“Aralarında
hükmetmesi için Allah’a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü, ‘işittik
ve itaat ettik’ demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır” (Nûr 51).
Modernizm, sekülerizm ve demokrasi, bâtılı yâni “şirki
Dünyâ’ya hâkim kılmak için” oluşturulmuş sistemlerdir. “İnanıldığı gibi
yaşanmadığında yaşanıldığı inanılır” sözü gereği ilk başta batı’lılar, bu
ideolojilerin doğrultusunda ve emrinde, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar.
Fakat bu yaşayış şekli bir zaman sonra “kaynak ihtiyâcı” doğurdu. Çünkü bu
yaşayış şekli “tüketim-merkezli bir yaşayış şekli”dir. Kendi coğrafyalarında
bulunmayan ve yeterli olamayan kaynakları sağlamak için batı-dışı
coğrafyalardan bu bâtıl yaşayış biçimlerini sürdürmek için kaynak edinme yollarına
başvurdular. Lâkin bunu saldırganlıkla-kolonyâlizmle yapmak hem karizmayı
düşürüyor, hem de masraflı oluyordu. Bu nedenle sömürgeyi “tereyağından kıl çeker
gibi” yapmaları şart oldu. Bunun için de o coğrafyaların insanını kendi
düşüncelerine alıştırmaları gerekiyordu. Zîrâ kendileri gibi
düşünmediklerinde kendileri gibi tüketmiyorlardı. İşte bunu yapmanın yolu
olarak sekülerizm-demokrasi-liberâlizm üçgenine başvurdular. İhtiyaç duydukları
kaynaklar özellikle de İslâm coğrafyasında olduğundan ve İslâm kendine has bir
kültüre ve alışkanlıklarla sâhip olduğundan, bunu aşmanın yolu olarak, İslâm’ı
ılımlılaştırmak, layt hâle getirmek, protestanlaştırmak gerekiyordu. Çünkü
İslâm’da bir şirk düşüncesi vardı ve bu düşünce “affedilmeyecek suç” olarak
görüldüğünden, ince elenip sık dokunuyordu. O hâlde ilk yapılması gereken şey,
şirk unsurlarını ılımlılaştırarak güyâ tâmir etmek olmalıydı. Bunun için de, “şûrâ’dan
bozma demokrasi”, “hürriyetten bozma liberâlizm”, “lâiklikten bozma sekülerizm”
ideolojilerini bu ülkelerde dîni-Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutarak
başkalaştırmaktı.
Bu doğrultuda küresel güçler İslâm ülkelerine hem
bâzı özgürlükler verdiler, hem de bâzı modern gelişmeleri o ülkelerde
yerleştirdiler. Üstelik görece o ülkelerde bir zenginlik oluşturdular. Gerçi bu
zenginlik eşit olarak paylaştırılmadı ve orta ve uç kesimlerde toplandı. Fakat
bunun orta ve uç kesimlerin yaygaraları ile sanki tüm ülkede bir zenginliğin
oluştuğu şeklinde propagandası yapıldı. Birileri de buna hayrânı oldukları
siyâsi lîderleri izleyerek kapıldı gitti. Böylece İslâm’i duyarlılık azaldı ve
şirk aşırı yorumlarla tâmir edilemeye başlandı. Meselâ demokrasi şirkine, “şûrâ
gibidir” denmeye başlandı.
Evet; şirkin tâmiri yâni şirki “şirk” olmaktan
çıkarmak, hak ile bâtılın kaynaştırılması yoluyla oldu-oluyor. Hâlbuki Kur’ân
hak ile bâtılın ayrışmasını olmazsa-olmaz olarak görür ve emreder. Çünkü hak
ile bâtılın birlikteliği şirkin ta kendisidir ve zâten şirk budur:
“Allah’a ve
âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve
elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar;
bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi
aşîretleri (soyları) olsun…” (Mücâdile
22).
Zâten hakkın olduğu yerde bâtıl bulunamaz ve yok olur
gider, çünkü:
“De ki:
‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
Câhiliye ile İslâm
arasında hiç-bir zaman uzlaşma olmaz. Seyyid
Kutup:
“Câhiliye, belli bir zamâna özgü târihi bir dönem değildir. O, bir durum
ve vaziyettir. Ve câhiliye bugün, yeryüzünün her tarafını sarmıştır. Bütün
gruplar, ideolojiler, mezhepler, düzenler ve rejimler, Allah’ın kullar
üzerindeki mutlak hâkimiyetini reddederek, kulların kullara hâkimiyeti esâsı
üzerine kâim olmuşlardır. Bütün sistemler, insanın görüşü olmakla, insanı
ilahlaştırmışlardır. Dolayısıyla insanlara hükmetmek için indirilen ilâhi
şeriat, hayattan uzaklaştırılmıştır. Bu nizamların şeklî görünümleri,
amblemleri, işâretleri, isimleri, sıfatları, taraftarları ve metodları farklı
da olsa, Allah’tan başkasının uydurması olmaları bakımından aynı karakteri
paylaşmaktadırlar. Hepsi de câhiliye vasfıyla belirginleşmektedir. Buna göre,
yeryüzünün câhiliye tarafından istilâ edildiği, beşerin hayâtına câhiliyenin
hükmettiği ve İslâm’ın hayattan uzaklaştırılıp, sâdece ismen vâr olduğu açıkça
anlaşılmaktadır.
İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda
buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki
câhiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural
dünkü câhiliye için olduğu gibi, bu-günkü câhiliye için de, yarınki câhiliye
için de geçerlidir. İslâm ile câhiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir.
İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak
imkânsızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında
sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz-konusu değildir” der.
Şükrü Hüseyinoğlu:
“Tüm Peygamberler gibi bizim de her şart altında yapmamız gereken, hakla
bâtılın arasını ayırmak ve kendi gemimizin inşâsına yönelmektir. Câhiliye gemisini/gemilerini
onarmaya başında namzet olmak ilkesel olarak da, reel-politik olarak da yanlış
bir tercihtir. Temel felsefesi ve işleyişi îtibâriyle İslâm’a dayanmayan tüm
toplumsal ve siyâsal işleyişler İslâm’a göre câhiliyedir. İslâm’la câhiliye
aynı yapı içerisinde, uyum içinde yaşayamazlar. Bir yerde ya câhiliyenin
hâkimiyeti vardır yada İslâm’ın. Bunun ortası yoktur. Câhiliyenin hâkim olduğu
coğrafyalarda müslümanlara düşen, yoğun ve sistematik dâvet çabalarıyla,
gerçekte bir örümcek evi kadar zayıf olan câhiliye yapısını çökertmeye ve kendi
akîdevi temelleri üzerine hakkı hâkim kılmaya çalışmaktır” der.
Kur’ân, “zihnî-mânevi bir orgazm” aracı değildir.
Kişi Kur’ân’ı okuduktan-dinledikten sonra yada bir Kur’ân sohbeti! yapılan
yerden çıktığında relâks olup rahatlıyorsa Kur’ân’ı idrâk edememiştir ve onu
yanlış anlamıştır. Tam-aksine, Kur’ân, okunduğunda kişiyi rahatsız etmeli,
öfkelendirmeli ve uykusunu kaçırıp dik tutmalıdır. Zîrâ Kur’ân, zulmün ayyuka
çıktığı zamanlarda zirveleşen bir eleştiri, îtirâz ve isyânın sesidir. Bu
îtirâz ve isyân, şirkin hoş görülmesine karşı olan bir îtirâz ve isyândır.
Çünkü zamânımızda en çok da müslümanların çabasıyla şirkin tâmiri popüler hâle
geldi. Şirk tâmir edilmeye başlandı ve güyâ tâmir edilince de şirk tevhide döndü
ve bunu onaylamayan ve desteklemeyenler yobaz, câhil, aykırı ve terörist olarak
görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
İslâm’ın eylemlerinden biri olan namazı kılmadıkları
hâlde birilerinin hâlâ kendilerini İslâm dâiresinde görenlerle; Kur’ân’ın yönlendirdiği
eylemler yerine tâmir ettikleri şirk-merkezli eylemleri yapmakla İslâm dâiresinde
kaldıklarını zannedenler arasında bir fark yoktur.
Kur’ân baştan sona, hayâtın işleyişini insanın değil,
Allah’ın belirlemesini emreden, aksi-hâlde kaosun kaçınılmaz olduğunu söyleyen
bir kitaptır. Kur’ân Dünyâ’yı-hayâtı Allah’tan başkalarının düzenlemesini şirk
olarak gösterdiği hâlde birileri, bir şirk sistemi olan demokrasiye tevhid gibi
sarılmakta ve şirki böylece tâmir ettiklerini sanmaktadırlar.
Bâtıl sistemler eğri bir cetvel gibidir. O eğri
cetveli (meselâ demokrasiyi) Hz. Ömer’in eline de verseniz ondan düz (âdil) bir
çizgi çıkaramazsınız. Çünkü doğasında bir yamukluk vardır şirk-merkezli olduğu
için.
Şirki istediğiniz kadar yorumlayın, istediğiniz kadar
değiştirin, yine de tâmir etmiş olmazsınız. Tâmir olmadığı için de sürekli
olarak ârıza verir. Bir istatistiğe göre Türkiye’de adliyelerde verilen 100
karardan 62’si değiştirilip düzeltilmiş. Yâni bir tutarlılık yok.
Şu âyetler şirkin tâmir edilemeyeceğini, sâdece yok
edileceğini bildirir:
“De ki: Hak
geldi, bâtıl yok oldu. Zâten bâtıl yok olmaya mahkumdur” (İsrâ 81).
“De ki: Hak
geldi, artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir” (Sebe’ 49).
“Hayır, biz
hakkı bâtılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, derhâl (bâtılın) canı
çıkar. Allah’a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü de vay size!” (Enbiyâ 18).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder