“Onlar, dünyâ hayâtından
(yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten ise gâfil olanlardır” (Rûm 7).
Îman etmek, “âhiret kaygısı
duymak” demektir. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret
gününe kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde
bulunmak” demektir.
Peygamberimiz, Allah’ı kabûl
etmeyen değil, âhireti kabûl etmeyen (En-âm 29) bir topluma gönderilmiştir.
Âhireti inkâr etmek ise, aslında “gaybı inkâr etmek” anlamına gelir. Çünkü
gaybın bir rüknünü dâhi kabûl etmemek ve inkâr etmek, “gaybı tümden inkâr
etmek” anlamına gelir. Kezâ âhireti inkâr, gaybı inkârdır, gaybı inkâr ise “Allah’ı,
cenneti-cehennemi, melekleri ve vahyi inkâr etmek yada bunlardan şüpheye düşmek”
demektir.
Âhirete îman; insanlığın,
hakkın, hakîkatin ve adâletin garantisidir. Çünkü insan ancak ölüm-ötesi ve
sorgusu inancı olduğunda kendini istediğini yapmaktan geri çekebilir ve çeşitli
günahlar ve fitnelerden uzak kalabilir. Akıl-merkezli pozitif seküler sistem
ise, Allah-âhiret-cehennem korkusu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke
ettiğinden dolayı, insanların çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması
kaçınılmaz oluyor. Çünkü insana “dur” diyecek îmandan kaynaklanan bir iç güç
iptâl olmuş oluyor. Sonuçta da insanın kırmızı çizgisi siliniyor ve nefsinin ve
hevâ-hevesinin doğrultusunda yapmayacağı şey kalmıyor ki serbest kalan nefs
ancak fitne üretir ve ekini ve nesli ifsâd eder. Âhiretten şüphesi olan inançsız
insanlar da, “Dünyâ’da ne kadar rahat edersem, âhirette de o kadar rahat
ederim” düşüncesine kapılıyor. Modern insanın unuttuğu şey şudur: İslâm’da
“günah işleme özgürlüğü” vardır ama, Dünyâ’da ve âhirette o günaha cezâ kesmek
de vardır.
Modern insan din-merkezliliği
terk-edip akıl-merkezliliğe dönünce ve akla aykırı olan yada akılla
açıklanamayan şeyi kabul etmeyince, âhirete îman zayıflamış ve âhiret kaygısı
bitme noktasına gelmiş oluyor yada bitiyor. Böylece âhiret bilgi ve bilinci
yâni âhirete îman zayıflığı yada âhiretin inkârı, insanın kırmızı çizgisini
iptâl etmiş yada göreceli hâle getirmiş oluyor. Sonuçta da insanı kötülüklerden
uzak tutacak bir etken kalmıyor. Netîcede de modern insanın hedefi, “nefsinin
doğrultusunda her-şeyi sınırsızca yapmak” oluyor.
Akıl sınırlıdır. Modern insan
aklı ne kadar sınırsız görse de aklın bir sınırı vardır ve akıl gayb konusunda
çâresizdir. Bu sebeple âhireti ve gaybı inkâr eder. Akıl-merkezli düşünce
âhireti ve gaybı kabûl etmez. Akıl ve akletmek, kişiyi ancak îmânın kapısına
kadar getirip bırakır ve artık o noktada kişi, îmânın kendisine mutlakâ
yükleyeceği bedeli kabûl ederek yada etmeyerek, îman eder yada îman etmez.
Gaybın ne olduğuna dirâyetle
ve akıl yürütmeyle ulaşılamaz. Âhiret de gayb olduğundan dolayı, akıl âhiret
konusunda da onu inkâr etmekten başka bir fikir ortaya koyamaz. Gaybın bilgisi,
sâdece Allah’ın bildirdiği kadardır. Şu âyetler, akıl yoluyla gaybın bilinemeyeceğini
ve aklın sınırının “gaybın kapısı” olduğunu söyler:
“Allah sizi gayb üzerine
muttalî kılacak değildir” (Âl-i
İmran 179).
“Size Allah’ın hazîneleri
yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum.
Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam” (En-âm 50).
“Gaybın anahtarları O’nun
katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez” (En-âm 59).
“Onlar, Rablerine karşı
gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet
saatinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 49).
“Sen, yalnızca gayb ile
Rablerinden ‘içleri titreyerek-korkmakta’ olanları ve dosdoğru namazı kılanları
uyarırsın” (Fatır 18).
“Gerçek şu ki,
Rablerinden gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) içleri titreyerek-korkanlara
gelince; onlar için bir mağfiret (bağışlanma) ve büyük bir ecir vardır” (Mülk 12).
“O, gaybı bilendir. Kendi
gaybını (görülmez bilgi hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).
Öyleyse,
dünyâ-hayâtına karşılık âhireti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda savaşırken, öldürülür yada galip
gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz.
(Nîsâ 74).
Âhireti inkâr edenler, bir “iç
buhrân” olarak Dünyâ’da sıkıntı çekecekleri gibi, âhirette ise acı azâba
uğrayacaklardır. Kur’ân’a baktığımızda onların âhiretteki hâlleri şu şekilde
olacaktır:
“Ateşin üstünde
durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: ‘Keşke (Dünyâ’ya bir daha)
geri çevrilseydik de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden
olsaydık’. Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı. Şâyet (Dünyâ’ya)
geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine
döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten yalancıdırlar. Onlar dediler ki: ‘Bu
dünyâ-hayâtımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek değiliz’. Rablerinin
karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:) ‘Bu, gerçek değil
mi?’ dedi. Onlar: ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ dediler. (Allah:) ‘Öyleyse inkâr
ettikleriniz nedeniyle azâbı tadın’ dedi. Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar,
doğrusu hüsrâna uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyâmet günü) apansız onlara
geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (Dünyâ’da) sorumsuzca
yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri
ne kötüdür” (En-âm 27-31).
Hâlbuki âhiret
bilgi-bilincine ve îmânına sahip olanlar, âhirete îman ettikleri için
vazgeçilmesi gerekenlerden kolayca vazgeçebilirler. Dünyâ’nın nîmetleri ve zevkleri
onları Allah’tan ve âhiretten alıkoymaz ve âhirete îman, insanın Dünyâ’da
mü’mince yaşamasını sağlar ve kolaylaştırır:
“(Öyle) adamlar ki, ne
ticâret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan
ve zekatı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz; onlar, kâlplerin ve gözlerin
inkılâba uğrayacağı (dehşetten allak-bullak olacağı) günden korkarlar” (Nûr 37).
Âhireti inkâr eden kişi,
İslâm’ın dediklerini niye yapsın?. Yeme-içmeden kesilmek, tüm zevklerden gerektiğinde
Allah için uzaklaşmak ancak âhiret bilinci ve îmânı sâyesinde olur. Allah, Fussilet
Sûresi’nin 7. âyetinde: “Onlar zekâtı vermezler; âhireti inkâr edenler de
onlardır” denir. Âhireti inkâr edenin zekât vermesi mantıksız olur. Çünkü
karşılığını alamayacağını düşünür. Bu nedenle de Allah’ın rızâsını önemsemez.
Âhireti inkâr edenler, hiçbir ibâdeti yapmazlar. Allah adına, hak ve hakîkat
adına hiçbir şey yapmazlar.
Meselâ Nâhl Sûresi 71. âyeti
ele alalım. Bu âyette: “Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün
kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde
çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkar mı ediyorlar?”
denir. Âhireti inkâr edenler yada âhiretten şüphesi olanlar için bu âyeti
uygulamak kadar akıl-mantık dışı bir şey olmaz. Dünyâ’da keyfince ve istediği
gibi yaşamak varken, adam niye -hem de eşit olacak şekilde- malını paylaşsın
ki?. Fakat işte âhiret bilinci ve inancı mü’minlere bunu yaptırır ve
yaptırmıştır da.
Âhiret îmânı ve bilinci olmayanlar, Kur’ân’ı da tam
anlamıyla içselleştiremezler. Zîrâ aralarına bir “perde” girer:
“Kur’ân okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanlar
arasında görünmez bir perde kıldık”
(İsrâ 45).
Âhiret îmânı ve bilinci, kişinin
Dünyâ’da hakka yönelik davranışlarıyla kendini gösterir. Âhiret bilinci ve
îmânı ne kadar sağlamsa, davranışlar da o kadar sağlam ve İslâm’a uygun olur.
Aksi-hâlde sürekli bir kuşku durumu ortaya çıkar:
“Hayır!; onların âhiret konusundaki bilgileri
ard-arda toplanıp pekiştirildi. Hayır!; onlar bundan bir kuşku içindedirler.
Hayır!; onlar bundan yana kördürler” (Neml
66).
Mü’minler ise âhirete “kesin olarak” inanırlar:
“Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere
îman ederler ve âhirete de kesin bir bilgiyle inanırlar” (Bakara 4).
“Ki onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler
ve onlar, âhirete kesin bilgiyle îman ederler” (Neml 3).
Âhiret bilinci ve îmânı,
kişinin hayâtına anlam katar ve yapılan her-şey anlamlı olur. Çünkü her
yaptıkları Allah’lı olur. Üstelik âhiret bilinci ve îmânı, kişiye bir güven,
bir huzûr ve bir umut verir. Âhirete îman, âhiret-merkezli yaşamakla olur. “Âhirette
hesap verileceği bilinciyle yaşamaktır” âhirete îman.
Âhiret bilinci ve inancı
olmadığında “sonuna kadar” adâletli olmak mantıksızdır.
Çok dürüst insanlar vardır.
Çok sıkı dürüsttürler. Fakat bu kişiler âhireti inkâr ediyorlarsa (ki âhireti
inkâr ettiği hâlde dürüst bilinenler vardır) bu kişiler dürüstlüğü nereye kadar
sürdürebilirler?. Çünkü öyle bir noktaya gelinmiştir ki o noktada dürüstlük
yapmak anlamsızlaşır âhireti kabûl etmeyenler için. Dürüstlük ile ahlâk
arasında bir çizgi vardır. Şöyle ki; bu kişiler gerçekten de dürüst davranıyor
olabilirler fakat “sonuna kadar giden bir dürüstlük” değildir bu. Diyelim ki bu
kişinin, canından çok sevdiği ve hiç kıyamadığı bir yakını; (meselâ oğlu, kızı
veyâ eşi) birini öldürse ve bunu sâdece o dürüst denilen kişinin kendisi görmüş
olsa ve eğer, şikâyet etmediği takdirde o çok sevdiği kişiye ömrü boyunca bir
şey olmayacağı belli olsa ve olaya şâhit olan bu dürüst kişi âhirete de
inanmıyorsa, bu durumda o çok sevdiği biricik yakınını şikâyet edebilir mi?. Yapması
gereken şeyi yapabilir mi?. Onun ömür-boyu hapiste kalmasına göz yumabilir mi?,
yada îdâm edilmesine?. Sâdece “dürüstlüğü”nden dolayı bunu yapabilir mi?.
%99.99 yap(a)maz. Çünkü tek-dünyâlı. Âhirete inanmadığı için vereceği bir hesap
olacağına da inanmıyor. O hâlde o dürüst dediğimiz kişilerin dürüstlüğü, “sınırlı
bir dürüstlük”tür. “Etik”i vardır ama “ahlâk”ı yoktur. Ahlâk, ancak
dinden-inançtan neş’et eder. Fakat en çok da “âhirete inanç”tır kişiyi sonuna
kadar ahlâklı kılacak olan. En ahlâklı kişi, kimse görmediğinde de herkesin
yanında gibi hareket eder. Zîrâ kimse görmese de Allah’ın gördüğünün
bilincindedir. Ahlâklı-mü’min kişi, yaptığını Allah’ın huzûrunda yaptığının
farkındadır. Âhiret inancının kazandırmış olduğu edeb-ahlâk bilinci mü’mini
adâletten saptıramaz:
“Ey îman
edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için
şâhidler olarak adâleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir
olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adâletten dönüp hevâ
(tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) yada yüz
çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” (Nîsâ 135).
Âhiret bilincine ve îmânına
çok sıkı sâhip olan Peygamberimiz, sonuna kadar dürüst olabilir ve olmuştur da.
“Hırsızlık yapan kızım Fâtıma da olsa elini keserdim” demiştir:
“Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler:
Aralarından soylu, mevkî ve makam sâhibi biri hırsızlık yapınca onu
bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen
cezâlandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma
hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim”.
(Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârik 6; İbni Mâce, Hudûd 6).
(Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârik 6; İbni Mâce, Hudûd 6).
Âhireti inkâr edenler ise,
ne kadar dürüst olurlarsa-olsunlar bunu yapamazlar. Zîrâ onlar, âhireti inkâr
ettikleri için amansız bir Dünyâ sevgisine sâhiptirler:
“Gerçek şu ki bunlar,
çarçabuk geçmekte olan (Dünyâ’y)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü
bırakıyorlar” (İnsan 27).
“Bilin ki, (âhireti
hesâba katmayan) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve
çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği
ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise
şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı,
aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).
Âhireti inkâr, deizm ile
sonuçlanır. Deizm âhireti inkar etmenin bir sonucudur. Zâten deizmde gayb
konusunda sâdece kuru-kuruya bir -sözde- Allah inancı vardır.
Derdi Dünyâ olanın Dünyâ
kadar derdi olur. Derdi âhiret olanın önemsiz dertlerini Allah dert olmaktan
çıkarır. Âhiretteki “büyük gelecek” için hiç kaygı duymayanlar, Dünyâ’daki
“küçük gelecekler” için bunalımdan-bunalıma sürüklenmek zorunda kalırlar. Âhireti
unutanlar Dünyâ’ya kitlenirler ve Dünyâ hengâmesinde kaybolurlar. Zîrâ âhirete
îman etmeyenler, Dünyâ’yı riske atamazlar.
Âhiret
bilinci ve korkusu olmadığında, insanın yapmayacağı pislik yoktur. Allah’a ve âhirete inanmayanlar “sözünü tutmak” gibi
bir sorumluluk duymazlar. Âhiretin delîli bu Dünyâ ve kâinattır. Âhiret-merkezli
yaşamayanlar, “Dünyâ ile cezâ”landırılırlar.
İki çeşit insan vardır. Bu insan tipleri,
hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı
seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Âhiret-merkezli yaşamayı
seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat Dünyâ-merkezli yaşamı seçenler
Dünyâ’dan sınırlı bir şekilde de olsa faydalansalar da, âhiretten nasipleri
yoktur.
Mutlak
bilgi, hem Dünyâ’da hem de âhirette geçerli olan bilgidir. O hâlde kâinâta âit
olan bilgi “mutlak” değildir. Vahiy bilgisi, insanın kâinatta ulaşabileceği en
doğru bilgidir?.
Allah’a, âhirete, gayba
îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle ifâde edilmiş
bir sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri Şeytan ilhâm edecektir.
Rönesans yâni “yeniden
doğuş”, âhiretin yâni hak olan “yeniden doğuş”un inkârıdır. Bu nedenle âhireti
inkâr edenler cenneti bu Dünyâ’da kurmak isterler. Fakat sâdece kendileri için.
“Diğerleri” için ise Dünyâ’da cehennemi kurmaktadırlar. Mazlumların ve
mâsumların dünyâsını cehenneme çevirirler.
Modern yeryüzü cennetine yüz
çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete ulaşamazlar. Dünyâ hayâtını âhirete
tercih etmek günah ve suçtur. Bu suçun bir cezâsı vardır ve bu suçun cezâsı
bizzat o şeyin kendisidir. Yâni âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih etmek bir
cezâdır ve cezânın başlangıcıdır.
Terâzi burada bozulduğunda
âhirette de bozulur.
Kapitâlizme göre âhirette
ilk sorulacak soru: “Dünyâ’da kaç para kazandın?” sorusudur.
Dünyâ’yı “mal” toplamakla
geçirenler, âhireti “nal” toplamakla geçirirler. Sorumluluktan ancak, âhirete
kadar kaçılabilir.
Allah rızâsı için yapılmayan
işlerin âhirette kişiye bir faydası olmaz. Tâğutların
ifsâd ettiği Dünyâ’dan en az zarar görenler tâğutlar oluyor. Çünkü onlar
“zarârın kralı”nı âhirette göreceklerdir.
Dünyâ’yı dibine kadar yaşama
hırsı, âhiret şüphesinden kaynaklanır. Dünyâ’ya bağlılığın derecesi, “âhiret
bilinci ve îmânı”nın zayıflığıyla ters orantılır.
Vatan sevgisi, Dünyâ
sevgisidir. Aşırı Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden kaynaklanır. Dünyâ’yı
sorgulamayanlar, âhireti sorgulamaya başlarlar. Haz-merkezli mevcut Dünyâ’dan
şüphelenmeyenler, âhiretten şüphelenmeye başlarlar.
Ölüm korkusunu nötralize
edecek tek şey, âhiret inancıdır.
Dünyâ’da
Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler, âhirette Allah’ın ağır hükümlerine mâruz
kalırlar.
Dünyâ’nın geçici bir imtihan
alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan bir
mü’minin “kaybedeceği” bir şey yoktur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder