini
bu mağlûbiyet ortamında nasıl değiştirip vahiy-merkezli inşâ edeceklerini ve
örnek insanlar hâline geleceklerini bilmeli ve bunu uygulamalıdırlar. Bu tabî
ki zor bir iştir ve bir süreç alacaktır. Bu konuda en iyi yardımcı, vahyin
aydınlığı ve peygamberlerin örnekliğidir. Başka çâremiz yoktur. Çünkü peygamberler
ve Peygamberimiz, yenilgi ve zor durumlar da yaşamışlardır ve böyle durumlarda
ne yapılacağını ve nasıl bir tavır takınılacağının örneğini de en ideâl bir
şekilde göstermişlerdir.
O hâlde mağlûbiyet
fıkhı Kur’ân ve Sünnet-merkezli olacaktır. Modern hayâtın sistemini çok iyi
tanıdıktan ve bildikten sonra bu sistemin hem yanlışlarını hem de zayıf yönleri
tespit edilecek ve Kur’ân ile önce iç-âlemde sonra da dış-âlemde değiştirilecektir.
Tabi bunun için çok dirâyetli şahsiyetler bulunmalıdır. Zîrâ büyük bedeller
ödemek gerekecektir. Adanmış insanlar yetiştirilmesi gerekecektir. Bu da büyük
vazgeçişleri berâberinde getirir. Bunu yapmak için “kerîm öfke”lere “kutsal
hedefler”e sâhip olan lîder ve kurucu bir toplum gerekir. Toplumları sürükleyecek
bir lîder ve toplum olmadığında ve kurulmadığında bireysel dindarlıklar devâm
edecek ve iç-âlemlerde bir miktar yol alınabilse bile, dış-âlem şeytan-merkezli
tâğutların kontrôlünde kalmaya devâm edecektir ki “mağlûbiyet” budur.
Bu değiştirmeyi
bir mağlûbiyet fıkhı oluşturarak ve gayret ederek ya mü’min insanlar yapacaklar
ve sonuçta sâdece zâlimler yok olacak; yada cehâletin, şirkin ve de dolayısı
ile zulmün kritik eşiği aşıldığında sünnetullah devreye girecek ve kurunun
yanında “yaş” da yanacaktır. Gerçi o zaman “yaş” olanlar o kadar “yaş”
olmayacaklardır. Bu nedenle Allah ve Peygamber bizi “hayat verecek şey”e
çağırdığında buna mutlakâ icâbet etmemiz gerekir:
“Ey îman edenler!, size hayat verecek
şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin. Ve bilin ki
muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp
toplanacaksınız” (Enfâl
24).
Aksi-hâlde
dediğimiz gibi sünnetullah gereği kurunun yanında yaş da yanacaktır:
“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet
etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ
ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır” (Enfâl 25).
O hâlde, ilk
önce bir mağlûbiyet içinde olduğumuzun bilincine varacağız, sonra da bir mağlûbiyet
fıkhı oluşturacağız -ki bu fıkıh “geçici bir fıkıh” olacaktır-, sonra bu fıkha
göre mağlûbiyetten gâlibiyete doğru gitmenin sürecini yaşayacağız. Nihâyet
ahlâk timsâli bir toplum olacağız ve Allah’ın yardımını hak edince, O da bize bir
toplum-devlet-medeniyet nasip edecek. Aksi-hâlde insanlığın bir kısmı madden
olmasa da mânen sıkıntılar içinde kalarak mutsuz ve umutsuz olurken, diğer bir
kısım insanlarsa, madden ve mânen yokluğun ve zulmün ızdırâbı içinde mutsuz ve
umutsuzca kıvranmaya devâm edecektir.
Fıkhımızı Allah’ın
vahyi olan Kur’ân değil de şeytanın evliyâları olan tâğutlar belirlediğinde, “insan”
olarak yaşayamayacağımız gibi, hakkıyla “müslüman-mü’min” olarak da yaşayamayız.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder