“Böylelikle (Firavun) kendi kavmini küçümsedi, onlar
da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi. Sonunda bizi
öfkelendirince, biz de onlardan intikâm aldık, böylece onları toplu olarak suda
boğduk” (Zuhrûf 54-55).
Târih boyunca insanlar
arasından çıkan bâzı uyanıklar, bir-şekilde yönetimi ele geçirince ve insanlar
üzerinde hâkim olunca, toplumun üzerinde baskı kurmaya başlamışlardır. Çünkü
İslâm-merkezli olmayan yönetimler mutlakâ baskı, zorbalık ve adâletsizlik
yaparlar. Toplumun sâdece küçük bir kesimi -ki onlar yönetimin başındaki
kişinin akrabâları, yakınları, destekçileri ve dalkavuklarıdırlar- bu baskıdan
muaftır. Bunlar zâten ülkedeki refahın çok büyük kısmını paylaşan “mutlu
azınlık”tırlar. İşte bu yöneticilerden en ünlüsü, Kur’ân boyunca sık-sık
anlatılan Firavun’dur. Biz Firavun üzerinden yönetimi ve zorba yöneticileri değerlendirebilir
ve Hz. Mûsâ ve Hârûn üzerinden bu yöneticilere nasıl davranılması; nasıl bir eleştiri,
îtirâz ve hattâ isyân edilmesi gerektiğini öğrenebiliriz.
Bir-kere şunu bilelim ki;
Allah, Firavun’dan râzı olmadığı gibi, Firavun-vâri yönetimlerden ve
yöneticilerden de râzı değildir. Bu nedenle zamanında Firavun’a, uyarmak ve korkutmak
için peygamberlerini gönderdiği gibi, şimdi de aynı görev bizim üzerimizde
olduğundan, bizim de Firavun-vâri yönetimlere ve yöneticilere karşı aynı uyarı
ve ihtarları yapmamız gerekir.
Firavun’lar yada Firavun-vâri
yönetimler ve yöneticilerin, halkı boyun eğdirmede kullandığı en önemli yol ve
yöntem, âyette de söylendiği gibi, kendileri ile halkı bâriz bir şekilde
ayırmaktır. Kendilerine saraylar yaparlar, ordular kurarlar, paralar toplarlar,
silahlar alırlar ve yeme-içme-giyme-konuşma-yardımcı adam vs. olarak halktan
bâriz bir maddî üstünlükle ayrılırlar. Bu durum onların halkı küçük görmesine
neden olur ve halk da bunu psikolojik olarak kabûl eder. Çünkü halk aradaki
muazzam farkı görmektedir ve bu farkın kapatılamayacak ve giderilemeyecek bir
fark olduğunu zannettiklerinden dolayı bu farka sâhip olanları ilk önce
tasavvurlarında, sonra da gerçek hayatta üstün görmeye başlarlar. Firavun’lar
da bu farkın farkındadırlar ve bu farkı bir şekilde baskı aracı olarak
kullanırlar. Kendilerinde olanı olduğundan daha fazla göstererek, halka, zânnettiklerinden
daha da büyük bir fark olduğunu düşündürürler. Kendilerinde halkta olmayan çok
fazla ve önemli bilgilerin olduğunu (üst akıl), zannedilenden çok daha fazla
güçlerinin olduğu propagandasını çeşitli yollarla yaparak halkta bir kabûl
oluştururlar. Bu kabûl halkta bir eziklik ve çâresizlik duygusunun gelişmesine
neden olur. Böylece bu yöneticiler yönetimlerini sağlamlaştırmış olurlar ve
deverân böylece sürer gider.
Tabi bu durum “Allah hesâba
katılmadan” yapılan bir değerlendirmedir. Allah “yok” sayıldığında başta bu
yöneticiler olmak üzere herkes kendini olduğundan daha fazla üstün görür ki bu
durum günümüzde iyice aşırılaşmıştır. Herkes kendini Firavun gibi, Kârun gibi
zannediyor ve görüyor. Fakat; Allah’ın en büyük, en güçlü olduğunu bilenler bu
durumu kabûl etmezler ki bu kişilerin başında peygamberler gelir. Bu nedenle
peygamberler Firavun gibi olanları ilk başta eleştirirler; sonra onların
yöntemlerine îtirâz ederler ve en sonunda da bir isyân ile onları alaşağı
ederler. İşte Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn da Firavun’a karşı böyle bir yola koyulmuşlar
ve en sonunda onun saltanatını yerle bir etmişlerdi. Bu durum peygamberlerin
sünnetidir. Peygamberlerin tamâmı bu yolda bir sonuca ulaşamamış olsa da, tamâmı,
zamanlarının Firavun’larıyla İslâm uğrunda mücâdele etmişlerdir.
Firavun’ların, halkını
kendilerine “kul” etmelerinin en baştaki metodu, onları kendileriyle
aralarındaki gerçek yada sûni farklar üzerinden küçümsemeleri ve onlara boyun
eğdirmeleridir. Hakkı ve hakîkati göz-ardı edenler, biraz maddî ve zekâ
yönünden diğer insanlardan üstünlük anlamında farklı ise, diğer insanlara
üstünlüklerini bir şekilde kabûl ettirirler ve onlara tahakküm kurmak isterler.
Bundan sâdece İslâm-merkezli olanlar müstesnâdır.
Peygamberimiz bir-gün
sahabeyle mescidte otururken biri geldi ve “hanginiz Muhammed?” diye sordu.
Çünkü mescide girdiğinde insanlar arasında ayrıcalıklı bir giyinişi, duruşu,
konuşması vs. olan birini göremiyordu. Zîrâ Peygamber’le sahabe arasında böyle
farklar yoktu. Sahabe, “işte şudur” diye gösterince, adam Peygamberimizin o olduğunu
anladı. Yoksa Peygamber’i diğerlerinden ayırabilmesi mümkün değildi. İslâm-merkezli
olunca böyle aşırı farklılıklar olmaz çünkü. Bir fark olmayınca da bir üstünlük
durumu oluşmaz. Zâten İslâm’da üstünlük sâdece takvâdadır. Takvâca üstün olan kim
ise, o kimse kim olursa-olsun üstündür. Rengine, diline, giyinişine vs.
bakılmaz. Takvâ, başkalarına karşı üstünlük taslamayı önler. Zîrâ gerçek üstün
olanın Allah olunduğunun bilincindedir takvâ sâhibi olan kişi. Dolayısı ile İslâm
toplumunda herkes birbirine ve yöneticilere hesap sorabilir ve gerektiğinde
onun alaşağı edebilir. Zâten her gece yatmadan önce kılınan yatsı namazının
sonundaki vitr namazı sırasında okunan Kunut’ta şöyle diyoruz:
“Allâhumme
inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu'minu bike ve netûbu ileyke
ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve
nahla'u ve netruku men-yefcuruk”…
“Allah’ım!. Senden yardım isteriz ve senden günahlarımızı
bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız
ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri
bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve
onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni
bırakırız. “Hâl’ederiz” (nahlû)” denir.
Bu duâda “ve nahlau ve
netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey
Allah’ım!). Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden,
lîderlikten) hâl’edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle
söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık
yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz. Bu nedenle de milyonlarca
insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân
etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara ve modern Firavun’lara
karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.
Nahleu (hâl’ederiz) derken
kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme
ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir.
“Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hâl’etme denir. Ve netrukü:
Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona
destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir
ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme
vardır ve bu bir siyâsi bilinçtir.
Firavun’lar
toplumlarını, İslâm’dan sapmış olan ve insan-merkezli bâtıl ideolojilerle
bezenmiş olan millî, târihi dinlerle de oyalarlar. Öyle ki insanlar bir-zaman
sonra vahiy-merkezli dîni unutup popüler olan bu dinlerin dediklerine göre
yaşamaya başlarlar. Bu dinler hurâfe-merkezli dinlerdir ve rivâyetler üzerine
kuruludur ve zâten sürekli olarak yeni rivâyetler de üretilip durur. Belki
ateistlerin büyük bir kısmı bile dînin bu yönüne bakarak ateist oluyorlar. “Din
Toplumun Afyonudur” diyen Marx bu sözü, vahiy-merkezli olan değil, hurâfe-merkezli olan
uydurma dinlere bakarak söylemiş olsa gerek. Yoksa fıtratla bire-bir uyumlu
olan vahiy-merkezli dîne bakarak böyle bir şey söylenemez.
Egemenler
ve küresel güçler yâni şeytanın emrindeki tâğutlar ve uşakları, halkı kandırmak
ve uyuşturmak için dîni kullanırlar. Fakat bu din, vahiy-merkezli din değildir,
zîrâ vahiy-merkezli din uyuşturmaz ve kandırmaz, tam tersine diriltir ve dik
tutar.
Din ile halkı
uyuşturan ve uyutanlar, bunu, dînin sözlerini “mızraklar”ının ucuna takarak
yapıyorlar ve câhil halk da mızrağı görmüyor da mızrağın ucunu görüyor sâdece
ve diyor ki: ben dîne karşı durmam. Ve başlıyorlar kendilerine savaş açmış
olanlarla dost olmaya. Dîni-Kur’ân’ı mızrakların ucuna takanlar bir-süre sonra
mızraklarının ucundakileri çıkarıp atıyor ve o mızrakların ucuna halkı
takıyorlar. Bu, halka günahları türünden bir cezâ olarak dönüyor. Böylece
kölelik oluşuyor ve sürüp gidiyor. Modern zamanlarda da benzer kölelikler
tekrâr ediyor. Kölelik bir-türlü bitmiyor. Modern zamanlarda da modern
kölelikler oluşuyor ve iktidarlar bu köleliklerden besleniyor. Kürşat Atalar:
“Modern köleliklerin, son derece rafine yöntemlerle
işleyen sömürü mekanizmaları olduğu ve sonuç îtibârıyla, iktidâr elitinin
gücünü pekiştirme işlevini gördüklerini söyleyebiliriz” der.
Firavun, halkını
küçümseyerek şöyle demişti: “Firavun,
kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: Ey kavmim!, Mısır’ın mülkü ve şu altımda
akmakta olan nehirler benim değil mi?. Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhrûf
51). Yâni; “Bütün bunları ben yaptım. Bakın size neler-neler sağladım. Sizin
rızkınızı da ben sağlıyorum” demeye getiriyor ve böylece hem tanrılık taslamaya
kalkıyor, hem de halkına hakâret ediyor. Halk da sürekli yapılan bu hakârete
herhangi bir şekilde îtirâz edemeyince, Firavun’un kendilerini küçümsemesini
kabûl ediyorlar ve ona tam bir bağlılık göstermeye başlıyorlar. Bugünküler de
aynı şekilde: “Yollar-köprüler-tüneller yaptık. İstediğiniz hastanelerden
faydalanıyorsunuz. Millî gelir 10.000 doları geçti. Şunları-şunları yaptık”
diyerek yapılanlar halkın gözüne-gözüne sokuluyor ve beynine-beynine mıhlanıyor.
Bu söylemler “halka hakâret etmek” demektir. Sürekli olarak bu hakâretlere mâruz
kalan halklarda, bu söylemlerin sâhiplerine karşı bir aşağılık duygusu oluşu(yo)r
ve halk da sonuçta bu söylemleri yapanlara “mutlak itaat” ederek boyun eğiyorlar.
Oysa İslâm’ın söyleminde insanlara; “Sizi yerden ve gökten rızıklandıran
Allah’tır; sizin için daha nice nîmetler yaratacak” denilir. Buna
şükrettiklerinde ve şükrü hakkıyla yaptıklarında “üstün” olacakları söylenir.
Yâni İslâm, halkı küçümsemeye değil, yüceltmeye çalışır. Aradaki fark, dile
dökülemeyecek kadar büyüktür.
Yöneticiler kötü ve sert
yönetim gösterdiklerinde, orada yaşayan insanlar, sert yönetim altında onur ve
cesâretlerini kaybedeceklerinden dolayı cesâretlerini kaybedip korkaklaşmaya
başlarlar. İbni Haldun bu konuda şunları söyler:
“Herkesin
kendi idâresi kendi elinde değildir. İnsanların idâresini ellerinde bulunduran
emirlerin ve yöneticilerin sayısı diğer insanlara göre azdır. Genel olarak
insan başkasının idâresi altındadır ve bu kaçınılmazdır. Eğer yöneticiler
yumuşak ve âdil olurlarsa, insanların katlanmak zorunda kalacakları (haksız)
hükümler ve yasaklar olmayacağı için, o yönetim altındakiler, bir baskıya mâruz
kalmayacaklarına güvenerek kendi kişiliklerindeki cesâretlerini veyâ korkaklıklarını
muhâfaza ederler. Böyle bir durumda cüret ve cesâret tabiatlarının bir parçası
olur ve bunun dışındaki bir duyguyu da tanımazlar. Ancak yöneticiler ve
yönetimleri baskıya, boyun eğdirmeye ve korkuya dayanıyorsa, işte o zaman,
zulme uğramış insanların nefislerinde baş gösteren atâlet ve tembellikten
dolayı, insanların güçlülük ve cesâretleri kırılır.
Yönetimler cezâlandırma (zulüm)
esâsına dayanırlarsa, bu durumda insanların cesâretleri büsbütün ortadan
kalkar. Çünkü insanların zulme mâruz kalmaları ve zulüm karşısında kendilerini
savunamamaları, onları cesâretlerini ve güçlü kişiliklerini yitirecekleri zelil
bir duruma düşürür. Ancak yönetimler cezâlandırma yerine, yola getirme ve
öğreticiliği esas alırlarsa ve erken dönemlerden îtibâren bu usûlü benimserlerse,
yine korku ve itaat üzere yetişmeye bir miktar etkisi olur, ancak kendine
güveni ortadan kaldırmaz”.
Firavun’ların hâkim olduğu
halklar, ağır tutsaklık hâlinde bulundukları hâlde özgürlüğü zirvede
yaşadıklarını zannederler. Lîderlerini ilahlaştırırlar ve onlara olmadık
vasıflar yüklerler. Böylece hem uydurulmuş din popülerleşir ve yükselirken,
vahiy-merkezli din küçük bir kesimin inancı olarak kalır. Halk güçten ve güçlüden
yanadır. Bu durum bir noktaya kadar haklı olabilir. Çünkü insanın, En Büyük ve
Güçlü Olan’a itaat etsin diye kendisine verilmiş böyle bir duygusu olabilir.
Fakat halk En Güçlü yerine “görece güçlüler”in yolundan gidiyor ve onları “en
büyük” zannediyor. Çünkü “çok olan”a sâhip olanlar üstün kişiler olarak kabûl
edildiğinden, halk bu güçlülerden yana olmaya devâm ediyor. Atasoy Müftüoğlu:
“Her şartta eleştiri ve uyarıdan muaf tutulan
otoritelerin yönettiği yada yönlendirdiği toplumların ufku, birikimi, niteliği;
sözü geçen otoritelerin ufku, birikimi ve kültürü ile sınırlıdır. Bağımsız ve
eleştirel kadroların uyarılarına hayat-hakkı tanımayan bir gelenek, hâkim
olduğu toplumları, özellikle ahlâki alanda, zihinsel alanda kötürümleştirerek,
bu toplumların eleştirel bir tavır geliştirmelerine engel olur. Bu tür
bağımlılıkların tebcil ve takdis edildiği toplumlarda, dinî ve politik
otoritelerin belirlediği sınırlar/alanlar dışında farklı hiç-bir şey
konuşulamaz, tartışılamaz. Bu nedenle de, farklı üretkenlikler ortaya
konulamaz” der.
Bu durum bir zulümdür. Çünkü
o -görece- “güçlü kişiler”i gerçek güçlü-kudretli olan Allah’a şirk
koşmaktadırlar ve şirk, zulmü de berâberinde getirdiğinden mutlakâ bir cezâ ile
sonuçlanır. Hem de sâdece âhirette değil, Dünyâ’da da karşılaşılacak bir
cezâdır bu.
“Firavun, kendi kavmini şaşırtıp saptırdı ve onları
doğruya yöneltmedi” (Tâ-hâ 79).
Firavun prototiptir. Kavmini
şaşırtıp-saptırmış ve onları doğru yola yöneltmemiştir. Bu nedenle; kavimlerini
şaşırtıp-saptıran ve doğru yola yöneltmeyen tüm yöneticiler de, aynen Firavun
gibi “Firavun”durlar.
“Sizi, dayanılmaz
işkencelere uğrattıklarında, Firavun âilesinin elinden kurtardığımızı
hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı hayatta bırakıp, erkek çocuklarınızı
kesiyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı” (Bakara 49).
“Firavun kavminin önde
gelenleri, dediler ki: ‘Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk
çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk-etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?’
(Firavun) Dedi ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ
bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kâhir bir üstünlüğe sâhibiz” (A’raf 127).
Firavun “Firavunizm”dir.
Firavunluk bir sistemdir. Bu zulüm sisteminin aynısı yada benzeri tüm
zamanlarda farklı isimlerle Dünyâ’ya hâkim olmuştur. Bu sistem, bir bâtıl, seküler,
beşerî, nefsî, tâğûtî bir sistemdir. Bu sistem İslâm’ın hâkim olmadığı tüm zamanlarda
hayâta hâkimdir. Mevcut modern zamanda da çeşitli kânunlar aracılığı ile yine
erkek çocuklarını kesip, kız çocuklarını hayatta bırakıyorlar. Kızlar
erkeklerin önüne geçiriliyor ve erkekler kızlara boğduruluyor. Zulüm “bir şeyi
yerinden etmek” demek olduğu için, bir fıtrat değişimi yapmaya çalışarak en
büyük zulmü işliyorlar. Bu zulmü Firavun da, Nemrut da işliyordu. Zâlimlerin
ortak zulüm şeklidir bu. Zulüm sistemlerinin her zaman yaptığı şeydir bu. Zîrâ
şeytan hep aynı şeyleri fısıldar. Küfür tek millettir.
İnsanın şeytana uyması,
şeytanın insanı küçük görmesi ve Allah’ın “Âdem’e secde et” emrine karşı “beni
ateşten, onu ise topraktan yarattın” demesiyle başlayan süreçtir. Çünkü şeytan,
insanı küçük görmüş, küçümsemiştir. İnsanı küçümsemeye hâlen devâm etmektedir
ki bunu Firavun üzerinden de yapmaktadır. Şeytan tarafından sürekli küçümsenen
insan, zamanla şeytanı “büyük” görerek ona itaat etmeye başlamıştır. “Gerçek Büyük
ve Yüce Olan”ın sâdece Allah olduğu bilincine erenler, şeytanı ezik bir varlık
olarak görürler ve onun hiç-bir ayartmasına kapılmazlar.
Firavun’lar ve onların
modern tâkipçileri alt edilene kadar halk rahata ve huzûra eremeyecek ve
adâlet-merkezli bir Dünyâ kurulamayacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder